Ene risalesi Otuzuncu Söz’ün birinci kısmıdır. “ Birinci Maksad” diye isimlendirilmiş. Emaneti semavat, arz ve cibale yüklemek istemiş Allah ama onlar bu yükü götüremeyeceklerini söylemiş, o emanet te insana yüklenmiş. ”Bu ayetten hareketle Bediüzzaman o ayet için “ şu ayetin büyük hazinesinden bir tek cevherine “işaret ettiğini söyler, bu bahisle. Gök, zemin ve dağ tahammülünden çekinmişler emaneti kabul etmekte, o emanetin müteaddid, birçok yönünden bir yönü Ene’dir. “ Ene ben demek, insanın nesi varsa üzerine yüklenmiş olan bir çekirdek. Bediüzzaman bu eserinin en dindar filozoflar tarafından dahi bu kadar kısa sürede yazılamacağını söyler. Çünkü bu eser ene yani ben, daha başka tabir ile egonun penceresinden felsefe, ilim ve din tarihinin temaşasıdır. Felsefe ve dinler tarihini çok iyi bilen Bediüzzaman bu kadar kısa bir metinde ene’nin penceresinden bu koca tarihi anlatır. Bediüzzaman eneyi bir çekirdeğe benzetir, nasıl çekirdek bir ağaca dönüşürse, koca bir şey olur. İnsanın ene ‘si de bir çekirdektir ondan çıkan şeyi Bediüzzaman şöyle ifade eder. “ Ene zaman-ı Adem den şimdiye kadar alem-i insaniyetin etrafında dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. “ Bir incir ağacının çekirdeği, bir çınar ağacının çekirdeği koca bir ağaca nasıl dönüşür, insan denilen bu evrenen mahsülü olan canlının çekirdeği elbetteki farklı bir şeye dönüşür. Enenin icraatının zamanı için durak noktası konmuş biri Hazreti Adem , bir yanı da şimdiye kadar. Hazreti Ademden bugüne kadar kaç bin yıl geçmiş ise ene o günden beri gittikçe büyüyen bir ağaç. Bir incir çekirdeğinin başka bir şey olma imkanı yok, incir ağacı olabilir. Ama insanın çekirdeği olan ene’nin iki şıkkı var. O iki şıkkı iki ağaç şeklinde ifade etmiş, biri “nurani bir şecere-i tuba”diğeri ise “ müthiş bir şecere-i zakkum”dur. Düşünce tarihini insanın çekirdeği olan eneden iki ağaç şeklinde tezahür etmesini tasarlamak başlı başına bir tasarım ve kurgu harikası. Bu eserin felsefe fakültelerinde şerhedilmesini inşallah başaracağız, inşallah o günleri göreceğiz.
Bediüzzaman bu hakikatın anlaşılmasını kolaylaştıracak bir mukaddime giriş anlatma ihtiyacı duyar. Bu giriş ene/ben kelimesi hakkındadır. Ene için iki defa anahtar kelimesini kullanır, ene bir anahtardır, neyi açacaktır, ama açabilmesi için ene’nin mahiyetinin bilinmesi gerekmektedir. Ene bir anahtar, mahiyeti bilinmesi gerekir, eğer bilinirse iki şeyi açar, biri kainatın tılsımı diğeri ise Allah’ın isimleri esma-i İlahiye’dir.
İnsan yeryüzüne geldiğinde içinde yaşadığı kainatın anlamını bilmeli, bu bilimin dinin, felsefenin temel sorunudur, kainatı anlamlandırmak. Bütün ilim ve felsefe kainatı anlamlandırmak ister ama ellerinde bir anahtar olmadığı için göreceli hükümler verirler, yanıltıcı hükümler verirler, bilim tarihindeki, felsefe tarihindeki ve beşeri dinlerdeki bütün garip mütalaalar ve yorumlar, kainatı anlamlandırma seneryoları işte bu ene anahtarından haberdar olmadıklarındandır. Bu yüzden kainatı ve vücub alemini anlama konusunda Bediüzzaman eneyi bir anahtar durumuna getirir o anlaşılırsa insanın bir göğe, alemi lahutiye diğeri arza bakan iki gözü ve basireti ancak içindeki anahtarın ene anahtarını anlamakla keşfetmekle mümkündür. İnsan kendini enesini bilmesi ile esmanın ve kainatın sırlarını çözebilir. Kendi anlamını bilmeyen, anlamı bilinmeyen bir benlik ile alemin anlamını ve Allah’ın ve icraatının anlamını bilmesi imkansızdır. Bunlar bilinmeyince ene yani benlik veya Latincesi ego sorunlara boğulur, bütün psikolojik bunalımlar, felsefi buhranlar ve alemi anlamlandıramanın getirdiği sorunlar enenin benliğin çıkmazlara girmesine neden olur. Bütün hastalıklar ve anlamsızlıklar, buhranlar, bu üçlü sorunun çözülmeyişi ile meydana gelir. Bunu Freud hissetmiş dünya savaşlarının insanlığa getirdiği olumsuzlukları çözmek için insan beninin anlaşılmasını istemiş ama, olaya sadece insan penceresinden baktığı için sorunları fark etmiş ama enenin çıplak ve sahipsiz ve yalın karakterini vahyin ışığında görmediği için çok az şey hissetmiş, ama herkesten farklı şeyler hissetmiştir. Dinin, felsefenin, psikolojinin, psikanalizin, bu anahtar kelimesini en harika şekilde fıtrata, kainata ve Allah’a uygun biçimde çözümleyen Bediüzzaman’dır. insanı yaratan onun bir nevi temeli olan bir benliği ona yüklemişse onun ile kainatı ve sahibini bilmesini istemişse ondan bağımsız bunların anlamı çözülmez, buna felsefe tarihinin, bilim tarihinin anlamsız gürültüleri şahittir.
