Esma-yı Hüsna ile Dua ve Allah’a Sığınma
Said Nursi her insanın 1001 isme ayna olmasıyla çok yönlü olduğunu, belli bir isimde veya isimlerde ( buna kişinin ism-i Azamı veya galib-i esma ve sıfat denilir ) ileri dereceye gitse de her isim ve sıfatta belirli dereceye kadar ilerleyebildiğini ifade eder. Sonra bu noktada her isim ve sıfat konusunda onun düşmanı olan sıfatlar, kişiler ve olaylar olduğunu söyleyip kemale erme yolunda 1001 cihette Allah’a sığınmaya, Onun desteğini dilemeye, Ondan yardım istemeye muhtaç olduğunu Nas suresindeki ilk üç ayetle açar. Bu sure “Rab-Melik-İlah isimleri ile Allah’a sığın” diyor. Sonra Besmele’de de üç ismin Allah’dan yardım dileme yönü olduğunu vurgulayıp bitiriyor.
Bu açıdan bakarsak Fatiha suresi, Malik-Rabb-Allah isimlerini içerir. Allah, İlahlığı bilinen ve tek olan İlah demek… Bazı kıraatlerde “Mâliki yevmiddin” cümlesi “Meliki yevmiddin” diye de okunuyor. Bu okuyuşu baz alırsak Kur’anın ilk suresi ile son suresi aynı üç Esma-yı Hüsna’yı işliyor. Bütün Kur’an insanlığı bu üç isimde terakki ettiriyor. Bu üç isimde Melik ve Malik ismiyle, kuvve-i akliyemize ve aklımıza; Rabb ismiyle, kuvve-i gadabiye ve kalbimize; İlah ve Allah ismi ile kuvve-i şeheviyemize ve nefsimize bakıyor; bunların terbiyesine işaret ediyor.
- Dehriyyun, Materyalistler ve Tabiat-perestler gibi dengesiz akıl yürütenler “Bu hayat benim mülküm, ben bana malikim; her şey kendine aittir” diyerek hak ve hakikatten kopuyorlar.
- Bütün zorbalar ( Firavun gibi ) Rububiyet ve Rabb olma iddiasına girmişler.
- Bütün İlahlık iddia edenler veya ilahlaştırılıp tapılanlar genelde kadınlar olmuş. Kâbeye konulan heykellerin hemen hepsi kadın şeklindeydi. Şehvet, bir nesneyi veya kişiyi putlaştırıyor. Nefis ona tapıyor. “Aşk Tanrıçası” ismi veriyor.
Besmeledeki Allah-Rahman-Rahim isimlerinin içerdiği istiane ve yardım dileme bize Kur’anın hemen hemen her bir suresinin başında Besmele olmasının sırrını gösteriyor. Bütün Kur’an her bir suresi ile Allah’ın insanların fıtratına bir yardımı ve dualarına cevabıdır. 114 sure, 114 ilaç ve deva demektir. 38 tanesi, akla; 38 tanesi kalbe ve 38 tanesi ise nefse bakar diyebiliriz. Veya bu oranlar değişir.
Cevşen’de Hz. Peygamber (ASM) 1001 isim ile Allah’a “hallisna-ecirna-neccina mine’n-nâr” diyerek maddi-manevi ateşlerden, Cehennemlerden Allah’a sığınıyor, 1001 yönün düşmanlarını görüp Allah’tan kurtuluş istiyor.
Okuyucunun Said Nursi ile birebir muhataplığı için metnin orijinalini aktarmak istiyorum. Ta ki okuyucu geniş ufkuyla daha fazla manaları aynı metinde görebilsin:
BİRİNCİ DAL: Nasılki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ: Adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan; ve askeriyede kumandan-ı âzâm; ve ilmiyede halife... Daha buna kıyasen sâir isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki; birtek pâdişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahib olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyyet-i ma’nevîyye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcûd ve hâzırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizâmıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır, görünür, görür. Ve herbir mertebede perde arkasında, hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar. Öyle de:
Ezel, Ebed Sultanı olan Rabb-ül Âlemîn için, Rubûbiyyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları ve Ulûhiyyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları ve haşmet-nümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var.
Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhûratı var. Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san’atında ve mütenevvi’ masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temaşa eder haşmetli Rubûbiyyeti vardır. Bununla beraber kâinatın herbir âleminde, herbir tâifesinde, Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar. Hem mahlûkatın herbir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm herbirisinde has bir tecelli, has bir Rubûbiyyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yâni, o isim herşeye muhit ve âmm olduğu halde öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır. Hem bununla beraber Hâlık-ı Zülcelâl, herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır.
Meselâ: Sana tecelli eden Hâlık isminin mahlûkıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvan-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin.
Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın. Mâdem, perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuunat, birbirine bakar. Ve temessülât, birbiri içine girer. Ve ünvanlar, birbirini ihsas eder. Ve zuhurat, birbirine benzer. Ve tasarrufat, birbirine yardım edip itmam eder. Ve Rubûbiyyetin mütenevvi terbiyeleri, birbirine imdad edip muâvenet eder. Elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir Rubûbiyyetle ve hâkezâ.. tanısa, başka ünvanları, Rubûbiyyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sâir Esmâya intikal etmezse zarar eder.
Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında
okusun, görsün. Onun kulağı her şeyden
dinlesin, işitsin. Onun lisanı
desin, ilan etsin. İşte Kur’an-ı Mübîn
fermaniyle, zikrettiğimiz hakîkatlara işaret eder.
Eğer o yüksek hakîkatları yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. Ne diyorsunuz? de. Elbette “Yâ Celil, Yâ Celil, Yâ Aziz, Yâ Cebbar” dediklerini işiteceksin. Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Cemil, Ya Cemil, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyecekler (Hâşiye) [1]. Semâyı dinle. Nasıl “Ya Celil-i Zülcemâl” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Ya Cemîl-i Zülcelâl” diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Ya Rahmân, Ya Rezzak” diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl, “Ya Hannan, Ya Rahmân, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Lâtif, Ya Atûf, Ya Mûsavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin” gibi çok Esmâyı işiteceksin. Ve insân olan bir insândan sor. Bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hâkezâ kıyas et. Fakat çendan insân bütün esmâya mazhardır, fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intâc eden tenevvü-ü esmâ, insânların dahi bir derece tenevvüüne sebeb olmuştur. Enbiyânın ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarîkatları, Asfiyanın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neş’et etmiştir. Meselâ: İsa Aleyhisselâm, sâir Esmâ ile beraber Kadîr ismi onda daha galibdir. Ehl-i aşkta Vedud ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyâde hâkimdir.
İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zabit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa; onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mes’uliyeti, birer terakkiyatı ve muvaffakıyetsizliğine sebeb birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve pâdişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan meded ister. Ve âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muâvenetini çok sûretlerle taleb eder. Öyle de: Çok Esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtelâ olan insân, münacatında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasılki nev-i insânın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insân-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında binbir ismiyle dua ediyor; ateşten istiaze ediyor. İşte şu sırdandır ki sûre-i
de üç ünvan ile istiazeyi emrediyor ve
de üç ismiyle istianeyi gösteriyor.
[1] Hâşiye: Hattâ bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir sûrette “Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur? Yoksa tâifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır? Yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?” Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefâvit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hırhırları arkasında “Ya Rahîm” farkedilir. Git gide hırhırları, mırmırları, aynı “Ya Rahîm” olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Ya Rahîm” çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz dediler.” Sonra kalbime geldi: “Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve ne için insân şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?” Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insâna karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o ni’mete bir hamd olarak, kelbin hilafına olarak esbabı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insânları ikaz ve” Ya Rahîm” nidasıyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar.