Entümül Fukara (Siz fakirsiniz)

Habibi Nacar YILMAZ

Fakirliğin ölçüsü nedir? Yani iktisaden ve fıkhen kim fakir sayılır? Ya da hepimiz tümden fakir miyiz? Cenab-ı Hak Kur'an'da benim tespitim kadarıyla iki yerde "Siz fakirsiniz, ben zenginim." buyurduğuna ve ayrım yapmayıp bütün insanlara "fakirsiniz" diye hitap ettiğine göre, bugün dünyanın sıralı zenginleri arasına girenler de o zaman fakir midir? Zengin olan yok mu öyleyse dünyada? Dünyada göreceli olarak zengin fakir dediğimiz herkesin, sanki büyük bir deneye tâbi tutulduğu ve varlıkların eşitlendiği bu günlerde, isterseniz biz de küçük bir zenginlik sıralaması deneyi yapabiliriz.

Bunu yaparken Trabzon'daki ilk yıllarımız aklıma geldi. İlk yıllarımda birlikte kaldığımız ve benim risale okuma tarz ve düzenimi kendisinden örnek aldığım matematikçi Hasan Hüseyin abimiz vardı. Kendisine 'fakir' dememizi isterdi bizden. Biz de aşağı fakir, yukarı fakir diye seslenip çağırırdık onu. O zaman daha işin başında olduğumuzdan herhalde, bunu basit bir espri olarak görür ve çok da üzerinde durmazdık. Sonrasında okudukça ve kelimede derinleştikçe anladık ki bizim 'fakir' diye biraz da hakir gördüğümüz kelimede hazineler saklıymış.

Derslerde birlikte bulunduğumuz arkadaşlar bilir, bu âcizin bir hastalığı vardır. Ders yaptığımızda, bir şekilde münasebetini bulur ve bu 'fakirlik' yönümüzü çeşitli sorularla öne çıkarmaya ve güçlü bir şekilde vurgulamaya çalışırım. Üstadın da insanı Rabbine götüren en kısa, en emniyetli, en geniş yol olarak tarif ve tâlim ettiği dörtlünün İkincisi de bu fakirliğimizi bilmek, anlamak, kavramak ve " fakrımızla fahretmek" ve bu fakrımızla kâinatı rızık sofrasına çeviren Rahman ismine ve bu isimden de ismin müsemmasına(sahibine) yani Allah'a gitmek değil midir zaten? 

Fakirliğini anlamak, kulluğun abdiyetin çok önemli bir yönü, belki de bel kemiğidir. Bunu anlamamak, ibadetin sırrını çözememeyi ve devamını getirememeyi netice verir. Bunun böyle olduğunu anlamak için, Firavun'un ve Nemrud'un sarayında hayalen misafir olmak ve onları o azîm tehlikeye atan cephenin ne olduğunu görmek gerekir. Zaman şeridine asılan kanlı sayfalara da baktığımızda, aynı şeyleri yani "ona emaneten verilen mülkü" kendinin saymak, bir nevi fakirliğini unutmanın insanlığa pahalıya mal olduğunu ve olmakta devam ettiğini görürüz. 

Bu, derece derece hepimizin ruhumuza arız olan bir hastalıktır. Bize "emaneten verileni, bizim zannedip vereni unutmak" hastalığı, tedavisi imkansız değilse de biraz güç olduğundan, hâl-i âlemin şahit olduğu gibi, ubudiyet yolu da kısmen kapanmıştır. Herhangi bir eşya, altınla süslenip kıymet kazanabilir. Altın kaplamalı kolye veya bıçak bunun örneğidir. Ama altın, başka bir şeyle ziynetlenip kıymet kazanamaz. Çünkü onun kıymeti zâtındandır, hariçten değildir. Belki de hariçten bir şey onun kıymetini düşürür. İşte Cenab-ı Hakk'ın üstün yarattığı insan da böyledir. O kendisinden başka bir şeyle kıymet kazanmaz.Bilakis her şey, onunla kıymet kazanır. Nasıl ki bir bina ya da saray, bir tarla içindeki ile kıymet kazanıyorsa; kainat da insanı misafir ettiği için kıymet kazanıyor. İnsanın değerli ve şerefli olduğunun en büyük delili, Cenab-ı Hakk'ın bırak kâinatı, ebedî cenneti de insan için yaratmasıdır. Öyleyse insanın izzeti ve şerefi de Allah'a karşı olan zilletitir. Kendisini bir kul ve âciz ve fakir bir mahluk olarak bilmesidir. Bu kulluk şerefi, peygamberlikten de öte ve üstün olduğu için; onların risalet (peygamberlik) şerefi, kulluk sıfatına bina edilmiştir. Yani onlar, abduhu ve resulûhüdür. Önce kul, sonra ve resûdürler.

