Bizdeki laiklik ya da asker-siyaset ilişkileri gibi meselelerin gündemde kendisine yer bulabilme sıklığında olmasa da, Batılı ülkelerin durağan gündeminde hatırı sayılır bir sıklıkla gündeme gelebilen bir meseledir, yabancılar ve uyum-entegrasyon meselesi.
Özellikle de Almanya ve Fransa gibi, Türk ve Müslüman nüfusun belli bir yekûnu teşkil ettiği Batı ülkelerinde; ve “konuk işçilerin” pek de konuk olmadıklarının anlaşılmasının ardından üne kavuşmuş bir meseledir adı geçen bu mesele...
Öyle ki; bir tarafta, büyük çoğunluğu Anadolu’nun ‘ortadirek’ tabiriyle tarifini bulan kesiminden gelmiş insanlarının, aile bireylerini Batılı-Hrıstiyan ya da ‘Türkî’ ve ‘islamî’ olmayan her uygulamadan muhafaza “refleksi”...
Diğer yanda ise, örneğin Almanlar için; Almanya’da yaşamalarına rağmen toplumla ‘kaynaşmayan’, yeterince Almanca öğrenmeyen ve dahası, Batılı değerler için bir tehdit olduğu söylenilen bir inanışın simgelerinden de vazgeçmeyerek, aslında Alman ve Batı medeniyetine meydan okumakta olan yabancı insanlardan duyulan bir rahatsızlık ya da alınganlık...
Taraflarını, bu şekilde kendilerine göre haklılık argümanlarını daha epeyce uzatmanın mümkün olduğu iki kesimin oluşturduğu bir tartışmadır yani sözü edilen.
Ancak burada ilk olarak dikkat edilmesi gereken nokta, Eski İçişleri Bakanı Otto Schilly’nin: “En iyi entegrasyon asimilasyondur” şeklindeki tarihî gafı gibi örneklerde kendisini ele veren tarihî ve çarpık bir şuuraltının; her iki tarafın önyargılarını derinleştirmedeki yönlendirici etkisi olmalıdır. Zira bu etkiden hareketle olmalıdır ki, mesela aidiyetlerini ve özellikle de Müslüman özelliklerini muhafaza etmek isteyen her Türk, Arap ya da Kürt; kolaylıkla uyumsuz olmakla itham edilip, üzerlerinden siyasî rant sağlanacak ‘muhtemel tehlikeler’ olarak, modern Don Kişotlarca her fırsatta birer “yel değirmeni” kılınabilmekteler!...
Ama açık yüreklilikle söylemek gerekiyor ki, Avrupa’da ve Hristiyan bir toplumda yaşama uğruna, Müslüman değerlerinde herhangi bir gevşekliğe ya da zafiyete haklı olarak asla razı olmayan inananların da, daha fazla çaba göstermeleri gereken bazı önemli “meseleleri” bulunmakta. Sözgelimi, Batılı yaşam tarzının ve değerlerin tarihî kökenleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak; toptan bir kapanmışlık yerine yaşadıkları toplumu daha iyi anlamaya çalışmak; kendilerini ifade edebilecek vasıtaları edinebilmek; ve de haddi zatında saygı ve açıklık beklediğini söyleyen her Alman’ı ya da Fransız’ı da, potansiyel bir ‘haçlı askeri’ ya da bir misyoner papazı olarak görmemek gibi adımlar sayılabilir.
Ne var ki, bu adımlar içerisinde reel politik hayata ya da ülke gündemine etkisi bakımından, Müslümanların, üzerine yoğunlaşmaları gereken belki de en önemi adımlarından birisi ise; kendilerini “gerçekten” temsil edebilecek “kendi” temsilcilerini yetiştirebilme meselesi olarak göze çarpmaktadır!.