Bediüzzaman’ın burada yapmış olduğu sentezin ne anlama geldiğini anlamak konusunda çok yüzeyde kaldığımı hissediyorum, ama onun bu birbirinden farklı unsurları bir armonik sentez içinde vermesinin benim anladığımın çok ötesinde olduğunu hissediyorum, ama ne zihnim ne de mefkürem buna yetmiyor. Bu bahis birçok ilim dalı ile ortak bir mukayeseli metin olarak yorumlanmalı ve o dalların sadece a harfini bile azıcık bildiğimi zannediyorum, Bediüzzaman’ın karihai ilmiyesi ve tasarım ve kurgu ve ağzına kadar problem olan bu insanlık tarihinin en önemli olan enenin açılımını izah etmesindeki ileri görüşünü birileri kendini vererek izah etmeli. İnşallah.
Ene”künuz-ı mahfiyye olan Esma-i ilahiyenin anahtarı”Allahın isimleri gizli bir hazine, hazinelerin anahtarları olur, o anahtar ise insanın beni.
Ene “ kainatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı “ Kainat nasıl kapalı anlaşılması güç yani muğlak bir tılsım muğlak zaten anlaşılması güç olan, tılsım da çözülmesi güç olan bir şey iki birbirini güçlendiren kelime ile işin zorluğuna işaret eder, iki benzer anlamlı kelime ama ikisi de sırlı.
Sıra anahtara geldi. Anahtar nasıl bir şey. Anahtar muamma-yı müşkül küşa, bir tılsım-ı hayretfeza”Kainat tılsımı muğlak, Esma-i ilahiye künuz-ı mahfiye, anahtar, muamma-ı müşkül küşa, tılsım-ı hayret feza. Dört kelime grubu da anlaşılması zor olan kelimelerden oluşmuş.
Künuz-ı mahfiye /esma-i ilahiye
Kainat/ tılsım-ı muğlak
Anahtar/Muamma-ı müşkülküşa
Anahtar/Tılsım-ı hayretfeza
Bediüzzaman’ın bütün öğretisi anahtarı kaliteli hale getirip, kainat ve esma-i İlahiyeyi manalandırmak. Bütün Risale-i Nur anahtarı yeterli olgunluğa getirmek faaliyetidir. Bediüzzaman Haşir risalesinde anahtar olan eneyi ve o anahtarın açamadığı esma-i ilahiye’ye dayanan haşir bahsini, ve o haşri gerçekleştiren Allah’ı anlatır. Ene Allah’ın isimleri ile kainat arasında bağlantı kurarken, haşri anlar. Bütün bahisler bu üçlü çözümün anlaşılması ile sarahat kazanır. Ene risalesi bütün bahislerin arka planındaki şifredir. Bediüzzaman’ın enesi bütün esmanın sırları ve kainatın sırlarını çözen benzersiz, eşsiz bir anahtardır. Ana bütün hayatı bu anahtarın müşkül sırrını, hayret feza esrarını çözmekle geçmiştir. Bütün hayatı ilmiyesi ene, esma ve kainat etrafında dokunmuştur. Bu gelişmenin safahatı ona malumdur. Burada anladığım risale-i Nur’un bir okul olduğu ve sürekli birbiri ile bağlar kurularak anahtarın, esmanın ve kainatın anlamlandırılmasında yol almak ve aldırmaktır, ama ben bu işten uzak olduğum gibi eğitimci telakki ettiklerimiz de yerlerini görebilirler.
Önce anahtarı anlamak onun müşkülleri açan bir esrarlı anahtar olduğunu, onun hayret verici tılsımları çözen bir anahtar olduğunu anlamak gerekecektir. Ondan sonra kainatın kapalı tılsımını, daha sonra Allah’ın isimlerinin gizli hazinesini açmak gerekecektir. Üç basamaklı bir anlamlandırma ameliyesi. Büluğ ile başlayıp ölüm ile sona eren imtihanın reçetesi. Kendini bil, kainatı ve Allah’ı bil ve tanı.