Böyle bir insana Peygamberimizin (asm) de buyurduğu gibi "kulluk ve ubudiyetin" dışında daha başka ne tür bir şey şeref katabilir ki? Birer gölgeden ibaret, peşinden koştukça elinden alınan şöhret mi, bir müddet sonra tapudaki yerinde bile ismi silinecek olan mal ile mi değer kazanır insan? 

Evet, asıl itibariyle onun olmayan ve  "muvakkaten onun nezaretine verilen fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan makam", hırsın da yardımıyla insana bunların tehlikeli, aldatıcı ve geçici yönlerini unutturuyor. Bu unutma da insanı asıl mal sahibi zannına, netice olarak da ubudiyet ve kulluktan imtinaya (çekilmeye) kadar götürüyor. 

Şimdi soru deneyimize geçebiliriz. "Benimdir, bizimdir" deyip ikide bir iftihar ettiğimiz nefsimiz ve neyimiz varsa; onlar sayesinde elde ettiğimiz bize takılan maddî ve mânevî cihazları teker teker soralım. Bunu, kalabalık topluluklara hitap ettiğimizde de yanımıza birini alarak da çok sormuşuzdur.

Sual:  Kaç yaşındasınız?
Cevap: 19, 20 veya 30 .

Soru : 21 sene önce neredeydiniz?
Cevap: İnsan olarak yoktum. Anasır(elementler) âleminde toprağın bağrında sâkin ve havanın içinde cevvaldim.

Sual: Dünyaya gelirken dünyada çok sonra konulacağı birer çift ayak, göz, kulak, kaş,onar adet parmak ve otuz iki diş ile bir adet dili bilerek mi  yanına aldın? 
Cevap: Bırak bilmeyi, dünyaya geldikten epey sonra bunların farkına vardım ve kullanmaya başladım. Dünyaya gelmeden bunları kullanmıyordum bile.

Sual:  Dünyaya gelince güneşin göze, havanın akciğere, tatların dile, kokuların burna, güzelliklerin göze, yerçekiminin kütlemize, mesafelerin dayanıklılığımıza, dünyanın dönüşünün istirahat imize göre ayarlanmasından haberin var mıydı? Cevap: Hayır yoktu. Bunları da çok sonra yaşayarak ve zamanla fark ederek öğrendim.

Soru: Bir de sana vücudunu idarede padişah makamında ruh, ruha kendini tanıma ve farkına varma makamında ene, vezir makamında akıl, fetvacı makamında vicdan, hayatını sağ salim yürütebilmen için nefsine cazibe (içişleri bakanı) ve dâfia (dışişleri bakanı) ve dengeleyici makamında da adalet gibi milyarlık değerlerde mânevî cihazlar ve duygular takıldı ve hediye edildi. Bunlara "benim ruhum, benim aklım, ayağım" diyorsun. Bunlar gerçekten senin mi?

