Risale-i Nur’un Risale-i Nurlarla Şerhi-8: Hakikatler Arası Bağlantılar ve Kompleks Hakikatler
Bediüzzaman’ın en başa ilim sıfatına dayanan ve daima “hayr”ı tercih etmekle bilinen “hikmet”i koyması bir süreci ifade ediyor.
- “İlim” tayin ve takdir eder;
- “Hikmet” ise dayandığı “irade” sıfatıyla daima “hayr”ı doğuracak ve yaratılan şeyleri seçkin kılacak şekilde tahsis ve tercih eder;
- “İnâyet” ise ilmin bir istidad çekirdeği kıldığı ve hikmetin hayra yönelik programladığı her istidadı, o şeyi bir “mana” ve “hakikat”i ifade edici kılacak şekilde ona teveccüh eder.
- “Rahmet” ise onu kudretin eşliğinde “varlık âlemi”ne getirir.
İlmin ihatası, aynen hikmet için de geçerlidir. Çünkü bir şeyin hikmeti, evvel-âhir-zâhir-bâtın koordinatları ile ihataca edici şekilde bakılınca ancak görülebilir. İnâyetin mana kılıcılığı da bu çerçevede ihata hakikati çerçevesinde oturur. Hikmet ile mana arasında ayrılmaz bir ilişki vardır. Bu sırrı bilen Merkez Efendi (KS) “Her şey tam manasını ifadece edecek şekilde merkezindedir” demiştir. İmam-ı Gazali (RA) ise bu her şeyin merkezinde ve yerinde, zamanında ve mekânında manasını ifade ediciliğinden parlayan eşsiz ve orijinal bedi’ ve ebedî güzelliği aklen ve kalben gördüğünden “Leyse fi’l-imkan ebdeu min mâ kân” (İmkan dairesinde bundan daha orijinal, eşsiz bir güzellikte bir imtihan dünyası ve hilkat âlemi olamaz) der.
Hayat ve canlılık hakikati ise, şuursuz seviyesiyle dahi kâinatta ve varlık âleminde merkez konumdadır. Cansız nesneler, elementler ve temel unsurlar, küçücük bir çimenin etrafında toplanırlar ki o çimen tohumu kendindeki potansiyelleri aktif hale getirsin, Esmaü’l-Hüsnanın tecellilerinin tezahürü için mini minnacık bir fabrika ve tezgah vazifesi görsün.
*Canlılık fiziksel ve anlık canlılıktan canlılığın taşıdığı hisler ile dış dünyaya sirayet eder, uzanır, istila eder. Mekanı mülkiyeti, tasarrufu, istifade, intifa ve telezzüz dairesi kılar.
*Daha ileri seviyede canlılık şuur ve algısı ile bütün mekana uzanarak, “Kâinat ve yeryüzü mülkümdür” der.
*Daha ileri seviyedeki canlılık akıl ve özerk benliği ile zamanın kapılarını açar. Mazi-hal-istikbal evinin odaları hükmüne geçer.
*Eğer akıl ve benliğini, derin tefekkürde istihdam eder ve hakikat algısına yükselirse, iman ve hakikat algısının gösterdiği ışıkla sermediyet ve beka, zaman-üstülük ve zamansızlık boyutuna sıçrar. Bu çerçevede yaratılanlar âleminden kurtulup Yaratıcı ile bir muhatabiyet seviyesine yükselir. Bu noktada kendindeki sayısız manevi ve maddi potansiyeller inkişaf eder.
Bu çerçevede canlılık, gayr-ı şuurî haliyle cismânî âlemlerin odak noktası ve merkezi, gayesi ve hedefi olduğu gibi şuurî haliyle bir canlılık, cismânî ve ruhânî, maddî ve manevî, ezelî ve ebedî âlemlerin nokta-i mihrakiyesi, merkezi, gayesi, hedefi ve meyvesi haline gelir.
*Canlılığa dair bu gayeleri bihakkın yerine getiren,
*Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un hayatı halk etmesindeki maksatları bulup bilen,
*Cüz’î fani hayatını bu baki hakikatlerle rabt eden ve
*Ebedî hukuk-u İlâhiye tahsis ve istihdam eden hayat sahipleri kâinatın varlık gayesidir.
