Enflasyonla Mücadele

Erdem AKÇA

Bütün ülke ekonomilerinde karşılaşılması kaçınılmaz bir olgu enflasyondur. Bu kelime İngilizcedeki “inflate” (şişirmek) fiilinden türetilmiş olup bir piyasadaki fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak artması manasındadır. Mukabili olarak kullanılan deflasyon ise, bir piyasadaki fiyatlar genel düzeyinin sürekli azalmasına verilen isimdir. Artış ve azalış şeklindeki art arda gerçekleşen fiyat dalgalanmalarına iktisad dünyasında enflasyon denilmemektedir. Enflasyon esnasında, piyasada bir canlanma olduğu için bazı iktidarlar yüzde 20-30 hatta yüzde 60’a kadar enflasyona müsaade ederler. Turgut Özal’ın Başbakan olduğu yıllarda ülkemizde bu seviyelerde bir enflasyona aynı gerekçe ile müsaade edilmişti. Nadir bir durum olarak enflasyon ile işsizlik aynı anda görünebilirler. Bu durumda bir ekonomi, bunalım dönemine girer. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın sebebi bu çetrefilli manzaraydı. İktisad literatürü, enflasyon ve işsizliğin birlikte zuhuruna “stagflasyon” adını verir.

Enflasyon, oran şeklinde gösterilir. Oranın büyüklüğüne göre farklı isimler alır. Yüzde 2-3 oranında bulunan enflasyona “doğal enflasyon” veya “ılımlı enflasyon” adı verilirken yüzde 10-100 arası oranlardaki enflasyon “dörtnala enflasyon” olarak, enflasyonun yüzde 1000 seviyesini bulduğu düzey ise “hiper-enflasyon” şeklinde isimlendirilir. Türkiye’de hiper-enflasyon hiç olmamıştır. Dünya genelinden örnek verirsek: Almanya’da Ekim 1923’te enflasyon yüzde 29.500; Yunanistan’da 1946 yılında enflasyon yüzde 13.800 olmuştur. En yüksek düzeyli enflasyon Zimbabwe’de Kasım 2008’de yaşanmıştır: Yüzde 79.600.000.000.[1]

Enflasyon bütün piyasalarda geçerli ve bütün insanlığı ilgilendiren bir olgu olduğundan, enflasyonun meydana gelmesine yol açan arzın azalması veya talebin artması gibi ana sebeplerden biri veya bir kaçı ortaya çıktığında fiyatlar genel düzeyinde sürekli bir artış da zuhur etmiştir. Mesela kıtlık baş gösterdiğinde… Arkeolojik veriler bize M.Ö. 1500-1600 yıl öncesi civarında Orta Doğu’da meydana gelmiş Büyük Kıtlığın varlığını, ekonomik ve sosyolojik etkileri ile bildiriyor. Kur’an bu kıtlığı Hz. Yusuf’un (AS), Aziz (Mâliye Bakanı) olduğu Mısır ve İktidarı merkezli olarak ihbar eder. Bu manada tarih bilimi ile din bir bütünlük arz eder.

Tarihçi İbn-i Hişam, bir tarihte Yemen’de sellerin üzerini açtığı bir mezar bulunduğunu ve mezarın içinden boynunda 7 kat inciden oluşan bir kolye ve parmaklarında yakutlarla süslü yüzükler bulunan bir kadın cesedi çıkarıldığını yazar. Ayrıca, üzeri yazılı olan bir tahta bulunduğunu da söyler. İngiliz Tarihçisi Charles Forster, bu kitabeyi şu şekilde tercüme eder:

“Himyer’in Tanrısı’nın adıyla,
Ben, Zû Şefar’ın kızı Tecâ.
Kâhyamı Yûsuf’a gönderdim.
Dönmesi gecikince, bir miktar gümüş ile,
Câriyemi gönderdim; bana biraz un getirsin diye...
Unu temin edemeyince, bir altın gönderdim.
Bu şekilde de temin edemeyince, bir miktar inci gönderdim.
Yine de temin edemeyince, öğütülmelerini emrettim.
Bundan da hiçbir kazanç elde edemeyince, buraya kapatıldım.
Her kim beni işitirse, derdime ortak olsun.
Ve kendini benim ziynetlerimden biriyle süsleyecek kadının ölümü benimkinden iyi olmasın.[2]