Cevap: Evet, bu maddî ve mânevî cihazlara benim diyorum, benim gibi serbesçe kullanıyorum ama gerçekten bunların benim olmadığını zamanla dökülen saçlarım ve dişlerimden, kaybolan enerji ve gücümden, pörsüyen ve buruşan yüz ve ellerimden, ilerlemesine engel olamadığım yaşımdan ve akordu bozulan sesimden, tutmayan dizimden, uyku zamanı kapanmasına engel olamadığım göz kapağımdan, iki üç adımda biten ferimden, küçülen ve bozulan tipimden ve nihayet istemeden beyazlaşan saçımdan anlıyorum.

Sual: Bunlar senin değilse, sana ait ne var? Hakikî anlamda neyin sahibisin?
Cevap: Tek tek kontrol ederek düşünüp cevap vereyim. 
Buyurun o zaman. Düşünün, cevabınızı bekliyorum.

Evet, düşündüm, taşındım şu kanaate vardım ki: 

Bana ait koskocaman bir "yoklar ülkesi ve fakirlik bahçesi" varmış. Bunlar bu hediye ve ikramlarla tastamam bir "varlar ülkesi" ve "mücevherler sarayına" dönmüş. Yani bir nevi zengin ve engin biz sarayın fakir bekçisi olduğumu anladım. Bir yönüyle fakir-i müstağni ( fakirlikten uzak) olduğumu da söyleyebilirim. Çünkü kendime ait olarak hiçbir şey yokken, büyük bir fakir iken bir Ganiy-i Kerim'in (zengin ve ikram sahibi bir zatın) bir mücadelem bir galibiyetim olmadan bu fakirliğim ve âcizliğime sureten ve nefis itibariyle hiçliğime merhameten, bana bu kadar değerde maddî ve mânevî cihaz ve duyguları takıp bu dünyayı bana bir hane yapması ay ve güneşi bir lamba ve soba, baharı bir gül destesi gibi sunması, yaz mevsimini ise bir nimetler sofrası olarak önüme koyması, hayvanatı da bana hizmetkâr bazılarını da yalnızlığımı gideren birer arkadaş vermesi sayesinde fakirlikten kurtulmuş, artık zengin olmuşum.

Evet, ben artık zenginim. Ama bu zenginlik bir ikram sayesinde olmuş. Bana gerçekten ait olan, bu da "benimdir" diyebileceğim sadece birkaç şey var.

Sual: Nedir onlar?
Cevap: Evet, bana ait "gayet zayıf, fakat kötülük ve günahlarda eli gayet uzun, güzellik ve sevaplarda eli gayet kısa cüz'i ihtiyarî adında" bu özellikleriyle mesuliyete medar (sebep) bir iradem var. 

Soru: Başka sana ait neyin var?
Cevap: İşte bana hediye edilen vücut sefinemi(vücud gemisini) bana ait cüz'i irademle yanlış yönlendirmekle kazandığım günahlar, hatalar ve kusurlarımla Rabbime karşı hacaletim (mahcubiyet) var. Başka neyim olabilir?

Evet dostlar, gerçekten kendimize nispet ederek sahiplendiğimiz iyilik ve hasenatımız dahil, onlar vasıtasıyla işlediğimiz hangi cihazımız ya da bütün bunlarla sema denizinde birlikte yüzdüğümüz kâinatın hangi parçası bize ait ki? Demek fakiriz, bir o kadar da âciziz. Zengin olan ise, bütün bunların sahibi ve tasarruf sahibi olan Rabbimiz. Fakat yine Muhammed Suresinin 7. Ayetinde "Ey iman edenler! Allah'a yardım ediniz ki o da size yardım etsin." buyuruluyor. Seyyiat ve kötülükte her fırsatı değerlendiren, iyilik ve hasenatta ise her bahaneyi ileri sürerek kaçan, bir şeyi icad da edemeyen bize ait kısa, cüz'i irademizle nasıl bir yardımımız olabilir ki? Demek sebepler dünyasında O'nun dinine sahip çıkmamız,O'nun affetmesine bahane olacak bir vasıtayı kullanmamızı istiyor Cenab-ı Allah  bizden. Yoksa biz fakiriz, zengin ise O'dur.

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.