Hz. Peygamber’in (SAV) bir duası olan ve torunu Hz. Hüseyin’in (R.Anhuma) sıkıntılı hallerde nefes almak ve teselli bulmak için okuduğu muazzam bir virdi olan Cevşenü’l-Kebîr duası hakikatte dua olmaktan ötede bir marifetullah hazinesi, Hz. Peygamber’in (SAV) Rabbü’l-Âlemîni âlem âlem tanıma yolculuğunu gösteren mukaddes bir haritadır. Hz. Peygamber (SAV) tabir-i câizse Kur’an-ı Hakîm-i Kerîm, Kâinat Kitab-ı Kebîri ve İnsan Risale-i Sağîri üzerindeki uzun tefekkürleri neticesinde elde ettiği hakikatleri Cevşenü’l-Kebîr’de bab bab, ukde ukde kaydetmiştir. Peygamberlerin ortak bir özelliği olan fetanet sıfatını zirve seviyede kendisinde bulunduran, vahiy meleği Hz. Cebrail’in (AS) dahi idrakinden âciz kaldığı Huruf-u Mukattaalar gibi şifreleri ilk duyduğunda çözerek “Fehimtü” (Anladım) diyerek Rabbini tanıma derecesini gösteren ârif-i ekber-i billah olan Zât-ı Ahmediye’nin (ASM) tefekkür dünyasını yansıtan Cevşenü’l-Kebîr’in mütefekkirane ve müdakkikane okunması ümmetinin boynunun borcudur. En azından ümmet-i Muhammed’den (ASM) bir grubun bu vazifeyi yapması manevi bir farz-ı kifâye konumundadır.
Cevşen duası kasdedildiği manaları ile okunduğu ve idrak edildiğinde muhatabını tevhidin en azam mertebelerine yükseltecek bir ulviyette, muhatabının kalbî ve ruhî duygularını tasfiye ve tecliye edecek kudsiyet ve nuraniyettedir. Cevşen duasını okuyan geçmişten günümüze kadar yaşamış milyarlarca ümmeti, Cevşen’in bu kudsiyet ve nuraniyetine tecrübeleri ile şahitlik etmektedirler. Son asrın en büyük âriflerinden, kendisine “tevhid kahramanı” denilse seza olan, mesleğini “tefekkür mesleği” olarak beyan eden ve hayatını “iman kurtarma hizmeti” ne vakfederek bu şekilde hitama erdiren Üstad Bediüzzaman ise, Cevşenü’l-Kebir duası ile münasebetini şöyle ifade eder: “ 35 yıldır her gün tamamını bir defa veya bazen iki defa mütefekkirâne okuyordum. Kardeşler ise vird niyetine okuyorlardı.” Üstad Bediüzzaman’ın kaleme aldığı Risale-i Nur Külliyatı’nın tamamı Cevşenü’l-Kebir’den alınan marifetler, hikmetler, sırlar ve nurlardır, denilse yeridir. Ki Külliyatta müstesna bir mevkii bulunan ve tevhidi en azametli seviyeleri ile beyan, izah ve ispat eden Risale-i Münacat olan 3. Şua’ın sonunda Bediüzzaman şöyle der: “ Kur'ân'dan ve münâcât-ı Nebeviye olan Cevşenü'l-Kebîr’den aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye[1] olarak Rabb-ı Rahîmimin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur'ân'ı ve Cevşenü'l-Kebîri şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum.”
Bu temel özellikleri ışığında Cevşenü’l-Kebîr duasına mütefekkir bir nazarla bakıldığında akla, kalbe açılan ve doğan bazı hakikatli noktaları ve sırlı nükteleri “Cevşenü’l-Kebîr’den Marifetullah Nükteleri-1” isimli yazı dizisinde ifade etmeye çalışmıştım. Yeni açılan bazı manaları ise şöyle ifade edebiliriz:
MÜHİM BİR SIRRIN KEŞFİ
Cevşenü’l-Kebîr’deki 24. Bab ile 44. Bab tarz olarak hakikate yaklaşımları noktasında benzerlikler içerir. Bu iki bâbın biri enfüsî cephede diğeri âfâkî cephede kâinatı ve mahlukatı okutturuyor. 24. Bab, âfâkî cephede okuma yaptırırken, 44. Bab enfüsî cihette hakikat ile muhataplık ettiriyor.