Kıtlık ve enflasyonun şiddeti, o yılları Arabistan halkı için unutulmaz kılmıştır. Meşhur Coğrafyacı Hemdânî, el-İklîl (Taç) isimli eserinde Arabistan’daki ünlü tarihî kalıntıları sıralayıp bunları Sıfâtu Ceziretü’l-Arab isimli eserinde kısaca tasvir ederken, İslam öncesi dönemde Yemen Kralı’nın bir dağın tepesine inşa ettirdiği “Na’it Kalesi”nin[3] içinde daha sonraları Tabiîn’den Vehb bin Münebbih’in çözdüğü şu kitabenin bulunduğunu söyler: “Bu âbide, buraya, hububatımızı Mısır’dan getirdiğimiz bir zamanda dikilmiştir.

Enflasyon, arz ve talep kanunlarına dayanan doğal bir hakikattir. Arz miktarının doğal veya sun’î sebeplerle azalması veya göç ve saire sebeplerle nüfusun artması veya çeşitli gerekçelerle talebin yükselmesinden dolayı fiyatlar genel düzeyinde görülen sürekli artıştır. İktisad sahası âlimleri yüzde 2-3 veya yüzde 5-6 seviyesindeki enflasyonu ülkeler ve ekonomileri açısından rahatsızlık uyandıracak bir seviye olarak görmedikleri için “doğal enflasyon” olarak isimlendirirler. Ekolojik dengenin gereği, insanlık dünyasının terbiyesi, nimetlerin kıymetlerinin bilinmesi ve şükrün hakiki manada yapılması için İlâhî İrade, rızık arzını Yusuf suresinde işaret edildiği üzere 7’şer yıllık periyodlar dâhilinde dalgalandırır. Bu dalgalandırma, bolluk-kıtlık şeklinde fiyat hareketlerine sebebiyet verir. Bu dalgalanma kıtadan kıtaya, ülkeden ülkeye değişiklik arz etmekle birlikte tarih boyunca sürekli görülmüştür. Bu dalgalanmalar, hayattaki monotonluğu kırıp ömrün lezzetini tattırdığı gibi; yokluk ve darlık yaşattırarak da nimetlerin hakiki kıymetini hissettirerek gerçek manada şükrettirir. Bolluğun verdiği refah ekonomisi algısını ve israfı engeller. İnsanları minimalist bir mantık ve şuur ile maddi imkânlardan istifadeye ve iktisada sevk eder.

Hz. Peygamber (ASM) ve Hz. Ömer dönemlerinde farklı şiddette 2 kıtlık meydana gelmiş ve neticede fiyatlar hızla yükselmeye başlamıştır. Fiyatların yükselmesi üzerine halk, Hz. Peygamber’e (ASM) müracaat ederek: “Ey Resulullah (ASM)! Fiyatlar aşırı derecede arttı, narh koysanız (tavan fiyat)” dediklerinde Hz. Peygamber (ASM): “Narh koyan, bolluk ve darlık veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Mal ve canına yönelik bir zulmüm yüzünden herhangi bir kimse benden davacı olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem” şeklinde cevap verir.

İslam’ın getirdiği piyasa ekonomisi tam rekabet ve serbest piyasa ekonomisi olduğundan ve bu kıtlık, tamamıyla İlâhî kaynaklı gerçek bir arz eksikliğine dayandığından meydana gelen enflasyon spekülatif değildi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (ASM) fiyatlara müdahale edilmesinin İlâhî icraat ve terbiye sistemine bir müdahale; King Kanunu gereği eksik arzın doğurduğu yüksek fiyat ile üreticinin elde edeceği haklı kazancı bir engelleme olacağından devlet başkanı olarak narh koymaya kalkışmamıştır. Fakat böyle durumlarda devletin halk lehine yapabileceği bir uygulama olarak, ithalatı teşvik etmiştir: “Karaborsa yaparak fiyatları yükselten lanetlenmiş; câlib (yurt dışından mal celbeden) ise rızıklandırılmıştır” der.[4] Ayrıca satıcı maliyetini azaltmakla fiyatları nisbeten düşürmek için pazar vergisi alınmasını yasaklamış; şehirlerarası mal sevkiyatı esnasında alınagelen ve zulüm özelliği taşıyan iç gümrük vergilerine (meks) izin vermeyip bunları toplayanları (mekkâs) da lanetlemiştir.[5]