Bediüzzaman ene’nin mahiyetinin bilinmesi ile olacakları sıralar. Yani üç çözülmezi sıralar. “o ene maiyetinin bilinmesiyle o garip muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kainat tılsımını ve alem-i vücubun dahi künuzunu dahi açar. ” Enenin mahiyetinin bilinmesi konusunda iki sıfat kullanmıştır, biri garip muamma diğeri acib tılsım. Enenin bilinmesi zorlukları olan bir bahistir garip kelimesi teklik yalnızlık ifade eder, ene kolay çözülmeyişi ile gariplik arzeder. Edebiyatta gariplik bazen de gariplik, kimsesizlik anlamına gelir. Bu o anlam değildir. Diğeri de acib tılsım, acip kelimesi Bediüzzaman’ın çok kullandığı, umumiyetle bilinmezliği olan sırlarda sarfettiği bir kelimedir, aklın çıkmaza girdiği bütün konularda acib kelimesini kullanır. insan bedeninin yapısı ve ana rahminde oluşturulmasındaki olayı acib olarak ifade eder daha başka çok ifadesi var. Acib de tılsım da ikisi de zor ve çözümü müşkül kelimelerdir, Bediüzzaman bahsin karakterini ifade etmiş olur. Demek ki insanın benini anlaması zorlukları olan bir bahistir. Bunu söylerken Adem zamanından beri enenin anlaşılması konusunda yapılan olumsuzluklara göndermede bulunur, ayrıntı vermez.
Bediüzzaman ifadeyi yavaş yavaş açar, baştan buraya kadar açıklamanın birbirini güçlendiren bir seyri vardır. Bu cümleler daha açıklayıcı açıklamalardır. “Alemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kainat kapıları zahiren açık görünürken hakikaten kapalıdır. Cenabı Hak emanet cihetiyle insana e n e namında öyle bir miftah vermiş ki Hallak-ı Kainatın künuz-ı mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse kendisi açıldığı gibi kainat dahi açılır. “
2
En son cümleye daha yeni şeyler dahil etmiş, büyük bir üslub ustalığı ile yavaş yavaş bahsi gözler önüne sermiştir. “Sani-i Hakîm insanın eline emanet olarak Rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak işaret ve nümuneleri cami bir ene vermiştir. Ta ki o ene bir vahid-i kıyasi olup evsafı-ı Rububiyet ve şuunat-ı Uluhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasi bir mevcud-ı hakiki olmak lazım değil. Belki hendesedeki farazi hatlar gibi farz ve tevehhümle bir vahidi kıyasi teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lazım değildir. “ Bu cümlede enenin mahiyeti konusunda yeni izahlar getirir. Bu yeni bir ene tarifidir. “ Rububiyetin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak işaret ve nümuneleri cami bir ene vermiştir. “
Alemi vücubun burada ne olduğu Rububiyetin sıfat ve şuunatının hakikatleri şeklinde ifade edilir. Allah’ın kainattaki terbiye faaliyetinin sıfatları ve yapılan işlerin hakikatlerini anlayacak işaretler ve nümuneler eneye yüklenmiş. Ene bir anahtarlar topluluğudur. Allah ve şuunatı ve Rububiyeti konusunda çok beyanlar yapılmıştır, Allah kendisi mutlak olduğu için onu insanın sınırlı kapasitesi anlayamaz, ancak anahtarı varsa onları açabilir, Allah merhameti muktezası kendini anlamak isteyen insanın enesine anahtarlar koymuştur ve onları tanıması ve kullanmasını istemiştir.
Ene’ye yeni bir vasıf verir, nasıl tanıyacağı hususunda, o vahid-i kıyasi kelimesidir. Müşküller açan bir muamma, hayretverici bir tılsım, ve anahtarlar ile bir nebze anlatılan ene, şimdi tanımayı nasıl yapacağı konusunda bir alet edinmiştir, vahidi kıyasi. Kıyaslamak, kıyaslamak bir mantık muhakeme kanunudur, iki şey birbiri ile kıyaslanır değerleri ortaya çıkar. İnsan bir kıyas unsurudur, bir cetvelin dünyanın etrafını ölçmesi kıyas ile olur, bir terazi birçok ağırlığı kıyas ile yapar, iki şeyin birbirine olan durumu kıyas ile olur. Kıyas bilimin önemli aletidir.
