Risale-i Nur’un Risale-i Nurla Şerhi-7
“Risale-i Nur ilham ile yazılmıştır” sözünün arka planında Üstad’ın enaniyetiyle 30 yıldır yaptığı savaş ve bu savaşta elde ettiği galibiyet vardır. Abdülkadir-i Geylani Hazretleri nefs-i emmaresiyle 25 yıl savaşmıştır. Bu savaş neticesinde harikulade seviyede keramet-i kevniyeye ve kudret kerametlerine mazhar olmuştur. Üstad Bediüzzaman ise enaniyet-i cebbaresi ile 30 yıl savaşmıştır. Kim 30 yıl onun gibi enaniyeti ile mücadele etse ve galip gelse o da Allah’ın izniyle ilham alır. Bu bir maneviyat kanunudur. Enaniyet-ilim bağı olduğu için Üstad hemen Risale-i Nur’un ilmî yönünden bahsetmeye başlıyor. Metin kendi içinde bağlantılı olarak ilerliyor.
Bu arada şunu belirtmek gerekmektedir: Sindirilmemiş bilgiler olan malumat, enaniyet yapar. Kişiyi şişirir. Çünkü işin kabuğunda bir algı oluşur. Gerçek ilim, sindirilmiş ilimdir; ilhamî derinliği vardır. Hakikati nuraniyet ve ulviyetiyle buldurur, hakkı kudsiyet ve azametiyle gösterir. Böyle bir ilim insanda var olan enaniyeti eritip, arıtır.
Bediüzzaman Kızıl İcaz kitabının son bahsini ilmin hazmına ayırmıştır. İlgili bahiste şöyle der: “En şiddetli acı ilmi hazmetmemek ve sathîliktir.” İnsan enaniyeti, nefs-i emmareyi, kalb-i mütecavizi ve akl-ı mütecerbizi içerdiği ve Risale-i Nur, Kur’anın i’caz-ı manevisiyle ilm-i hakikat ve hikmet-i hak içinde insanın enaniyetini bütün yönleriyle feth, ıslah ve irşad ettiğinden dolayı Risale-i Nur’u, nefs-i emmare ilacı olarak görerek okuyanın nefsi şifa bulur. Ene ve enaniyet ilacı olarak görerek okuyan ve benimseyenin ene’si iyileşir. Bu şifa-i kâfi ve deva-yı vâfinin arka planında Risale-i Nur’un mahiyetinde ilhamın nuru ve Kur’an vahyinin ziyası olması saklıdır. Risale-i Nur, doğrudan doğruya Kur’an medresesinden ders alınan bir nur-u hakikat, Kur’an tekkesinden massedilen feyz-i İlahi ve hikmet-i haktır. Tarih boyunca kitap yazan ulemadan hiç biri —ehl-i tasavvuf kökenli olanlar hariç— enaniyet konusunda sağlıklı fikir beyan edip insanları enaniyet boyutunda tebrie edip onlara yol aldıramamışlar. Aldıramazlar da, çünkü iş iç terbiyeye bakıyor. Bu manada Risale-i Nur’daki kesin bir ilme, yakîne, hakka’l-yakîn imana dayanan keskin sözler bazılarının tereddüdü meslek haline getirmiş algılarına ters geliyor. Onlar kesin konuşmamayı ilim, kesin ve keskin konuşmayı ise taassub olarak görüyorlar. Bu noktada Üstad şöyle diyor:
“Bununla beraber, kat'î delillerle size ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye vaz edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur'ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır. Hiç kimse ene’siyle onlara temellük edemez. ”
Yani bu eserler, bütün ilimlerin sahibinin ilmidir. Benim kendi şahsî kanaatlerim içinde yoktur. Söz Onun ilhamı olduğu için hakikatler de Kur’an-ı Hakîm’inden sızan damlalardır. Ben onları sahiplenemem, kimse sahiplenemez. Sahiplenmek zaten enfüsî manada şirktir, diyor. Hakikat, insanın sahibidir; insan hakikatsiz var olamaz. Fakat Hakikat ve Hakk insansız da var olur… Bu manada bu kısım önemli bir meseleye değiniyor.