Bu kıtlıktaki fiyat seviyesini belirtmek için sahabeler “galâ” tabirini kullanırlar. Tarihçi Dımaşkî, Arapça’da fiyat hareketlerine dar kavramları açıklarken alım-satıma konu teşkil eden her şeyin bilirkişiler nezdinde belli bir ortalama fiyatı olduğunu ve bunun üzerindeki artışlara derecelerine göre farklı isimler verildiğini söyler. Az bir hareketlenmede “taharrake si’ruh” (fiyatı oynadı), bunun üzerindeki artışlarda ise sırası ile “kad nefak”, “irtekâ”, “galâ” ve “tenâhâ” (son derece yükseldi) fiillerinin kullanıldığını belirtmektedir. Onun 5’li tasnifinde “galâ” fiili dördüncü sırayı aldığına göre fiyat artışlarının gerçekten rahatsızlık verici düzeylere erişmiş olduğu hadis metninden anlaşılmaktadır.

Hz. Ömer devrindeki kıtlık ise çok şiddetliydi. Kırsal ve köy kesimindeki halk Medine’ye sığınmıştı. Bu durum ise, talep miktarını daha da yükseltmiş; fiyatlar ileri derecelere kadar artmıştı. Hz. Ömer bu durumu giderebilmek için Mısır’daki vâlisi Amr bin As’tan Medine’ye temel ihtiyaç maddelerinden göndermesini talep eder. Ulaşımın hızlanması ve kolaylaşması için Nil Nehri ile Kızıl Deniz arasından bir kanal kazılmasını teklif eder.[6] Kanal kazılır ve kanal üzerinden aktarılan mallar Câr Limanına getirilir. Halk, karneye bağlanarak ihtiyaç maddeleri kendilerine dağıtılır. Hz. Ömer’in bu tedbiri Medine fiyatlarını Mısır’daki fiyatlar seviyesine kadar indirmeye yol açmıştır. Halife’nin bu uygulaması, devletçe yapılmış bir narh değil; ülke kaynaklarının bir bölgeden diğer bir bölgeye aktarılmasından ibarettir. Onun bu uygulaması, Hz. Osman döneminin sonuna kadar devam etmiştir. Osmanlı ekonomisi, Hz. Ömer’in bu uygulamasını örnek alarak fiyatların spekülatif şekilde dalgalanmasını engelleyecek tarzda bilirkişiler eşliğinde fiyat belirleme komisyonları kurmuştur. Ticari sınırlar dahilinde halkın istifadesini artırmaya çalışmıştır.

Hz. Peygamber döneminden Hz. Ali döneminin sonuna kadarki yaklaşık 40 yıllık enflasyonu gözlemleyebileceğimiz bazı fiyat verileri şu şekilde:

Dirhem, 2,975 gramlık gümüş paraya verilen isimdir. Dinar ise 4,25 gramlık altın paranın adıdır. Osmanlı döneminde gümüş paraya, “akçe” ismi veriliyordu.

Hz. Peygamber (asm) fiyat yükselişinin tamamen İlahî İrade’nin kontrolünde olan fıtrat düzenine bırakılması gerektiğini uygulamalarıyla göstermiş; karaborsa şeklinde spekülatif yükselişleri engellemek için maddi ve manevi tedbirler almıştır. Maneviyat üzerine temellenen İslam ekonomisi açısından karaborsacılığın manevi ve uhrevi mes’uliyetini anlatmak için birçok söz söylemiş, karaborsa yapan kişiyi şu sıfatlarla sıfatlandırmıştır: “Günahkâr, sapkın, Allah’ın zimmetinden uzak[7], mel’un, cüzzam ve iflasa müstehak, katil ve Cehennemlik, elîm bir azaba düçar, mülhid, fî sebilillah çalışan insanlardan soygunculukla elde ettiği bu kazancını sadaka olarak bile verse kabul edilmeyen, fiyatlar yükselince zevklenen, düşünce üzülen kötü bir kul…[8]

Hz. Peygamber (ASM) bizzat kendisinin başlattığı hisbe teşkilatı ile pazarları teftiş ederek ürün denetimi yaptığı gibi sun’î fiyat yükselişlerini engellemek için malların tekelde toplanmasını önleyecek tedbirler de almıştır. Tâ mal ve hizmetler, ondan istifade edecek kişilere gerçek fiyatında ulaşabilsin.

