Risale-i Nur tefsirinde ilhamın sünuhat, tuluat, zuhurat, huturat ve ihtarat şeklinde bütün çeşitleri kendilerini gösterirler. Kur’anın ilhama dayalı bir tefsiri olduğu bariz bir şekilde onda görünür. Bediüzzaman bu ilhâmî manaların kalbe gelmesi ve gelebilmesinin şartlarını kendisine sorulan bir soru cevapta şöyle ifade eder:
“İkinci Mesele: Ehl-i dünya diyorlar ki: "Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok.
Elcevap: Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur'ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usulünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur'âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukàbilinde, dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.”[1]
İlhamın çeşitleri olan sünuhat, tuluat, zuhurat, huturat ve ihtarat Risale-i Nur Külliyatının her tarafında kendilerini gösterirler. Şöyle:
Tuluat ve kalbî boyutu hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir nümune şu şekildedir: “İşte, maatteessüf, bunlar dünyayı hatırıma getirdikleri için, tulûât-ı kalbiye tevakkuf ediyor. Başlarını yesin, bu ehl-i dünyanın dünyasını düşünmek bana zehir oluyor. "Ben dünyanıza karışmıyorum; buna mukabil o pis dünyanızı bana düşündürmeyiniz" dediğim halde olamıyor. Ben de Cenâb-ı Hakka niyaz ettim ki, bana kuvvetli bir sabır, bir tecrid-i zihin ihsan etsin ki, düşünmeyeyim.”[2]
[Dikkat edilirse Bediüzzaman burada tuluat-ı kalbiye için gerekli alt yapıları, “Tecrid-i zihin, “ehl-i dünyanın dünyası” nı[3] düşünmemek ve fâniyattan yüz çevirerek Bâki’ye odaklanmak” olarak bildiriyor.]
Zuhurat hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir nümune şu şekildedir: “ Nur fabrikası sahibi Hafız Ali'nin haşr-i cismanî hakkındaki hatırına gelen mesele ehemmiyetlidir ve mektubun âhirindeki temsili, gayet güzel ve manidardır. O hatırayla, Dokuzuncu Şua'nın mukaddeme-i haşriyeden sonraki dokuz burhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım. Fakat, maatteessüf, bir iki senedir telif vazifesi tevakkuf etmiş. Risale-i Nur'un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakikî kalmamış ki, telife sevk olunmuyoruz.”[4]
Sünuhat hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir nümune şu şekildedir: “O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâs ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdili gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü, hakikat-i ihlâs ile baktım tashih yerini bulamadım. Demek, sünuhat-ı Kur'âniye olduğundan i'caz-ı Kur'ânî onu yanlışlardan himaye etmiş. Maahâzâ, kaleme aldığım şu İşârâtü'l-İ'câz adlı eserimi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadım.”[5]
Huturat ve kalbî boyutu hakkında Risale-i Nur Külliyatında şöyle bir nümune görebiliyoruz: “Bu çok ehemmiyetli meseleler ve çok derin ve geniş ism-i Kayyûmun cilve-i âzamı, hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lem'alar tarzında kalbe hutur ettiğinden, hem gayet müşevveş ve acele ve tetkiksiz müsvedde halinde kaldığından, elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır.”[6]
İhtarat ve kalbî boyutunun duygu dünyasındaki etkisi hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir nümune şu şekildedir: “Benim tevkif kâğıdımda sebep "emniyeti ihlâl" suçu yazıldığından, ben daha o pusulayı görmeden müddeiumuma dedim: "Seni geçen gece gıybet ettim. Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise, 'Eğer bin müddeiumumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemişsem—üç defa—Allah beni kahretsin' dedim." Sonra, bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahate ve üşümemeye ve dünyayı düşünmemeye muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kastı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrit ve tevkif ve tazyike sevk edenlere, fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir inâyet, imdada yetişti. Mânen kalbe ihtar edildi ki:
- İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var.
- Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslimle mukabele lâzım.[7]
- Hikmet ve rahmet-i Rabbâniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevap kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır.
- Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var.[8] O hisseye karşı istiğfar ve tevbe ile, nefsine 'Bu tokada müstehak oldun' demelisin.
- Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur'un o münafıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter.
- En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkit niyetiyle bakmalarında, ister istemez, şüphesiz, iman cihetinde istifadelerinin hatırı için
[9] düstûriyle; onları afvetmek, bir ulûvv-ü cenâblıktır.”
