Bu yazının kaleme alınmasının gerekçesi İlahiyat camiasındaki, gerek talebe gerekse hocaların zihinlerine dengesiz ve hakikatten uzak fikirlerin gelmesi değil… Çünkü hakikati arayan her bir insanın geçici bir süre —hayal dairesinde kalmak, akıl ve kalb tarafından tasdik edilmemek kaydıyla— bu tarz fikirlerin gelmesi normaldir. Hatta bir İlahiyatçının farz-ı muhal olarak şirki ve çok sayıda ilahların varlığını kabul ederek, bunları var saydığımızda neler olabileceğini düşünmesi, bunun sonucunda fesad ve kargaşa çıkacağını tespit etmesine… Akabinde galaktik sistemlerden insan vücuduna, oradan atomlara ve atom-altı dünyaya kadar her bir yerde var olan değişmez düzeni ve sistematik yapıyı görerek ve detaylıca gözlemleyerek tevhid hakikatini elde etmesine yol açan derin bir tefekküre bizzat Allah izin veriyor.[1]
Bu açıdan şüpheli sorular, dengesiz fikirler ve vesvese-vari sözler hakikat ve hakka fıtraten âşık her bir insanın dünyasına alâ külli hâl bir süre uğrayacaktır. Bu bir maneviyat kanunu… Ağza alınmayacak derecede ürpertici düşüncelerin zihne gelmesi Hz. Peygamber’ce (ASM) sapıklık ve sapkınlık değil bilakis “imanın kuvvetli oluşunun göstergesi” sayılmıştır. Bir sahabenin endişeli sorusu üzerine verdiği cevapta görüldüğü üzere…[2]
Asıl problem bir konuda yetersiz bilgiye sahip öğrencilere veya o konuda hiçbir bilgisi bulunmayan geniş halk kitlelerine İlahiyat hocalarımızın, dengesiz fikirlerini veya akıllarına her geleni sabit hakikat olarak ısrarla anlatmaya çalışması… Kendilerine itiraza kalkan talebeleri “Bu konuda benim gibi bin kitap oku, sonra karşıma çık” diyerek veya hiçbir söz söylemeden sınıftan kovmaları… Ekranlara çıktıklarında karşılarında kendilerine itidal ve sabır ile cevap verip hakikati delillerle ispat eden ilim erbabına karşı, Hz. Âdem’e (AS) secdeden kaçınan İblis gibi, kibirle ve yersiz enâniyetlerle karşı çıkmaları, hakikat ve hakkın karşısında secde etmemeleridir.
En fenası ise, imanî konuları avam halk kitlesi önünde tartışma konusu yapmalarıdır. Kıymetli bir âlimimiz bizzat kendi yaşadığı böyle bir hadise üzerine şöyle der: “O gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz... Dakik mesâil-i imaniyeyi (imana dair ince meseleleri), mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.”[3]
Diğer önemli husus ise, herhangi bir sahada ihtisas sahibi olmakla hocalarımızın kendilerini her sahada mütehassıs zannına kapılmalarıdır. Bilimsel manada sabittir ki, insan beyninin sağ lobları, duygusal ve soyut cepheye; sol lobları ise, düşünce ve somut boyuta bakar. Fen bilimleri gibi somut dünyayı inceleyen ilimler, sol loba hitap ettiği gibi; edebiyat, müzik ve sanat gibi soyut dünyayı inceleyen ilimler ise, sağ lobu çalıştırır. İnsanların %99,9’u araştırmaların da gösterdiği üzere iki lobdan yalnızca birini çalıştırmaya ağırlık verirler. Bu durumda diğer lobda gerileme, zayıflama ve âtıl kalmaktan kaynaklanan bir körelme meydana gelir. Bu açıdan matematikte profesör olan bir kişi, ebediyatta bir üniversite talebesi kadar yol alamaz; edebî bir metni derinliğine anlayamaz. Aynı şekilde edebiyatta derinleşen bir kişi de, fizik, kimya ve matematik gibi fenlerde derinleşemez, yol alamaz. Çok nadir ve deha denilen karakterdeki kişiler her iki lobu itidal üzere kullanarak çift kanatlı bir kuş gibi hakikate doğru yükselirler. Bu ise, milyonda bir karşılaşılabilecek bir durumdur.
Dinî ilimler sahasında da aynı durum geçerlidir. Fıkıh gibi muamelat sahasıyla somut dünyaya bakan dinî ilimlerde derinleşen bir hocamız, tasavvuf ve belagat sahasında bir üniversite talebesi kadar yol alamaz. Aynı durum tasavvuf ve belagat sahasında derinleşen bir hocamızın fıkıhtaki geri kalışında da görülür. Çok nadir ilim erbabı ve dinî deha sahipleri her iki sahada söz söyleyebilecek şekilde ilerleyebilirler. Bundan dolayı mesela kelam sahasında ve kelamın da “İsbat-ı Vâcib” (Allah’ın varlığını ispat etme) konusunda yıllarını vermiş bir hocamızın nefsin mertebeleri ve bu mertebelerde hangi haller zuhur edeceğine dair sözleri sadece bir duyumdan ibaret kalacaktır. Eğer özel bir gayretle bir dergâha bağlanıp kâmil bir mürşidin elinde nefis tezkiyesi yaşamıyorsa… Aynı durum tasavvufun derinliklerine zikir ile dalan bir hocamızın, fıkhın detaylarını anlama veya kelâmın, delilleriyle tenzih-i Rububiyet ve takdis-i Uluhiyet konusundaki sözlerini kavramada geri kalışında da görülebilir.
Evet, İlahiyat mezunu olmak ve dinî kitapları okumak bir insanı dinî her sahada söz sahibi kılamaz. Tıbbî dille söylersek, İlahiyatı bitiren bir kişi ”aile hekimi” sayılır. Oysa ümmete her meseleyi delilleriyle her sahada veya sahasında anlatabilecek profesör doktorlara ihtiyaç var. Âcil bir durum olsa hiçbir kimse çocuğunu aile hekimine götürmez; o konunun profesörünü arar. Aynen öyle de ümmet-i Muhammed’in (ASM) zihnen, hissen ve amelen yandığı ve yakılmaya çalışıldığı bu zor devirde elbette ve elbette dinî bir konuda söz söylemek isteyen kişi, sahasında kalmalı ki, manevi hastalıklara hekim olsun. Aksi takdirde kalbi hasta ve imanı yaralı kişiler, o yaralı imanlarını dahi kaybedebilirler. Burada vebalin çoğunluğu hatalı ilim erbabının olur. Hz. Peygamber’in (ASM) dediği üzere: “Bilmiyorum demek de ilimdendir.”[4] İhtiyaç sahibi kişiyi bahis konusu sahada mütehassıs kişilere yönlendirmek, bir emeğe hürmet ve hakka karşı haşyettir.
[1] Enbiya sûresi, 22.
[2] Bazı sahabeler dediler ki: "Ey Allah'ın Resulû, bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercîh eder. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?)." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Hayır bu (korkunuz) gerçek imanın ifadesidir " cevabını verdi." (Müslim, Abdullah ibn-i Mes’ud)
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 13. Mektub.
[4] Sünen-i İbn-i Mâce.