Dükkan yolumuzun üzerinde, bir esnaf arkadaşın dükkânın karşısında küçük bir köpek barınağı var. Her gün onlara özel yiyeceklerle besliyor, bakımlarını yapıyor. Hayvanları ara sıra barınakta görmediğimde, esnaf arkadaşa nerede olduklarını soruyorum. "Hocam bunlar yemek saatlerine alıştılar, gidip geziyorlar, yemek saati geldiğinde geliyorlar, yiyeceklerini yiyorlar." demişti. Biz de köylü olduğumuzdan biliriz. Hayvanın ona birkaç defa tekrar ettirilen yiyecek yeri ve saatini, o saat civarlarında o mekâna gitmeyi akledecek kadar bir zekâsı vardır. Yapabileceği bu kadar işte, devamını getiremez hayvan. Neyin devamını getiremez? Bu yiyeceği kim, niçin, hangi maksatla getirip veriyor? Niçin her gün veriyor, bundaki derin sır ve incelik nedir? Bu suallerin cevaplarını bekleyemeyiz ondan. Bu soruların cevaplarını kimden bekleriz? Aklı ve muhakemesi olandan değil mi? Aklı olan da bunu yapmazsa, hangi duruma düşmüş olur, varın siz hesab edin.Komşu, her gün bir sürü masraf ve emekle yiyeceğini getiriyor, hayvan bunu tüketiyor. Devamı yok. Sadece barınağa girip uyumak, yatmak. Sonrasında, yine kalkıp yemek ve yatmak.
Yolumuzun üstünde olunca dikkat çekmemesi mümkün değil. Sevimli hayvanlar, rızıklarına kavuşunca, her şey onlar için dört köşe oluveriyor. Geçenlerde biraz ilgilendim bu misafirlerle. Öyle ya onlar da birer misafir dünyada. Enaniyetsiz, şuursuz, sualsiz, mesuliyetsiz misafirler. Kendi âlemlerinde birer küçük dünyaları var muhakkak. Kısa süreli zevk ve ızdırap hâlleri yaşadıkları belli. Geçmişten gelen pişmanlıkları ya da geleceğe ait endişe ve beklentileri, akıllarına ilişen bir ölüm korkusu, kötü haber kokusu yok. Ayrılık acıları ve kavuşma sevinçleri anlık.
Biraz tefekkürle bakınca, onlardaki yokların çoğaldığını görüyoruz. Gözler var ama ibret ve fikret yok. Kulak var ama zar duyarsız, sesleri anlamlandıramıyor. Dil var ama teftiş kabiliyetinden mahrum. Burun var fakat temyiz ve tefrikten habersiz. Yokluk karanlıklarında kalmamışlar, ademistandan geniş ve nuranî varlık ülkesine kavuşturularak, başta vücut, hayat ve devamında birtakım hissiyatlarla donatılmışlar fakat akıl ve fikirleri olmadığından, var olan hissiyatları gelişememiş. Ne istikbale inkılab etmiş geçmişe uzanabiliyorlar ne de geleceğin semasına uçabiliyorlar. Her şeyleri dakikalara sığabiliyor. Hatta az sonra bıçak altında yatacak bir hayvan bile, o anda bulabildiği bir otun peşine düşecek kadar anlık yaşayabiliyor.
Hayvandan, önüne konulan yiyeceği her gün kimin, niçin verdiğini, onun bu hizmeti karşısında ona nasıl bir karşılıkta bulunması, en azından ona minnettarlığını ifade etmesi için mantık ve muhakeme yürütmesi, sebep-sonuç hesapları yapması beklenir mi? Beklenemez. Niçin beklenemez? Çünkü hayvan bunu yapacak, yapabilecek seviyede bir akıldan mahrum. Neticede ona böyle bir merak ve mükellefiyet de verilmemiş. Ondan istenen, kabiliyetine göre vazifesini yapmak. O da bunu itirazsız yapıyor zaten. Teşekkürü, minnettarlığı, onun rahatının devamı, hatta aldığı ücret de büyük şevk şeklinde yaptıkların içine konulmuş. Onun için hiçbir hayvan itiraz etmeden vazifesine koşar. Hatta cansız maddelerde bile bunu görmek mümkün.