“Haydi, farz-ı muhal olarak, ben ene’mle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur'ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. ”
Burada şifre “istiğna etmemeliler”de saklıdır. Çünkü istiğna eden, “Benim bunlara ihtiyacım yok” havasına giriyor. Gurur yapıyor. Bahanesi de şu oluyor: “Eski zamanın uleması her konuda yeterince kitap yazmışlar.” Üstad âlimlerin enâniyetlerinin bir İblis gibi bunu fısıldayacağını bildiği için diyor:
“Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir. ”
Selef-i Sâlihîn, Sahabe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn demektir. Hadiste bu üç kuşak için “Ne mutlu onlara! ” deniliyor.[1] Bu üç kuşak, Kur’an feyzini suyun menbaından içer gibi içmiş, lezzetine ve şifasına varmışlar. Sonrasında ise Kur’anî bütüncül algı kaybolmuş. Kimileri akıl ve tefekkürle, kimileri kalp ve zikirle, kimileri nefis ve ibadetle Hakikate yürümeye çalışmışlar ve yollarını uzatmışlar. Oysa Tâbiîn devri ehli, cihad zamanı eline kılıç alır, harbe gider; cihad yoksa gündüzleri bol oruç, geceleri bol namaz ile vaktini değerlendirirdi. Gündüz vakitlerinde geçim derdinden kalan vakitlerde ilim ve tefekkürle yol alırdı. Bütün yönleriyle Kur’an ve hadise muhatap olurdu. Bu yüzden “Ne mutlu onlara!” Sonraki zaman ehlinden ise Üstad “muhakkikîn-i ulema” diyor. Bunlar ilim ehlinden tahkik yapanlar demektir. Bir de “müdakkikîn-i ulema” bulunuyor. Onlar ise tedkik yapanlar…
Ümmetin bu üç kuşağı ve tahkik ehli âlimler kitap yazmış, eser vermişler. Fakat semavi, uhrevi ve kudsiyet mantığıyla… İşin içinde nefisleri bulunmuyor. Fakat bu devrin uleması ve ehli, nefs-i emmare taşıyarak meseleye menfaat çerçevesi, dünya rahatı ve mutluluğu gözüyle bakıyorlar. Bu açıdan o devrin eserlerini, mantığını anlayamıyorlar. Bunun en güzel misali 17. Lem’a, 13. Nota, 2. Meseledeki vird ve dua bahsidir. Eski ulema ve Allah dostları “Sırf Allah rızası için bir dua okuyorlar. Allah da o sırr-ı ihlas ile çeşitli hastalıklarına şifa veriyor. Onlar hastalık zamanını, şifa duası zamanı olarak görüyorlardı. Sonra bu yaşadıklarını yazmışlar. Bu devrin insanları ise o duayı, sırf şifa bulmak için okuyor. Şifaya vesile olmadığı zaman ise duanın şifa yönünü reddediyor, o şifa vakasını yazan zâta karşı hüsn-ü zannı kırılıyor. Oysa ameller niyetlere göredir. İki grubun niyetleri bir birine tamamen zıttır.” Üstad menfaat hedefli olarak şifa duası yapan kişinin sırr-ı ihlası kaybettiği için asla o duayla şifa bulmayacağını, bulamayacağını, buna hakkı olmadığını vurguluyor. Bu ve benzeri durumlar gösterir ki Selef-i Sâlihîn ve ulemanın eserleri bir hazine olsa da, günümüzün dünya ve menfaat odaklı insanları için kapalı bir hazinedir. Onları anlamak için günümüz ulemasının önce Risale-i Nur’un ihlas tezgâhında yontulmaları gerekiyor. Yani diyor Üstad, “Bu eserleri okumak zorundasınız. Burun kıvırırsanız siz kaybedersiniz. Korkmayın, bana değil Kur’ana doğrudan talebe oluyorsunuz. Ben de Kur’anın talebesiyim.”
Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur'ân-ı Hakîme talebe ve şakirt oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal olarak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü's-sû' hakkında bir tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.
