“Ene”yi tüm vecihleri ile bir makaleye sığdırmak mümkün olmadığından bu makalede sadece ontolojik olarak bakacağız. Ene varlık âleminde nerede durmaktadır? Mahluk mudur, harici vücudu var mıdır? Mec’ul mudur? Kendi başına bir şey ifade etmekte midir? Bu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız. Bu çalışmada öncelikli kaynağımız Risale i Nur Külliyatı olacak.
Risale i Nur külliyatından Sözler adlı kitapta enenin bir vâhid-i kıyasi olduğu söyleniyor. Vâhid-i kıyasî, bir şeyi ölçüp tartarak ne olduğunu anlamamıza sebep olan ölçü aleti demektir. Vâhid-i kıyasinin hakiki bir mevcut olması gerekmez. Nitekim Üstadımız u konuda şöyle buyuruyor:”vâhid-i kıyasi, bir mevcud-u hakikî olmak lazım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.”
Demek enenin vücudu matematik ilmindeki farazî hatlar gibi farazîdir. Yani kudretin haricî vücut giydirdiği bir mahluk değildir. Bunun nedenlerinden birisi şu olmak gerektir ki; ene Cenab-ı Hakk’ın Rububiyyetinin, sıfat ve şuûnatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak numuneleri câmidir. Yani Allah’a ait sıfat ve şuûnatın numuneleri onda vardır. Öyle ise eğer ene mahluk olsa ‘lâ şerike lehu’ kaidesi iskat olur. Âdeta ikinci bir ilah gibi olur. Bu sebeple enenin harici vücudu olması mümkün değildir. Çünkü Allah’ın şebihi, naziri yoktur ve olamaz. Dolaysıyla Allah’a ait vasıfları kendinde taşıyan bir şeyin hakiki var olması mümkün değildir.
Öyle ise enenin varlığı ancak farazî bir varlıktır. Peki biz farazî mahlukun ne olduğunu biliyor muyuz? Mesela küre i arz üzerinde zaman ve mekan hesaplamalarını yapabilmek için paralel ve meridyenler çiziyoruz fakat yolda yürürken hiç bunlara rast gelmiyoruz çünkü onlar gerçekte yoklar, sadece zaman ve mekan hesaplamalarının yapılabilmesi için onların varlığını farz ediyoruz. Onların bizzat varlığı, harici vücudu yok.
İşte enenin varlığı da buna benziyor; kendi zâtı itibariyle yok, sadece Allah’a ait sıfat ve şuûnatın bilinmesi noktasında kullanılıyor. Yani manay-ı ismî ciheti ile yok, manayı harfî ciheti ile bir vazifesi var. Nitekim Üstadımız yine otuzuncu sözde şöyle buyuruyor: ”demek ene, Âyine-misâl ve vahid-i kıyasî ve alet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; mânası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i ademiyetin kitabından bir eliftir…”
Bunu bir misal ile açalım; ‘ben görüyorum’ dediğimizde ‘görmek hakikîdir ve Allah’ın el-Basir ismine ait bir nakıştır ‘ben’ ise farazîdir, sadece Allah’ı Basir olarak tanımamıza sebep olan bir ölçü aletidir. Dolayısıyla ene Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmek için verilmiş bir emanettir.
Madem ki enenin varlığı, kendisine kudret taalluk etmemiş farazî, vehmî bir vücuttur, öyle ise enenin mec’ul olduğunu söylemekte bir beis yoktur. Mec’ul; kendisine kudret taalluk etmemiş vehmî ve itibari vücut manasına gelmektedir.
Sonuç olarak enenin ontolojik konumu hakkında şunları söyleyebiliriz; ene kudretin taalluku ile ademden vücuda çıkarılmış sabit bir vücud değildir ancak mec’uldur, vehimî ve farazî bir vücudu vardır. Sani-i Hakîm kendisini tanıttırmak ve bildirmek için bir emanet olarak insanın eline vermiştir ve Rububiyyetinin, sıfat ve şuûnatının numunelerini câmidir. İnsan ancak enenin farazî ve vehmî vücudu ile Allah’ı bilebilir ve bulabilir. Vâcib’ül vücudun ayinesi ne kadar vücuttan uzak olursa o kadar câmi ayine olabilir. Vücudun en yüksek mertebesi olan Vâcib’ül vücut Zât kendisini böyle bir farazî vücut ile kullarına tanıttırmayı irade etmiştir.