Osmanlı Dönemine baktığımızda fiyatlar genel düzeyinin son derece sâkin bir akış içinde cereyan ettiğini görüyoruz. Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu bu durumu şu örneklerle ifade eder: “1489-1617 yılları arasındaki 127 yıl içinde Edirne’de belli başlı gıda maddelerinin fiyatlarında yüzde 334,4’lük bir artış, İstanbul’da ise 1489-1606 arasından 116 senede yüzde 372,8’lik bir artış olmuştur. Bunların yıllık ortalamaları sırasıyla yüzde 1,2 ve yüzde 1,4’tür.” Tabakoğlu Hoca, bazı malların satış fiyatı olarak yıllar itibariyle şöyle rakamlar vererek fiyat artış seyrini bize sunar: (Rakamlar akçe olarak kaydedilmiştir.)

1 Okka, günümüz ölçüleriyle 1.285 grama tekabül eder. 1 kile ise, 20 okka olup 25,700 kilograma denk gelmektedir.[9]

Enflasyon, ülke para biriminin değer kaybetmesi, paranın satın alım gücünün azalmasıdır. Bu manada Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu, 1326-1740 yılları arasında Osmanlı’da 1 akçenin yıllık ortalama değer kayıp oranı yüzde 0,2 olduğundan Osmanlı’daki fiyat hareketlerinin enflasyon olarak değerlendirilmesi mümkün görünmemektedir, der.[10]

Osmanlı devletinin kıtlık v.s. doğal sebeplere, spekülatif saldırı ve dünya ekonomisindeki gelişme ve değişmelere rağmen fiyatlar genel düzeyinde asırlarca sağladığı bu sükunetli düzeyin arka planında birkaç unsur yatmaktadır:

a) Esnaf Denetimi… Ahilik teşkilatı ve esnafa verdiği fütüvvet ahlakı kişilerin piyasa fiyatlarını şahsî iradelerine göre dalgalandırmalarına izin vermediği gibi, ürünlerin kalite kontrolü ve standartlaşmasına da yardımcı oluyordu.

b) Hisbe Teşkilatı… Devletin görevlendirdiği muhtesipler hem ürün denetimi, hem fiyat denetimi yapıyor; fiyat yükseltme veya aşağı fiyata satma gibi durumları engelliyorlardı.

c) Narh Sistemi… Devlet görevlilerinin oluşturacağı bir komisyon tarafından, belirli kalitedeki bir malın fiyatı her esnafta aynı olacak şekilde bir rayiç bedel tayin ediliyordu. Malların fiyat farklılığı esnafa göre değil kalitesine ve özelliklerine göre değişiyordu.

Enflasyonun günümüz Türkiye’sini meşgul eden ana sebeplerinden birisi üretim maliyetinin yüksekliğidir. Üretici, yüksek maliyetle ürettiği için, düşük fiyata ürününü satamıyor. Satamadığı için fiyatlar ister istemez belirli seviyeden aşağı inemiyor. Bu ise, tüketicinin elde ettiği gelirin ister istemez alım gücünü düşürüyor. Bu ise, bir enflasyondur. Devlet, her ne kadar çiftçiyi ve tarımı desteklemek için teşvikler, sübvansiyonlar verse de bunlar üretim maliyetini ciddi oranda düşüremiyor.