Ben de bu hakîkatlı ihtardan kemâl-i ferah ve şükür ile, bu yeni Medrese-i Yusufiyede durmağa… karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini görecek yetmiş bin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar. Ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i îmaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama kabir, bu hapisten yüz derece ziyâde hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir.”[10]
İhtarat ve ruhî boyutunun duygu dünyasındaki etkisi hakkında Risale-i Nur Külliyatında bir nümune şu şekildedir: “Sonra, pek âdi bahanelerle, zemherîrin en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta, tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlâhiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Mânen, "Sen hapse medrese-i Yusufiye namı vermişsin. Hem Denizli'de, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekvâ yerinde binler şükrettirdi. Herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşaallah, bu üçüncü medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek. Ve hiddet ettiğin adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip daimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun" diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle "Elhamdü lillâh" dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım, "Yâ Rabbi, onları ıslah eyle" diye dua ettim.”[11]
[Dikkat edilirse ilhamlar ve özellikle ihtarat grubu ilhamlar, hakikati olduğu gibi gösteren net içerik sahibidirler. İhtarı alan kişinin içine düştüğü duygusal ve insanî girdaplardan ve karanlıklı atmosferlerden onu çekip almakta, “Tevhid Şuuru” ve “Hikmet-i Kudsiye” çerçevesinde olaylara bir bakış açısı vermektedir. Bu aydınlatıcı, ısıtıcı kudsî şuur ve hikmet ile ilham alan kişi gamlı ve kederli inkıbaz-ı ruhî ve elem-i ruhaniden kurtulmakta, bir ferah-ı ruh ve huzur-u ruhani lezzetine eriştirilmektedir. İlham öncesi yaşanan daraltıcı ve ezici ruh halinin ilham sonrasında hiçbir izinin kalmaması ve şikayet edici ilham öncesi halin ilham sonrasında sonsuz şükür ve memnuniyet haletini meyve vermesi, kişinin musibetli, işkenceli ve sıkıntılı hapishane gibi zahmetli ortamlardan razı ve memnun hale gelmesi göstermektedir ki ilhamlar kişinin kendi fikrinin mahsulü ve duygularının eseri değildir. Bediüzzaman eğer bu tarz ihtarlar almasaydı nasıl bir hal yaşayacağını bizzat kendisi şöyle ifade eder:]
“Risale-i Nur'u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.
Bana, "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!
"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.
İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade- imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamd olsun.
Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu.[12] Cemiyetin, yalnız yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur."[13]]
Soru: Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı’nın mahiyeti hakkında Şualar isimli eserinde şöyle diyor: “Bu üç farkın sırrı ise Risaletü'n-Nur'un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur'ân'ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur'âniyedir.”[14]
El-Cevap: Bediüzzaman’ın Eski Said ve Yeni Said eserlerine bütünden bakılarak bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Yaratılanların Allah ile diyaloğu noktasında "vahiy" ve "ilham" ve "hads" şeklinde üç ana kategori bulunmaktadır. Hads, ilhamdan geridir. İlham da, vahiyden geridir. Külliyatta bu nettir. (Nokta Risalesi ve 7. Şua) Bu çerçevede vahiy grubu dışında bulunan sünuhat, tuluat ve benzeri irtibat yollarını ilham çerçevesi dâhilinde almak teknik olarak doğru usuldür. Fakat metinle barıştırmak için "İlhamın Kur'anın sırlarına ve nurlarına açılan kanalları" manasında sünuhat, tuluat ve zuhurat "İlhamın külli ve sâdık cephesini teşkil eder" diyebiliriz. Külliyatta "Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar olarak" ifade edilmişler.[15] Bütünden bakılırsa böyle bir ilişki ağı kurulabilir. Sadece bu metne bakılırsa sünuhat, tuluat ve benzerleri ilhamdan daha aşığı ve hadsin birer şekli olarak algılanırlar. Oysa bu da Kur'anın feyiz ve manalarını getiren sünuhat ve tuluatın hukukunu çiğnemek olur. Sünuhat, tuluat, zuhurat ve emsalinin ilham çerçevesi içinde ele alınabileceğine Bediüzzaman ilgili bahsin geçtiği 1. Şua eserinin başka bir bölümünde şöyle işaret eder: “Yani, mertebesine işaret için iki fark var. Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihraçtır.”[16]
Dikkat edilirse, sorudaki “umumiyetle ilham değil” lafzı külliyen ilham değil manasını ifade etmez. Bilakis “Belli bir kısmı doğrudan doğruya ilhamdır” şeklinde bir kabulü gösterir. Bu ilişkiyi ifade etmek için Bediüzzaman Risale-i Nur’un doğrudan doğruya ilham eseri olan bölümlerinin sonuna Bakara suresi 34. âyet olan ve meleklere ilmin ta’lim edilmesini bildiren
(Senin bize bildirdiğin ve öğrettiğinden başka bizde ilim yok. Sen her şeye istidadına göre ilim veren Alîm ve Hakîm’sin.) âyetini koyar. Buna mukabil tuluat, sünuhat ve zuhurat eseri olan bahislerin sonuna ise
(Bâki Olan yalnızca O’dur.) cümlesini koyar. Buradan şu tespiti yapabiliyoruz: Bir veli ve asfiya doğrudan “zahir ve batınıyla” yani lafzı ve manasıyla da ilham olan bir kelamı olduğu gibi aktarmakla mükelleftir; ona asla müdahale edemez. Bir harfini ve kelimesini dahi değiştiremez.[17] Fakat sünuhat, tuluat, zuhurat şeklinde olan ilhamî boyutlarda mana ve hakikat, Allah’tandır; lafızlarla ifadesinde evliya ve asfiya hürdür. Fakat manayı ve hakikati bozmamak kaydıyla… Bundan dolayı sünuhat, tuluat ve zuhurat, lafzıyla da ilham olan “hakiki ilham” dan aşağıdadır fakat manası ve hakikati ilhama dayandığından yine ilham çerçevesinde değerlendirilir, diyebiliyoruz.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 16. Mektub, 5. Nokta, 2. Mesele.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Mektubatın Üçüncü Kısmı, 262. Mektub.
