[Meşhur bir İlahiyat Üniversitesinin Kelâm sahasındaki bir hocası derste “Allah için Allâhu Tealâ ve Tekaddes Hazretleri denilmez” diye ısrarla ifade etmiş. Bunu dinleyen ve kafası karışan bir talebesinin isteği üzerine bu yazı kaleme alındı.]
Dinî sahada ilerlemeye başlayan ve İlahiyat camiasında belirli bir seviye elde eden kişilerde bazen Kur’an’da birebir belirtilmemiş veya belirtildiği Hocamızca malum olmayan, İslam ümmetinin saygı ve sevgi göstergesi olan ifade ve cümleleri kullanmama gibi bir hassasiyet ortaya çıkıyor. Eğer kullanılan ifade Kur’an’ın ruhuna ve bütünlüğüne muhalifse itirazında yakînen haklıdır. Herkesçe desteklenmesi haktır. Fakat kullanılan ifade Kur’an’a muhalif değilse, hatta Allah Sübhanehu ve Teala’ya emr-i kat’îsi olan muhabbetullahı gösterecek ve haşyet hissini ifade edecek bir tenzih ve takdis ifadesi ise, Hocamızın itirazına da itiraz edilmesi gayet makul ve yerindedir. Eğer Hocamız bu yersiz hassasiyetini hakikati öğrenme derdinde olan talebeleri karşısında ısrarla gösterip o ifadeleri kullananları tenkid ediyorsa Hocamız kendisini hedef tahtası yaptığının farkında değil demektir. Tenkid niyetiyle değil fakat hakikati ifade etmek arzusuyla bu Kelam Hocamızın bu itirazına şöyle cevap verebiliriz:
Fuad Abdülbâki tarafından hazırlanan Mu’cemü’l-Müfehres’e baktığımızda görüyoruz ki, Kur’anda 7 yerde “Sübhânehu ve teâla”[1] ifadesi bizzat Allah tarafından kendisi hakkında kullanılmış. “Teâla”[2] ifadesi ise toplam 14 âyette geçmektedir. Teala kökünden türeyen “Müteâl”[3] ism-i İlahîsi 1 yerde kullanılmış. Tekaddes fiilinin dayandığı “Kuddûs”[4] ismi, 2 yerde kullanılmış. “Nahnu nüsebbihu ve nukaddisu lek”[5] (Biz Seni tesbih ve takdis ediyoruz) ifadesi melekler tarafından 1 yerde ifade edilmiş.
Sözlükte “yükselmek, bir şeyin üstünde bulunmak, şeref ve kudret sahibi olmak” anlamındaki ulüv (alâ’) kökünden türeyen ve fi’l-i mâzî olan teâlâ, daha ziyade Allah lafzının ve Hak gibi ilâhî isimlerin geçtiği yerlerde tâzim amacıyla kullanılmakta olup “şan, şeref ve hükümranlığı yüce olsun” mânasına gelir. Bu bağlamda “kendi konumunun üstünde başka bir konumun bulunmaması” demektir. Karşıtı “aşağıda bulunmak” anlamındaki “süfül”dür. Teâlâ kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de tamamı Mekkî olan sûrelerde 14 âyette geçmekte ve bunlarda Cenâb-ı Hakk’ın kendisine karşı şirk koşma, eş, evlât vb. vasıflar nisbet etme gibi şeylerden münezzeh bulunduğu ifade edilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Mu’cem, “teâlâ” md.)
Tekaddese ise, yaratılmışlık özelliklerinden pak bulunan demektir. Tekaddese kelimesine yakın manalı olan tenezzehe lafzı ise, kusur ve ayıplardan uzak olan manasındadır. Arapça’ya edebiyat ve belagatiyle vâkıf olup Ezher Üniversitesinde İşârâtü’l-İ’caz isimli tefsiri ders kitabı olarak okutulan Bediüzzaman Said Nursi, “Sübhânallah cümlesini, mütekaddis ve mütenezzih manasını temel alarak 13 mertebesiyle tefsir etmiştir.” Şöyle başlayıp devam ediyor:
“Zü’l-Celâli Sübhânallahi’l-Vâhidi’l-Ehadi’l-mütekaddisi’l-mütenezzihi ani’l-ezdâdi ve’l-endâdi ve’ş-şürekâi…”[6]
Bu açıdan da bakılınca Sübhanallah cümlesini söylemek zâten “Allah tekaddes ve tenezzeh” demektir.
Bu manada Kur’an’da, Allah müşriklere hitaben “Sizin Bana ortak koştuğunuz şeyler birer boş isimden ibarettir. Ben ise, hakikatli isim ve sıfatlar sahibi olarak onlardan yüceliğimi size ifade ediyor ve gösteriyorum”[7] manasında kendi hakkında “Tealâ” ifadesini kullanır. Bakara suresindeki meleklerin topluca sözü olan “Biz Seni tesbih ve takdis ediyoruz” ifadesi de kulların ufkundan aynı hakikatin ifadesidir. Bu açılardan bakılınca Allâhu Teala ifadesi “Fe teâlallahu’l-melikü’l-hakk”[8] âyetinde geçtiği üzere lafzı doğrudan doğruya Kur’anda yeri bulunan bir ifade… Hiçbir itiraza mahal olamaz. Tekaddes lafzı da, gerek meleklerin “nukaddisu” lafzında suretiyle, gerek Kuddus ism-i İlahisinde hakikatiyle, gerekse Sübhanallah cümlesinde manasıyla bulunmasıyla Kur’a’na muhalif değil, dost bir ifade olup Allah’ın kusursuzluğunu ifade eden bir hürmet ve haşyet lafzıdır; Kur’an’ın bir cevheri ve ezelî bir sırrıdır.
Hazret ise, ilm-i İlahînin huzurî[9] tecellisi ve takdirleri ile her şeyi bâtın ve melekûtundan idare eden, her an her şey Kendi kontrolünde olan manasında kullanılır. Yani her yerde ve her şeyde ilmini bulunduran ve gösteren manasında… Biyoloji fenninin ışığı altında dersek DNA, huzurî ilim; RNA ise, şuhudî ilim manasındadır. Gözle görülen her şey, bir RNA ve şuhudî ilm-i İlâhîdir. Bu açıdan insanlar, melekler, cinler ve ruhaniler gibi tefekkür ve tedkik ile İlâhî ilmin tecellilerine ermiş, haşyet ve huşu ile o ilme göre yaşayan ve hayat aynasında İlâhî ilmi ve hakikati yansıtan takvalı ve ihlaslı Rabbânî âlimlere de ümmet-i Muhammed (ASM) bu hakikati ifade etme ve hürmetini gösterme babında “hazret” tabirini kullanmıştır. “Ekrimu’l-ulemâe fe-innehüm veresetü’l-enbiyâi. Fe-men ekremehüm fekad ekrema’llâhe ve resûlehû.”[10] (Âlimlere değer veriniz. Çünkü onlar Peygamberlerin mirasçılarıdır. Kim onlara değer verirse Allah ve Resulü’ne değer vermiş olur) şeklindeki hadislere itaat manasında… Fakat bu tabir daha sonrasında belirli bir makam ve konum sahibi herkes için kullanılmıştır. Bu kullanış bir ifrat olduğu için, Hocamız gibi zâtlar da tefrit ederek bu tabiri Allah için kullanmayı bile doğru bulmuyorlar. Oysa ne o ifrat doğrudur, ne de bu tefrit… İlmi gösteren ve ilmiyle icraatta bulunan her zât için hazret tabiri kullanmak bir haktır. Her hak sahibine hakkını vermek ise, adalettir. Adalet ise, girdiği âlemde dengeleri sağlayıp haksızlıkları giderir.
Meseleye topluca bakılırsa Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ifadesini kullanmanın hiçbir dinî sakıncası yoktur. Bu ifadenin Kur’ana muhalif değil dost olduğu yukarıdaki izahattan anlaşılmış oldu. Ümmet-i Muhammed (ASM), Cenab-ı Hakka karşı haşyet ve huşuunu, hürmet ve muhabbetini bu tarz Kur’anî cümlelerle ifade etmiş, hayatında muhabbetullah ve mehafetullahı ilk sırada tutmuştur. Kur’an’ın emrettiği üzere…
[1] Mesela İsra suresi, 43; En’am suresi, 100, Nahl sûresi, 1 ve diğerleri…
[2] Mesela A’raf suresi, 190; Yunus sûresi, 18; Naml suresi, 63 ve diğerleri…
[3] Ra’d suresi, 9.
[4] Haşir suresi, 22 ve Cuma suresi, 1.
[5] Bakara suresi, 30.
[6] Lem’alar, 29. Lem’a, Sübhanallah Bahsi.
[7] A’raf suresi, 71 ve Taha sûresi, 8.
[8] Mu’minun suresi, 16.
[9] Son asrın en büyük kelam âlimlerinden olan ve Ulema’nın Gözüyle Bediüzzaman isimli kitapta geçtiği üzere Ömer Nasuhi Bilmen gibi yüzlerce âlim tarafından ilm-i kelamda Kur’ânî bir tecdid yaptığı ifade edilen ve delilleriyle gösterilen Bediüzzaman Said Nursi şöyle der: “ Huzur, şuhud, nüfuz ve ihata, esrar-ı ilm-i İlâhidir.” Sonrasında ilm-i İlâhînin ispatı sadedinde kudret ve irade ile beraber yüzlerce sayfalık tahkik ve tedkik yapar. Kâinat-Kur’an-İnsan-Allah bağlarını kurarak yüzlerce delille ilim-kudret-irade sıfatlarının ispatlarını yapar. (Mektubat, 20. Mektub, 2. Makam, 9 ve 10. Kelime ile 10. Kelime’nin Zeyli; Şualar, 15. Şua, 2. Makam)
[10] Hatib el-Bağdâdî, Hz. Câbir bin Abdullah kanalıyla bu hadisi rivayet eder.