1998-2003 yılları arasında ziraat teknisyeni olarak Tarım Bakanlığı’nda İç Anadolu’daki bir ilimizin bir ilçesinde çalıştım. Çalıştığımız süreç zarfında çiftçilere yönelik devletin bir destekleme uygulaması vardı. Bizler de yetkili kişiler olarak, ekili arazileri kayıt sistemine giriyor, kişilerin destekten yararlanması için uğraşıyorduk. Fakat kontrol noktasında yetersiz imkânlarımızdan dolayı ve sürecin hızlıca gelişmesinden dolayı, “beyan esastır” gereği birçok ekili olmayan yer için ekilmiş kaydı girdiğimizi, tarlayı eken kiracıların değil de tapu sahiplerinin destekten yararlandığını sonradan öğrendik. Bu durum da destekleme uygulamasının gereken sonucu vermemesine yol açtı.

Çalıştığım ilçe, kurak bir yerdi. Her ne kadar yeteri kadar kar yağsa da, bahar ve yaz sürecinde çok nâdir olarak yağmur geldiği, kara iklimi hâkim olduğu için çiftçiler su ihtiyacı için kuyu açmaya mecburdular. Kuyu açmanın maliyeti, çalıştırmak için gerekli elektrik masrafı gibi ek maliyetler ilçede yetişen kaliteli elmanın, patates, buğday ve ayçiçeğinin fiyatını ister istemez yükseltmekteydi. Toptancıların elma ve patatesi tekellerine almaları, piyasaya belirli bir strateji ile ürünleri açmaları ise fiyatların yükselmesini kaçınılmaz hale getiriyordu.

Bu mecburi istikametten dolayı, tarım ülkesi olacak ve kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek yer altı ve yer üstü imkânları bulunan Türkiye, ithalata mecbur oluyor. İthal malın yerli mala göre daha ucuz olmasının ana sebebi, üretici ülkelerin dünya piyasasında satış yapabilecek şekilde maliyeti düşürecek bir destek ve teşvik politikası uygulamasıdır. Bunun temelini sağlayan şey ise zirai üretimin insanlık için zaruri bir ihtiyaç olduğu, teknoloji ve sanayiden daha öncelikli olduğunu kavramalarıdır. ABD gibi, sanayi ve teknoloji noktasında en ileri devletin ihracat gelirlerinin çoğunluğunun Tarım sahasında olması gösterir ki, aslî üretim canlılığı besleyen ve devam ettiren, zirai sahadadır. Hayatı süsleyen, güzelleştiren ve konforlu hale getiren sanayi ve teknolojide değil… Savaş, deprem ve umumi âfet gibi bir olağanüstü durum ortaya çıktığında zirai üretimin ne kadar âcil ve hayatî olduğu belirir. Bir Kızılderili atasözü bu meseleyi şu şekilde ifade eder: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.

Ucuza üretme, ürettiğini dünya ülkelerine pazarlama veya yurt içinde değerlendirme yöntemleri bulma konusunda Türkiye’nin AR-GE çalışması yapmaya çok âcil ihtiyacı olduğu gözle görünüyor. Üretimin bol olduğu yıllarda, pazarlanamadığı ve değerlendirilemediği için denize dökülen patates ve soğanlar halen hafızalarda acı bir tablo olarak duruyorlar.

[1] https://www.ktu.edu.tr/dosyalar/bmyo_1c674.pdf

[2] Seyyid Süleyman en-Nedvî, Kur’an-ı Kerîm’de Kavimler ve Toplumlar, Ad-Semud-Medyen, s. 24-25; Charles Forster,  Historical Geography of Arabia, c. II, s. 102-103.

[3] Tarihçi Yakut, bu kaleden Mu’cemu’l-Buldan isimli eserinde bahseder.

[4] Yurt dışından koyun getirip götürme işiyle uğraşan kişilere de aynı kökten “ celep ” denilir.

[5] Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 1015-1016.

[6] Taberî, Tarih, IV; İbnu’l-Esîr, el-Kâmil, II, 556.

[7] Bu sıfat Kur’anda sadece müşrikler hakkında kullanılır: Tevbe suresi, 3.

[8] Yukarıdaki fiyat bilgileri, Asr-ı Saadet’e ait diğer bilgiler ve bu hadisler Prof. Dr. Cengiz Kallek Hoca’nın Asr-ı Saadet’te Yönetim-Piyasa İlişkisi eserinden alınmıştır. Bakınız s. 148, 159, 219-230 v.d.

[9] Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisad Tarihi, 289-293.

[10] a.g.e. s.289.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.