Cevşenü’l-Kebîr duasının 24. Bâbı’nın 9. Ukdesi “Yâ Erhame’r-râhimîn” şeklindedir. Cevşenü’l-Kebir’in 44. Babı’nın 9. Ukdesi ise “Yâ Erhamu min külli rahîm” şeklindedir. Dikkat edilirse bu iki ukdede “Erham” ism-i İlâhisi ortak olmakla beraber Râhim ve Rahîm isimlerinde farklılık arz eden bir durum bulunuyor. “Cevşenü’l-Kebîr’den Marifetullah Nükteleri-1” yazı dizisinde detaylıca işlediğimiz üzere Râhim ve Rahîm, Vâli ve Veliyy, Şâhid ve Şehîd, Râfi’ ve Refi’, Kâdir ve Kadîr, Âlim ve Alîm gibi aynı kökten türeyen isimler aynı hakikatin farklı âlemlerde görünen tecellilerini ifade ederler. Bu hususu Kur’an çok net olarak “İnnallâhe âlimu gaybi’s-semâvâti ve’l-ardi ve innehu alîmun bizâti’s-sudûr” (Hakikat budur ki Allah göklerin ve yerin gaybının âlimidir ve yine hakikat budur ki, Allah göğüslerde saklı şeylerin ise alîmidir.) (Fâtır suresi, 38) Herhangi bir insan için arz “yakın âfâk”, semâvât ise “uzak âfâk” tır. Fakat her ikisinde ilim hakikati “âlimiyet” şeklinde tecelli eder. Fakat sadr ise insanın enfüs cihetidir. Ki Üstad Bediüzzaman Ta’likat isimli kitabında bu âyette geçen sadr lafzının, insanın başı veya göğsü şeklinde anlaşılabileceğini ifade eder. Başı şeklinde ele alınırsa, insanın düşünceleri ve hafızasındaki; eğer duygu merkezi manasında göğsü diye ele alınırsa insanın duygu dünyası ve kalbinde sakladığı bilgiler, düşünceler ve niyetlerin Allah tarafından bilindiğini, İlâhî ilmin cüz’iyyata taalluku ve ihata etmesi çerçevesinde ilim hakikatinin “alîmiyet” şeklinde tecellisi olarak ifade edilir. Bu tespite binaen Allah, semâvât ve arzın Vâli’si, her bir insan ve nesnenin Velî’si şeklinde bir kategorizasyonu da yapabiliyoruz.
Bu çerçevelerde Cevşen’in 24. ve 44. Baplarının 9. Ukdelerine baktığımızda rahmet hakikatinin Râhimiyet şeklinde arz ve semâvâtta, Rahîmiyet şeklinde insan hayatı ve insanlar arası ilişkilerde tecellisi ifade edilmektedir. Fakat bu tecelliler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, İlâhî ve zâtî rahmetin yanında daima küçük kalmaktadırlar. Tevhid-i hakiki noktasından bakıldığında gerek enfüs ve gerekse âfâkta tecelli eden bütün rahmetler Allah’a aittir. Cevşenü’l-Kebîr bu noktada şu hakikatli nokta ve sırlı nükteyi beyan etmektedir:
Madem kâinat yapılan ve yıkılan bir yapıdır. İlâhî imkânlar boyutuyla bakıldığında mevcut kâinat, yapılabilecek sonsuz kâinat modellerinden yalnızca “bir” tanesini teşkil etmektedir. Madem kâinat İlâhî rahmetin tecellisi ile kurulmuş, Âhiret âlemi de o rahmet ile inşa edilecektir. Elbette ve elbette bu sonsuz imkân ve ihtimallerden bir tanesi, sonsuz ve sınırsız bir rahmetin tek bir cilvesi ile icad ve ihya edildiğinden kâinatın kuruluşundan bitişine kadar, insanın doğumundan ölümüne kadarki ömürlerinde ne kadar râhimiyet ve rahîmiyet tecellileri görünmüş olursa olsun, Allah’ın edebileceği sonsuz rahmetler yanında hepsi küçük kalmaktadır.