Bu noktada birkaç vurgu var: Enâniyet, ilme dayanır. “Fazilet” (Üstünlük) iddia eder. Bu yönü bildiği için Üstad “Ya bu eserleri alın, Kur’anın hakikatleridir diye ders verin. Risalelerle ehl-i imanın imanlarını vesvese ve şüpheden kurtarın. Veya madem ilim ehlisiniz, buyurun daha iyi ve daha kolay bir yol bulun, kendiniz bizzat ümmetin imanını muhafaza edin. Tabi yapabiliyorsanız” diyor. Yapmaya çalışınca yapamayacakları bedihi... Çünkü Üstad kendi fikirleriyle değil, ilham-ı İlahi olan Kur’an manaları ile ehl-i imanı muhafaza ediyor. Sırf akıl ile iş olsa bir yere kadar etkili olabiliyorr. Asıl iş kalb ve ruhun, nefis ve enâniyetin, vehim ve hevânın hastalıklarına şifa bulmaktadır. Bunu ise, ilim ve medrese ehli değil tekke ve irşad ehli yapabilirler. Tarihî vakalar gösterdiği üzere… Fakat Kur’an öyle bir medrese ve tekke ki, onda her türlü aklî-kalbî-nefsî-ruhî hastalığın şifası, ilacı, nuru bulunuyor. Üstad Furkan medresesinin enâniyetsiz talebesi, Kur’an tekkesinin nefsaniyetsiz mürîdidir. Bu ehl-i ilim yeni bir yol deneyince, çaresizliğe düşecekler. Düşünce yol ikiye ayrılacak, ya hakperestçe Risaleleri takdir edip Onun nurlu hakikatleriyle ümmetin imanına hizmet edecekler. Veyahut çaresizlikten hased doğduğu için muhalif vaziyetine girecekler. “Madem ben yapamıyorum, kimse yapamasın” moduyla meseleye hased gözüyle bakacaklar. İşte bu noktada Üstad “ulemaü’s-su” (kötü âlimler) konusunda kasden giriyor. Bu zamanın ilim ehlini bu konuda özellikle uyarıyor. Çünkü o dönemki iktidarın dine saldırılarında bazı kötü âlimler fetvacı oldular. İktidara yaranmaya çalıştılar.
Haydi, farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enâniyeti terk edip, Firavun-meşrep bir adamın kemâl-i sadakatle etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur'âniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enâniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enâniyetle hakaik-i Kur'âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de ona "Lebbeyk" dememesinde haksız değil midirler?
Burayı izaha gerek bulunmuyor. Çünkü insanlar dünya için ve maddi menfaat için birlik olurlarken, dindarlık gereği tevhid ve vahdet iddia eden Müslümanların hocalarının Allah rızası için bir araya gelmemeleri, gelememeleri öyle bir ayıptır ki kim görse meselenin içinde kibir, gurur, hased olduğunu rahatça okur ve anlar. Elbette birlikten kuvvet doğmasına son derece muhtaç olan ümmetin bu zamanında bu birliğin doğmasını engelleyen, birliğe katılmak istemeyen, var olan birliği fesadla bozmaya çalışan kişi farkında olmadan şeytana hizmet ediyor demektir. Ne söylerse söylesin. Sonuç budur!
Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, her biriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.
Üstad’ın burada kasdettiği kıskançlık, “gıbta damarı”dır. Üstad ölçü veriyor: “Hizmet sırf Allah rızası için olmazsa gıbta duygusu ortaya girer, hizmeti bozar. ” Bu konu İhlas Risalesi 2. Düstur’da işlenmiştir. Oraya bakılabilir... Enaniyeti aşmak kolay bir mevzu değildir. Fakat Üstad çaresini söylüyor: “Kardeşlerinizin meziyetleriyle iftihar edin.” Şöyle düşünelim: “Bir meydan savaşı olsa, düşmandan bir adam bizim cepheden bir adamla çarpışıp neferimizi feci şekilde yaralasa… Sonra bizden çıkan diğerini de yaralasa… Sonra bir diğerini… Bizim tarafta bir gerginlik ve korku doğsa, biz de cesaret edip adamın karşısına çıkamasak; sonrasında bizim ordumuzdan birisi düşmanın karşısına çıkıp tek darbeyle düşmanın cengâverini —Hz. Zübeyr’in bir savaşta yaptığı gibi— ikiye bölse bu durumda biz o kardeşimizle iftihar eder miyiz, etmez miyiz? Yoksa kıskançlık duygusuna mı kapılırız? Elbette iftihar edilir. Çünkü çaresiz kalınan bir durum ortada vardı. Aslına dine hizmette de aynı durum söz konusudur. Organize hizmette;
*Bazıları göz gibi araştırmacı olmakla, kendimizdeki eksik ve kusurları gözlemleyerek haber vermekle mükelleftir.