Mantık ve mahkeme yürütme, sebep-sonuç irtibatı kurma, varlığını ve varlık sebebini sorgulama ancak akılla mümkün. Böyle bir akıl da önüne nihayetsiz yükselme ve alçalmayı tercihle insana verilmiş. İşte böyle "bir akıl ve fikir sebebiyle insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir." Böylece "insanın bir ferdi sair hayvanatın bir nevi hükmünde" bir keyfiyete bile çıkmış. Mesela beş yüz koyun veya üç yüz deve arasında anlama, kavrama, red ve inkâr etmek gibi aklî melekeler bakımından ne kadar fark vardır? Beş yüz maymun aklını toplasan, bir çivi çakma ya da bir kelimeyi yazma kabiliyetine erişebilir mi? Bu, neyi gösterir? İnsan mantık ve muhakeme yürütmelidir. Sebep sonuç ilgisi kurmalı ve kendindeki bu yüksek keyfiyetin hakkını vermelidir.
Buraya kadar anlattıklarıma, biri bizzat konuştuğum biri de uzaktan dinlediğim iki genç arkadaşın iddia ve inkârları sebep oldu. Uzun bir süre içinde değişim ve dönüşümle insanî keyfiyeti tesadüfen kazandığımızı iddia eden genç arkadaşımızı ikna için, üç saata yakın anlatılan marifet nurları "enesindeki karanlık noktada" sönüyor ve boş bilgi yığınına haline geliyordu. Hayvanda olmayan, sadece insanda olan muhakeme ve akıl, küle dönüyor, sebeplerden sonuçlara uzanamıyordu. Akıl bütün bunları hazmetme ve ilim ve fikir haline getirmeye yarayacaktı ama bunu yapamıyordu. İnsanın kendini tanıması, haddini ve hattını bilmesi için, ruhuna takılan "benlik, ben deme, üzerindeki hakiki sahibi olmadığı mülke sahip çıkmayı ifade eden" ene, yaratılış gayesini ve şifresini unutunca, dışarıdan gelen marifet bilgilerini tasdik edemiyor, gelen ilim, nur ve hikmete dönmüyor, dönemiyordu. O ilim bir nevi zulmete, abesiyete dönüyor, ene, o ilim için bir "karadelik" oluveriyor.
Tabiatı, tesadüfü yerle bir eden hikmet ve tevhidi aklın önüne koyan şahane ispat ve izahlar, "sonsuzda bir olsa da tesadüf de olabilir, başka şekilde de olabilirdi" gibi akla ziyan bahanelerle onun nazarında bir anda yok oluveriyor. Vahşi, adetlerinde mutaassıp bir kavim içinde zuhur eden fakat bütün beşere nefes aldıran, kavi ve cihanşümul kaide, ilmî ve amelî düsturlarla iki cihan saadetini bilfiil temin eden ve etmiş İslamiyet ise, "bir beşerin ortaya koyabileceği sıradan basit bir din" nitelemesi ile bir anda nazardan saklanabiliyor. İşte akıl ve mahkemenin bittiği nokta burası. Halbuki bize akıl verilmiş, akılla sebeplerden neticelere gitmemiz gerekiyordu. Bunu yapmayınca insan, işte o nefsine takılan ene, marifeti zulmete çeviriyordu.
İnsanın akıl, vicdan, cesaret, merhamet, şefkat gibi maddî şeyler ile ilgisi ve izahı olmayan yüksek keyfiyetle donatılan ruhu, beyin hücrelerinin faaliyeti ile izah etmek mümkün mü? "Ebed arzusu ve sevdiklerinden ebedî ayrılık acısı" ise, bir kenarda kalsın diyebileceğimiz ehemmiyetsiz bir yanımız mıdır? Bu uzun müzakeredeki genç arkadaşınızın zihni, felsefenin buz gibi soğuk, Kur'an'ın hidayet iklimine yabancı, her şeyi kör, sağır, kötürüm sebeplere veren tantanalı ve tumturaklı izahlarla kirlenmiş ve bir türlü onların esaretinden kurtulamamış. Böyle bir felç hali yaşayan zihin, başta Hazret-i Peygamberin (Aleyhisselam) ve Onun nuranî semasının binlerce yıldızının bizzat ve keşfen gördükleri, yakînen bildikleri tevhid hakikatini, maneviyat ve ruh dünyasından uzak, kendilerine bile çare bulamamış birkaç Batılının fikirlerine feda edebiliyor malesef. Bu da ebedi felaketi netice veriyor böylece.
Evet dostlar, hidayet ve hediye aynı kökten gelen iki kelime. Hediye kime verilir ya da rastgele verilir mi? Elbette ki hak edene verilir ve rastgele verilmez. Allah, hidayet hediyesini aklını kullananlara, hak edenlere, meylini kullananlara verir. Aklını kullanmayanları ise Yunus Suresinde buyurduğu gibi, pisliğe mahkum eder.
Selam ve dua ile.