Zira son hadisede de görülebileceği üzere, bir politikacının Türk ya da Müslüman ismi taşıması; o kişinin aynı zamanda Türk ya da Müslüman toplumunun da bir temsilcisi olduğu anlamına gelmeyebiliyor. Eyalet düzeyinde de olsa, üst düzey bir makama gelebilme açısından Almanya’nın Türk kökenli ilk bakanı olan bir kişinin, daha ilk demecinde verdiği, "Alman devlet okullarında haç da yasak olmalı, türban da; çocuklar dinlerini içlerinde yaşamalı" türünden ‘veciz’ ya da daha doğrusu ibretlik çözümü, bu ülkelerde yaşayan Müslümanlar için, aslında bu konuda bir çok mesajı da bünyesinde barındırmakta.
Örneğin, ‘en azından’ böylesi olaylardan; o makamda, kökeniyle çelişmeyecek ve inanç özgürlüğünü bihakkın savunabilecek daha “bizden” bir yetkilinin olması gerekliliği üzerine, çok ciddi dersler çıkarabiliriz pekala.
Zaten yukarıda da değinmeye çalıştığımız hakkımızdaki önyargıların önemli bir sebebi de; Batılıların, bizleri daha çok, pek de “bizden olmayan” mensuplarımızın anlattıklarıyla tanıyor olmaları değil midir? Türkiye’deki zihindaşlarının fikirlerinden ve icraatlarından da destek alan bu “bizden olmayanların” Almanlar arasındaki “Türklerin ve Müslümanların temsilciliklerine”, yeterli ölçüde demokratik tepkilerle ve uzun vadeli gayretlerle artık bir son vermemiz gerekmekte.
Ondan da önemlisi, devşirmelerin ancak “devşirilmeye müsait” olanlardan çıkabileceğinin; ve bir kez devşirilmeye görsün, bunların kraldan daha çok kralcı olduklarının sayısız örneğinin, tarihin ibretlik sayfaları arasında fazlasıyla bulunduğunu da asla unutmamamız gerekmekte.
‘Entegre’ olduğunu ispatlama çabasından mıdır bilinmez, Başörtüsünün Haç gibi ‘kutsal bir dinî sembol’ değil de, bir ibadet olduğunu göremeyen bir “Türk”, beni temsil etmemeli. Ve etmiyor da!
Tıpkı, Haç’ı, hem de Hıristiyan bir ülkede yasaklatmanın ne derece insanî ve dinî özgürlüklere zıt olabileceğini umursamadan söz söyleyebilenlerin, beni temsil edemeyecek olmaları gibi...
Başörtüsü de, Haç da, Kipa da, minare de, din eğitimi de yasaklanamaz. Bunu savunan bir Türk ismi taşısa da, seçildi diye ‘Türklüğümüz kabarsa’ da, bu böyledir!...
O halde, bu ‘örnek’ entegrasyon vakalarının, entegrasyonun bu olmadığını ve bunu gerektirmediğini o makamlarda savunabilecek “Türkleri” ya da “Müslümanları” aramızdan çıkarabilme gayretlerimize hız katmasını diliyorum. Çünkü bu ülkelerdeki insanların, bizleri bunca zaman ‘Modern Müslümanların’, solcu ‘aydınların’ ya da ‘çağdaş’ ailelerden gelenlerin anlattıklarıyla tanımalarının sonuçları, umarım artık yeterince uyarıcı olmaktadır bizler için. Bundan dolayı, kökenini ve mukaddesatını hakkıyla temsil edebilme gayretine sahip dirayetli ve ehil kuşaklarımızın önündeki, -en azından- kendi ördüğümüz duvarları kaldıralım. Çocuklarımızın eğitimine asla bir zorunluluk ya da hobi muamelesi yapmayalım.
‘Avrupa İslam’ı’ tabirinin, Avrupa’da İslam’ı yaşamayı gaye edinen ve bunu da yaşantısıyla ispatlayan “Avrupa Müslümanlarınca” yeterince ortaya konulabilmesi; bu tabirin, en başta bir sosyal ve tarihî gerçekliği ifade ettiğini de, pek çok zihne kabul ettirecektir.
Söz konusu örnekler, bu konudaki gayretleri boş hatta yanlış görenlerimizin dikkatlerine de, ayrıca sunulur...