[3] Risale-i Nur Külliyatı’nda sıklıkla vurgulandığı üzere dünyanın üç yüzü bulunuyor: Birinci yüzü, Esmaü’l-Hüsna’nn aynası olan yüzdür. İkincisi, Âhirete tarla olan yüzdür. Üçüncü yüzü ise, ehl-i dünyanın heveslerinin oyuncağı olup bir bataklık gibi kalp ve ruhları boğan yüzdür. Bediüzzaman hakikaten güzel ve aşka layık ilk iki yüzden bahsetmiyor. İnsan zihnini zalim insanların iradelerinde kilitleyip boğan üçüncü yüze işaret ediyor. Yoksa Risale-i Nur’da temel inceleme ve okuma sahası “Kâinat Kitabı” ve “İnsan Risalesi” dir. (Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 3. Maksad, 5. Remiz)
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, 131. Mektub.
[5] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, İfâde-i Meram.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte (İsm-i Kayyum Bahsi, İ’tizar).
[7] İlginç bir hikmet! İnsanın yediği rızkının da insan üzerinde hakkı var. Bazen insanın rızkının duası, insanı rızkına doğru götürür. Bir hadiste Hz. Peygamber (SAV) bu ince hakikati ifade eder. Sahabelerin âlim ve zâhidlerinden Ebû'd-Derda (r.a.) rivayet ediyor ki, Resulullah (sav) buyurdular: "Rızık, kişiyi ecelinden daha fazla arar." (Camiussağir - 4524)
[8] İlham-ı İlahi,”Sen bilmesen de Biz senin nefsinin gizlediği kusurlarını biliyor ve senin nefsine acımıyoruz” diyor. Bu detaylar da net gösteriyor ki, ilhamda konuşan yalnız hakikattir; kişinin nefsinin ve enâniyyetinin ilhamda hiç bir hissesi yoktur.
[9] “Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler…”(Âl-i İmran, 134.)
[10] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 26. Lem’a, 15. Rica.
[11] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-2, 45. Mektub
[12] Bu sözler, hakiki ihlasa dayanmaktadır. İhlas, hakikat seviyesine yükselirse rıza-yı İlahiyeden başka her şeyden yüzünü çevirir. Ebedî Âhiret dahil… Bediüzzaman bu ufku, Tevbe suresi 72. âyetten ders almıştır. İlgili âyet müminlere vaade edilen Cenneti anlattıktan sonra “Ve rıdvanun minallahi ekber. Zâlike hüve’l-fevzü’l-azîm” (Allah’ın rızası ise bâki ve ebedî Cennet’ten daha büyük bir hakikattir. Bu zâtî rıza hakikati, bir insan için azametli bir kazançtır) der.
[13] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Tahliller.
[14] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 1. Şua, 2. Sual, 25. âyet.
[15] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 7. Şua, 1. Makam, 14 ve 15. Mertebeler. (Vahiy ve İlham Hakkında)
[16]Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 1. Şua, 2. Sual, 7. âyet.
[17] Kur’an dışında bir vahy-i sarîhî olan “hadis-i kudsîler” de, Allah Resulünün (SAV) lafızları değiştirme yetkisi olmaması gibi… Buna mukabil vahy-i zımnîlerde Allah Resulü (ASM), hak ve hakikati Allah’tan (CC) vahiy yoluyla alsa da lafızları kendisi belirleyebiliyordu. Bu gaybî sistematik gösteriyor ki, vahyin bir hizmetkarı olan ilhamda da “ilham-ı sarîhî” ve “ilham-ı zımnî” gibi bir ayrım vardır. İlhamı alan evliya ve asfiya bu çerçevede aldığı ilhama karşı muhatap ve sorumludur.