İnsanın her şeyi verilidir, kendinin olan bir şey yoktur, ama ona verilen kıyas edebilme özelliği bir kurmaca, yani farz ve tevehhüm tarz ındadır. İşte zihinde kurulan Vehmi ve farazi kıyastan Allah’ın evsafı ve şunatı bilinir. Çünkü insan kendinde olan değerlerle bir vehmi kıyas yapabilir. Bunlar geometri de ki farazi hatlar gibi kıyaslama unsurlarıdır.
Bediüzzaman, bir sual ile kıyasın nasıl yapılacağını anlatır. Kıyası yapacak olan enaniyettir. Ene kelimesi ile gelen bahis birden enaniyet kelimesine döner. Ne demek enaniyet, enaniyet benlik demektir, insanın bağımsız kimliğidir. Benlikçilik anlamına gelen enaniyetten farklıdır burada kelimenin kullanımı, burada kelime benlik manasında kullanılmıştır.
Bediüzzaman mutlak ile enaniyet arasındaki kıyaslamayı anlatır. Önce mutlak olanın karakterini anlatır. Mutlak ölçülmeyen sınırı olmayan, kayıtsız, sınırsız, olandır. ”Mutlak ve muhit olan bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. “ mutlak ölçülemez peki o zaman mutlak nasıl bilinecektir. Bir an karanlığın olmadığını farzeder, o zaman ışık nasıl bilinecektir. Yani bir an ışığı mutlak sınırsız olarak görünce ışık o zaman nasıl bilinecektir. illa karanlık, zulmet olacaktır, ta ki ışığa kıyasla ışığın varlığı bilinsin. “Mesela zulmetsiz daimi bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmi bir karanlık ile bir hat çekilse o vakit bilinir” Çok güzel bir kıyaslama yapmış, ışığın bilinmesi için karanlığın varlığını söylemekle, mutlakın bilinmesinde de enaniyet aynı kıyası yapar. ”Ne vakit hakiki veya vehmi bir karanlık ile bir had çekilse o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret , Hakim ve Rahim gibi sıfat ve esması, muhit hudutsuz şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazi ve vehmi bir haddi çizmek lazım geliyor. Onu da enaniyet yapar. ” İki malikiyet ve iki rububiyet, iki kudret ve iki ilim karşılaştırılır.
İnsanın malikiyeti vehmi, ona verilmiş geçici bir malikiyettir.
Allah’ın malikiyeti ise hakiki malikiyettir, insanın malikiyeti zahir görünüşte bir malikiyettir.
İnsandaki kudret ve ilim de mevhumdur, verilen ve alınan bir kudret ve ilimdir. Ama tasarruf hakkı insana geçici verilmiş ilim ve kudrettir.
İnsanın sanatı kesbi sanatcıktır, kendi yaptığı sanat dahi olmayan sanatcıktır. Bediüzzaman burada cık küçültme eki ile o sanatı hakkı olduğu şekilde küçümser. Çiçeklerle, yapma çiçekler gibi. Daha çok şey. Ama Allah’ın sanatı ise ibda-ı sanattır. Yani örneksiz, çok güzel, kıyasla doğmamış, ilk yaratılışında en güzel olandır. Bulutları yapan bir ressamın sanatı sanatcıktır, ama o bulutları yaratan ibdaı sanattır, öncesi sonrası güzelliği ona aittir, kıyasla doğmamıştır.
Enaniyet” kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir malikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vazeder. “ Buraya kadar benim bundan sonra O’nundur, ” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile (burada da küçültme eki kullanır ) onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Mesela daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle daire-i mümkünatta Halıkının Rububiyetini anlar ve zahir malikiyeti ile Halıkının hakiki malikiyetini fehmeder ve “Bu haneye malik olduğum gibi Halık da şu kainatın malikidir” cüzi ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbi sanatcığıyla O Sani-i Zülcelal’in ibda-ı sanatını anlar. “
Ene risalesi çok muntazam ve gittikçe açılan bir yapıda kaleme alınmış, ene ile ilgili açıklamanın son kısmı bahsi çok daha geniş bir şekilde eneye yeni tarifler ve tanımlar getirilerek yapılmıştır, burada hem eneyi farklı perspektiften tarif eder bir de nasıl vahidi kıyasi yapılacağına dair örnekler vererek bahsi netleştirir. ”Mesela, ben bu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hakeza . . Bütün sıfat ve şuunat-ı ilahiyeyi bir derece bildirecek gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfat ve hissiyat ene de münderictir. Demek ene ayinemisall ve vahid-i kıyasi ve alet-i inkişaf ve mana-yı harfi gibi, manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-ı insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i ademiyetin kitabından bir elifdir ki o elifin iki yüzü var. Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fail değil, icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o faildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti harfiyedir başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaif ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbirşeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını gösteren mizan ül hararet ve mizan ül hava gibi mizanlar nevinden bir mizandır ki Vacib ül Vücud’un mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfatını bildiren bir mizandır. ”