Bu çerçevede bu İlâhî gayeleri en zirvede ve taklit edilmez ve erişilmez ufuklarda yerine getiren bir zihayat hakkında “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri, âlemleri yaratmazdım” denilmesi bu derin ve zincirleme tefekkürün aklî zaruri neticesi olmaktadır. Ki Kur’anın bazı âyetleri Hz. Muhammed’in (SAV) yaratılış piramidinin eşsiz tepetaşı olduğunu ifade eder.[1]
Hayat hakikatine baktığımızda, Bediüzzaman’ın verdiği sistematikle şöyle formülize edebiliriz:
HAYAT: Hikmet + İnâyet + Rahmet + Rızık + San’at-ı dakika, Nakş-ı rakîk, İttikan + İhtimam.
Eğer formüldeki hikmet yerine ilk formüldeki 5 maddeyi, inâyet yerine formüldeki ek 2 maddeyi, rahmet yerine formüldeki ek 6 maddeyi ve rızıktaki ek 6 maddeyi de koyarsak formül şu şekle dönüşür:
HAYAT: Kasd + Şuur + İrade + İhtiyar + İlim + Lütuf + Tahsin + İhsan + İn’am + İkram + Taltîf + Teveddüd + Himayet + Muhafaza + Taahhüd + Amd + Taarrüf + San’at-ı Dakika, Nakş-ı Rakîk, İttikan + İhtimam.
Bediüzzaman’ın bu kısımda hayat hakikati için yaptığı bu maddelendirme ve içerik, fiziksel canlılık hakkındadır. Bu hususu şöyle belirtir:
“Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış.”[2]
Buna mukabil cansız kâinatta ve şuurlu insan hayatında tecelli eden Esmaü’l-Hüsna ve hakikatlerini ise sistematik olarak şöyle ifade eder:
“Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git, fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr" dediklerini işiteceksin.
Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyecekler.
Semâyı dinle. Nasıl "Yâ Celîl-i Zülcemâl" diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl "Yâ Cemîl-i Zülcelâl"diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl "Yâ Rahmân, yâ Rezzâk" diyorlar. Bahardan sor. Bak, nasıl "Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, ya Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin" gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı; sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.
Fakat, çendan insan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intaç eden tenevvü-ü esmâ, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyanın ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarikatleri, asfiyanın çeşit çeşit meşrepleri şu sırdan neş'et etmiştir. Meselâ, İsâ aleyhisselâm, sair esmâ ile beraber, Kadîr ismi onda daha galiptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir.
İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mes'uliyeti, birer terakkiyâtı; ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan medet ister ve âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muavenetini çok suretlerle talep eder. Öyle de, çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Cevşenü'l-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiâze ediyor.”[3]
Hakikatler arasındaki bu ilişki ağları ve örgülenmeler, hayat hakikatinde ve özellikle zişuur hayat seviyesinde zirveye çıkar.
*Zîşuur canlılığın şuurlu kalbini, sınırsız hissiyatıyla, ezel ve ebede uzanan yapısıyla “kâinatın kalbi” ve bir “arş-ı manevisi”;
*Zîşuur canlılığın şuurlu aklını, ezel ve ebedi gören nazarı, sermediyet ve bekaya müteveccih idrakı ve tedkiki ile “kâinatın aklı” ve bir “manevi kürsisi”;
*Zişuur canlılığın şuurlu nefsi ve cismini, “hulûd ve devam” isteyen yapısı, minnet dolu hakikatli şükrüyle kâinatın bir “misal-i musağğarı” ve “nefs-i nâtıkası” haline getirir.
Bu noktayı ifade sadedinde Bediüzzaman zişuur insan hayatının sırr-ı hakikatini ve kemalini şu şekilde beyan eder:
“Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zât-ı Ehad-i Samede âyineliktir.
Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir.”[4]
Bu çerçevede diyebiliriz ki hikmet, inâyet, rahmet, rızk-ı umumî ve hayat (canlılık) hakikatleri kompleks hakikatlerdir. Bu hakikatleri yaratabilmek veya yapabilmek, sathî nazarla kolay gözükebilse de derinliğiyle bir tefekkür insanın aczini ve hakikatlerin mucizeliğini tebarüz ettirecektir ve ettirmektedir. Şuurlu canlılık hakikatindeki komplekslik o dereceye çıkmaktadır ki, bütün zaman ve mekanı, hatta zamansızlık ve mekansızlığı sağarak bir damla olarak damıtabilecek bir saltanat-ı mutlakanın varlığını aklen zaruri kılmaktadır. Bu çerçevede hayat hakikati, güneş gibi net bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın hem varlığına, hem birliğine, hem sıfat-ı seb’asına, hem ezeliyet ve ebediyetine, hem namütenahi yaratıcılığına, hem yarattıklarının kemalini istediğine hem yarattıklarına karşı sevgisine, ilgisine, merhametine ve şefkatine bir bürhan-ı kat’i olmaktadır.