*Bazıları kalb gibi, işin duygusal cephesini, zikir boyutunu taşımakla…
*Bazıları el gibi, işin finans yönünü karşılamakla…
*Bazıları akıl gibi, işin ilmî altyapısını temin etmekle…
Bir kişi hepsini aynı anda yapamayacağı, yapmaya kalktığı zaman çaresiz düşeceği ve devam ettiremeyeceği için aslında organize hizmet edenler bir birlerine son derece muhtaçtırlar, tek başına taşımakta çaresiz düşülen ağır bir yükü kaldırıyorlar. Bu noktada onların meziyetleri bizim içimizi hasetle kaynatan bir tencere değil bilakis ruhumuza nefes aldıran bir pencere olurlar. Bu açıdan Üstad “Sırf Allah rızası, bu hizmette hedef olmalı ”, “Kardeşlerinizin meziyetlerini Bizlik Şuuru içinde kendine ait görüp iftihar etmelisin ” ki enaniyetin zararından kurtulasın, diyor. (Bu, Talebeler Arası Enaniyet)
Bir şey daha kaldı; en tehlikelisi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevâzı da olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder— tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.
Bu kısım Üstad’a Karşı Enâniyet ve kıskançlık hakkındadır. Bu diyor Üstad, en tehlikelisidir. Çünkü talebelerle problem yaşayan, “Üstad’ın sıddîkı” olabilir. Fakat Üstad ile enâniyet problemi yaşayan daireden tamamen kopup zındıklara destek verecek hale gelebilir. Sivas müftüsü olarak dine hizmet eden Turan Dursun gibi bir müftünün dinsizlerin elinde oyuncak olması gibi… Üstad bu enâniyetin sebebini, eskiden sahip olunan ilim olarak gösteriyor. İlim, insana fazilet verir. Fakat bu fazileti kişi kendi zâtî malı gibi bilir ve ilmi kendi aklının ürünü sayarsa Hz. Âdem-İblis vakası, Hz. Musa-Karun vakası, Hz. Peygamber-Ümeyye bin Ebi’s-Salt vakası tekrarlanır. Kişiyi nura doğru yürüten ilim, onu yere gömen bir zulüm ve zulmet halini alır. İnsan ve benliği, ilmin hizmetçisi, aynası olmak için yaratılmıştır. Ne zaman ilmi sahiplenirse o zaman belâsı başlar. Çünkü ilim hakikatte Allah’a mahsus bir sıfat ve maldır. O malı sahiplenen, ister istemez Uluhiyet iddiasına kalkışır. Takdir, teveccüh, medih ve sena ister. Bu durumda da kargaşa çıkar. İlim böyle tehlikeli olduğu için bazen Allah ilim ehline hata yaptırır, haddini bildirir. Hz. Âdem-Havva vakası… O vaka ile Hz. Âdem (AS) anladı ki, Hakikati bilmekle, nefsini dinlemek farklı mevzulardır. Nefsine uyan hata yapar. Hakikate uyan, yanılmaz. Aynı durum İblis ve Karun için de geçerli… Hz. Âdem (AS), hata yaptı: “Rabbena zalemna enfüsena…” (Rabbimiz, biz nefsimize, kendimize zulmettik, kendimizi karanlıklara attık…) diyerek zulüm ve zulmeti kendine, ilim ve nuru Allah’a atfetti. Fakat İblis hatasından halen dönmedi.
Üstad diyor, bende gördüğünüz ve size yansıyan ilim benim değildir. Ben bir musluğum. Musluktan akan su, nasıl musluğun veya çeşmenin olabilir! Aynı şekilde kimden akarsa aksın, kimden gelirse gelsin bütün ilimler bir su gibi Allah’ın ilim denizleri ve dehlizlerindendir. Musluklar ve gözeler sahiplenmeye kalksa da… Enaniyetin yaptığı problemin kaynağını Üstad şöyle açıyor:
Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevâzı de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister.
İmtiyaz ister: İnsanın şahsiyeti (kişiliği), ilimle oluştuğu için “imtiyaz” ister. İlmi sayesinde kendini gösterir. Şöhret-i ilmiye yapar. Bu yönden o kişinin “şahsiyetçilik” yaptığını anlarız.