Özel boyutta şöyle bir nükteyi de ifade etmektedir: Bir insan kendine ne kadar şefkatli ve merhametli olursa olsun veyahut çocuğuna, anne-babasına, eşine ve dostlarına ne kadar merhamet ve şefkat sergilerse sergilesin bunlar İlâhî ve zâtî rahmetin yanında çok küçük kalmaktadır. Bir insan kendine veya başkasına Allah’tan daha ötede merhamet ve şefkat edemez. Erhâmiyet ve Ekberiyet hakikatlerinin gereği…
Bu noktada Cevşenü’l-Kebîr kâinat ve enfüste zuhur eden rahmet hakikatini birer “tecelli” ve “cilve” olarak akıllara gösterip bu iki âlemde zuhur eden rahmetleri Vâhidiyet ve Ehadiyet şeklinde cem’ ederek, rahmet hakikatinin zâtiyetine zihinleri yükseltecek şekilde Erhamiyeti vurgular. Ta ki zihin mahlukat âlemi ve daire-i imkandan çıkarak Hâlık-ı Mutlak ve Hallak-ı Lâyezal’in daire-i vücûbuna yönelsin. Evet Vücub, Küllî İmkan ve kesreti kendinde cem’ eden daire-i vahdettir.
BİR İSM-İ A’ZAMIN İNKİŞAFI
Üstad Bediüzzaman, kelam âlimlerinin zâtî sıfatlar arasında saydığı Vahdâniyet sıfatını, tefekkürüyle “Vâhidiyet içinde Ehadiyet” şeklinde tefsir eder. Vâhidiyeti, celalî; Ehadiyeti ise cemâlî şekilde tespit ederek Vahdaniyetin celal içinde cemal tecellisi olduğunu “Kemal-i Vahdâniyet” tabiri ile beyan eder.[2] Talebelerinden Hasan Feyzi Yüreğil de celal-cemal-kemal ilişkisini şöyle açar: “…celâlî yüzünden cemâlini de gösterip, âlem, bir gülzâr-ı kemal bulmuştur.”[3]
Vahdet hakikati, Vâhidiyet ve Ehadiyet şeklinde, celal ve cemal olarak tecelli etmiştir. Ki Ehadiyet, Arapça gramerine göre esasında “Evhadiyet” tir; telaffuzda kolaylık olması için “vav” harfi düşürülerek Ehadiyet halini almıştır. Her ne kadar Ehadiyet kişiye yönelik enfüsî bir tecelli olsa da Fâil ve Feîl ilişkisini anlatan Râhim ve Rahîm isimleri çerçevesinde meseleye yaklaşıldığında Vâhid isminin mukabili Ehad değil Vahîd olmalıdır. Ki Kur’an’ın “ Ve men halaktu vahîde”[4] (Bir ve tek ve yalnız olarak yaratılan kişi) ifadesinde görüldüğü üzere… Bu noktada Risale-i Nur Külliyatında farkları belirtilen
- Kurbiyet-akrebiyet ilişkisi,
- Karîb ve Akreb isimleri,
- Her şey ve kişinin Vücud-Hakikat-Zâtiyet sahibi olması[5];
- İnsanın kalbiyle nesne ve kişilerin varlığına odaklanması; ruhuyla nesne ve kişilerin hakikatine yönelmesi; sırrıyla nesne ve kişilerin zâtiyetine kilitlenmesi hakikatlerini,
- “Kurbiyet” in kalb yolculuğu, “akrebiyet” in ruh yolculuğu ve “kurbet” in sır yolculuğu olduğu
gibi hususları nazara aldığımızda şu sınıflandırmayı yapabiliriz: Vâhidiyet, âfâktaki birliktir; bütünlük tecellisidir. Sünnetullah ile “âfâk” yekpare bir hale getirilir. Vahîdiyet, kalbde hissedilen İlâhî birlik tecellisidir. (Vahdet-i vücud makamı buna dayanır, denilebilir.) Ehadiyet, ruhta hissedilen İlahî birlik ve teklik tecellisidir. Vahdet ise, sırda hissedilen İlâhî ve zâtî birlik ve teklik tecellisidir. Vahdâniyet ise, sünnetullah kanunlarında görünen vâhidiyet ve sıfat tecellisi içinde, insanın ruh kanunuyla tebarüz ve taayyün eden ehadiyet ve zâtiyet tecellisinin özel boyutunu gösteren “kemal” tecellidir.
Rahmet hakikati çerçevesinde bu sınıflandırma uygulandığında Râhimiyet, dış dünyada görünen celal-i rahmet; Rahîmiyet, kalpte hissedilen cemal-i rahmettir. Erhamiyet ise ruhta beliren hakikat-i rahmettir. Fakat Rahmet, kendini zatiyet makamında sırda hissettirir. Kâinatta tecelli eden Râhimiyet içinde insan ruhunda tecelli eden Erhamiyet ise, “Rahmaniyet hakikati” nin zuhuruna vesile olmaktadır. Ki Rahmâniyet lafzı, Vahdâniyet sıfatının dayandığı “fa’lân” vezninden türeyen bir kelimedir. Bu çerçevede Vahdâniyet nasıl zâtî bir sıfat ve boyutu ifade eder ve Allah’a mahsustur. Aynı şekilde Rahmâniyet sıfatı ve Rahmân ismi de Allah’a mahsus zâtî isimlerden birisidir. Vâhidiyet sıfat-ı Uluhiyeti, Ehadiyet ise hüviyet-i Zât’ı anlatması ve Vahdâniyet bu iki boyutu cem etmesiyle tam manada Zât-ı Vâhid-i Ehad’i anlatan bir isim olması boyutundan meseleye bakıldığında Rahmaniyet de, Zât-ı Râhim-i Erham’ı rahmet-i zâtiyesiyle kemal manada tanıtan, bildiren ve gösteren bir “İsm-i A’zam” dır.
Üstad Bediüzzaman’ın Vahdaniyet’e dair bu tahkiki Hakkaniyet, Rabbâniyet[6], Samedâniyet gibi kavram ve hakikatlerin de anahtarı olmaktadır. Mesela hakkaniyet, Hakk-ı Ehakk demektir. Ki bu iki isim de Cevşenü’l-Kebir’de geçmektedir. Bu iki isim ufku çerçevesinde hakkaniyet meselesine fetva âlemi ve takva boyutuyla bakıldığında bir müftü, kendisinden gayra ve diğer insanlara fetva verirken “hakkıyyeti” ve “Hakk” ismini nazara almalı; fakat enfüsî cephede ise “ehakkıyyeti” ve “Ehakk” ismini nazara almalı ki “hakkaniyet” üzere olsun ve hakiki bir kudsî fetva verebilsin. Yani fetva verirken ümmete “ruhsat” ile kendi nefsine ise “azimet” ile fetva vermeli ve bu şekilde yaşamalıdır.
[1] İbadet-i tefekküriyenin kıymetini İslam’ın 1. şartının “Kelime-i Şehadet” olması ifade eder. Kelime-i Şehadet, tefekkür, tahkik ve tedkik sonucunda Allah’tan başka bir İlah olmadığı ve olamadığını aklen ve kalben yakîn içinde tasdik ve şahitlik etmek; Hz. Peygamber’in (SAV) hayat aynasında önce Onun ubudiyetini ve akabinde risaletinin hakikatlerini aklen ve kalben yakîn içinde tasdik, ikrar ve itiraf etmektir. Bu şehadet aynen farz namaz, oruç, zekat ve hac kadar belki daha öncelikli olarak İslam’ın şartlarından biri olup muazzam bir ibadet-i imaniye ve İslamiyedir. Namazı, orucu, zekatı ve haccı yapmamak nasıl günahsa ve bunlar nasıl bir şahsî bir zimmetse bu tefekkürî ibadet ve şehadet de aynen öyle bir farz-ı ayndır. Taklidî bir iman nasıl İslam ümmetine yayılmışsa, taklidî bir şehadet, namaz, oruç, zekat ve hac da maalesef öyle yayılmıştır. Kelime-i şehadet, hakikatte, gaybî olan iman hakikatlerinin şehadet âleminde müşahedesinin ilanından ibaret bir ikrardır. Gaybî imandan şuhûdî imana geçiş ve yükselişin parolasıdır. Ehl-i hakikat olmaktan ehl-i hakk olmaya terakkidir. İlme’l-yakînden ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîne urûcdur. Şehâdet âlemini Allah’a satmak, nefsinin heveslerini ve hevâsını, Hakk’ın kopmaz kulpu olan sadakat-ı sıdk ile gemlemektir.
[2] Mektubat, 20. Mektub, Giriş.
[3] Emirdağ Lahikası-I, 51. Mektub.
[4] Müddessir suresi, 11.
[5] Mektubat, 15. Mektub, 6. Sual.
[6] Rabbâniyet, Âl-i İmran suresi 79. âyette kullanılan ve vurgulanan bir kavramdır. Cenab-ı Hakk, ilgili âyetinde, hakiki ve halis ilim ehlinin birer Rabbâniyet ehli olması gerektiğini net şekilde ifade eder. Bu tarz âlimlerden ihlaslarını bozmadıkları sürece râzı olduklarını ve kendilerine verdiği ilmi, diğer insanlara öğretmelerini istediğini beyan eder.