Kendini satmak ister: Buna hodfuruşluk deniliyor. Yani gösteriş, riya yapar. Kendi fikirlerinin daha mükemmel ve kusursuz olduğu yönünde bir kanaat taşır ve sosyal çevresine lanse eder.
Bunun bir ilerisi olarak birisi dese ki: “Ağabey senin bu anlattıklarının daha ötesini Üstad falan risalede şöyle ifade etmiş. Gerçekten görse ki, daha ilerisidir. İşte o an içinde muaraza (zıtlaşma, çarpışma) arzusu uyanabilir. Veya sıddık bir şekilde “Üstad’ıma bin mâşâallah ” da diyebilir.
Eğer ilk duruma kapılırsa olacakları Üstad şöyle ifade eder: “Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”
Bu noktada Üstad Risale-i Nur hizmetine ait bir sırrı ifşa etmek zorunda kalıyor:
Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:
Bu durûs-u Kur'âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki Fetvâ Vazifesiyle tavzif edilmişiz.
Yani Risale-i Nur iman ilimlerinde müftîdir. Yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yeni bir itikad mezhebidir. Tamamen Kur’anî bir yoldur. Veyahut Maturidî ve Eş’arî mezheplerinin ne dediğini günümüz insanına onların anlayacağı dille anlatma konusunda Fetva ve Yetki ondadır. İki şekilde de metin anlaşılabilir. Bu açıdan şu an Nur dairesi içinde olanlar allame de olsa, hatta müçtehid bir asfiya seviyesinde de olsalar onların vazifesi Sözler’in şerhleri veya izahları veya tanzimidir.
Tanzim, Külliyatta bir konuya dair ilgili yerleri bir araya getirip konu bütünlüğü içinde sunmaktır.
İzah, kapalı bırakılmış bahisleri açıklamak, anlaşılır hale getirmektir.
Şerh ise, Üstad’ın cümlelerinde neyi kasdettiğini işin hakikatini bularak, delilleriyle göstererek açıklamaktır. Bu kısım çok zordur.
Fakat Nur dairesi içindeki âlimler, allameler, müçtehidler, “imana hizmet” konusunda böyle bir kısıtlamaya tabidirler. Takva, ibadet, ahlak konusunda herhangi bir sınırlama bulunmuyor. O noktada Üstad fetva makamıyız, demiyor.
Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü'l-a'mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.
Burada vurgu imânî meselelere dair yazı yazmaktır; kitap yazmak, konferans düzenlemek gibi… Fakat kişi bunu yaparken Risalelerden faydalanmadan yapıyor. Bu açıdan “soğuk bir muaraza” diyor Üstad. O soğukluk, enaniyetten kaynaklanıyor. Enaniyet, insanı manevi bir buzdağı ve Antarktika kıtası gibi yapar. İhlas Risalesinde bir haşiyede bu benzetmeyi bizzat Üstad yapmaktadır. Asıl meziyet ve fazilet, öldürücü bir buzdağı olmaktan çıkıp hayat verici bir su havuzu gibi olmak, tatlı bir su haline gelip ortalığı yeşertmektir. Böyle tatlı su haline gelenlere Cenab-ı Hakk, Kur’an küpünden sızan ilim damlaları nasip eder. Risale-i Nur bu tarz Kur’an reşhalarıdır. Katre-Reşha-Zühre bahsini anlatan 24. Söz’ün 2. Dalındaki temsil meselenin hakikatinin izahını yapmaktadır. Üstad diyor “Bana muaraza edenler, tabiat kamerine odaklı serin, soğuk ve tuzlu katredirler. Ben ise Hakikat Güneşine odaklı ılık, sıcak ve tatlı bir reşhâyım.”
[1] Hadisin tam metni şöyledir: “ “Beni görene ne mutlu, beni göreni görene de ne mutlu .” [ Münâvî, Feyzu’l-kadîr şerhu’l-Câmii’s-sağîr, Beyrut ts., IV, 280. Süyûtî, Taberânî ve Hâkim'in Abdullah b. Büsr'den rivayet ettikleri bu hadisin isnadını hasen olarak değerlendirmiştir. Yine aynı mânadaki bir başka hadisi İbn Asâkir, Vâsıle b. el-Eska'dan nakletmiştir. Bu hadisin isnadı da Süyûtî'ye göre hasendir. a.g.e., IV, 280.]