İlham lafzının etimolojik boyutu hakkında Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde şu bilgiler verilir: Sözlükte “içmek, birden yutmak” anlamındaki lehm (lehem) kökünden türemiş olan ilhâm kelimesi “yutturmak” demektir. Terim olarak “Allah’ın, doğrudan veya melek aracılığıyla iyilik telkin eden bilgileri insanın kalbine ulaştırması” diye tanımlanabilir. Bilgi kaynaklarını kullanmadan insanın zihninde (kalbinde) âniden ortaya çıkması ilhamın esasını teşkil eder. Yaygın olmamakla birlikte ilham yerine havâtır, hevâcis ve firâset tabirleri de kullanılmış, ayrıca bunlara az çok farklı mânalar yüklenmiştir. Hads, keşif, tecellî, vârid ilhama yakın anlamlar verilen diğer bazı terimlerdir. Sadece bir âyette geçen ilham kavramıyla Allah’ın insan benliğine hem mânevî zaaflarını hem de güçlerini yerleştirdiği belirtilir.[1] Müfessirler, Hz. Mûsâ’nın (AS) annesine yapılan vahyin doğrudan Allah tarafından kalbine ulaştırılan ilham anlamına geldiğini genellikle kabul ederler. İlham kavramı hadislerde de yer alır. Hz. Peygamber (SAV) Husayn adındaki sahâbîye öğrettiği duada, “Allah’ım! Bana gerçeği bulma yeteneğini ilham et” ifadesi mevcuttur.[2] Yine Resûl-i Ekrem (SAV), Allah’ın kendisine ilham ettiği övgülerle O’na hamdettiğini açıklamış[3], “Sizden önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer’dir”[4] demiştir.[5]
İlhamın Kelam ve Akide İlmi Açısından İsbatı ve Tespiti
Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı sübûtiye adı verilen ve yaratılış âleminin kuruluş ve devamında hükümlerini gösteren kudret, ilim, irade, hayat, kelam, sem’ ve basar şeklinde yedi sıfatı bulunmaktadır. Maturidîler gibi bazı kelamcılar ise kudret-ilim-irade sıfatlarının beraber tecelli etmesiyle beliren “tekvin” sıfatını ayrı bir sıfat kabul ederek bu sayıyı sekize çıkarmaktadırlar.
Cenab-ı Hakk’ın kudret sıfatı yaratıcılığında, hayat sıfatı yaşatıcılığında, ilim sıfatı takdirinde, irade sıfatı bütün fiillerinde kendini gösterdiği ve tecelli ettiği gibi kelam sıfatı da çeşitli şekillerde kendini gösterir.
Kudret sıfatının celal ve ihtişamı, sünnetullah şeklindeki külli icraatlarında göründüğü gibi cemal ve keremi de, enbiyaların mucizelerinde, evliyaların kerametlerinde, asfiyaların inayetleri ve ikramlarında zuhur eder.
İlim sıfatının kuşatıcılığı ve nüfuz ediciliği, âdetullah kanunlarının her şeyi şümulüne alışında göründüğü, canlıları ve nesneleri yekpare bir sistem haline getirmesinde belirdiği gibi ilmin vüs’ati ve müşahedesi de her nesne ve canlıyı diğer nesne ve canlılardan ayrı kılacak hususi özelliklerle onu donatması, süslemesi ve güzelleştirmesinde belirir.
Aynen bunun gibi Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatının azameti ve ulviyeti, peygamberlere gelen ve bütün insanlar ve cinleri bağlayıcı mahiyette bâki hakikat ve sermedî hikmetlerle kendini gösteren vahiylerde göründüğü gibi kelam sıfatının inayeti ve lütfu da evliyalara gelen “ilhamlar”, asfiya ve âlimlere gelen “hads-i sâdık” larla kendini gösterir.
Vahiy, ilham ve hads aynı mekanizmanın farklı seviyelerdeki kişilerde görünen birer meyvesidir. Bu konuyu Üstad Bediüzzaman şöyle ifade eder: “Mahall-i iman olan kalb, hads ve ilham gibi isimlerle tâbir edilen bir hiss-i sâdise-i bâtıniye (bâtınî altıncı his) ile hakaike bakar ki, enbiyada vahiy o hisse göredir.”[6] Bu hissin ismi, Nakşibendî evliya ve asfiyâlarının tasnifine göre “ahfâ” latifesidir. Bu latifeyi Üstad Bediüzzaman “kalb telefonu” olarak isimlendirir. Diğer adıyla “kalb kulağı” dır. Veya “sâika” isimli latifedir.[7] Son devir Nakşibendî şeyhlerinden Süleyman Hilmi Tunahan Hz.leri “Ahfâ, Rasûlullah Efendimizin telefon noktasıdır (irtibat merkezidir)” der.[8]
İnsanın “kalb gözü” nün inkişafı,
- Fâniyâttan ve mâsivâdan gözünü ve yüzünü Bâki-i Zü’l-Celal’e zikr-i hak ve aşk-ı hakikat ile çevirmek,
- “Riyâ” hissi ve “şöhret” tutkusundan sıyrılmak,
- Allah’tan başkasına “kör olmak” la olabildiği gibi…
İnsanın “kalb kulağı” nın da inkişafı,
- Halkın takdir ve beğenisinden Mukaddir-i Zü’l-Cemal’e kulağını çevirmek,
- Onun kelamı olan Kur’anı dinlediği ve okuduğu zaman “semi’na ve eta’na” (işittik itaat ettik) diyerek teslimiyetle ona kendini vermek,
- “Süm’a” (desinler) ve “takdir” hissinden yüzünü çevirmek ve
- Halka karşı “sağır olmak” la olabilir.
Bu taharet-i kalb ameliyesini “tezkiye-i nefs” ile ve tecliye-i ruh ameliyesini “tebrie-i levm-i enâniyet” le kendi iç dünyasında gerçekleştirmeyen, sıdk ve ihlasta sıddıkıyet ve muhlisiyet seviyesine yükselmeyen kişiler, milyonlarca evliya ve asfiyânın hakkalyakîn şahitliğiyle ilham-ı İlâhiyeye mazhar olamazlar. İlhamın hakikatli, nurlu ve feyizli sözleri onların hasta ve kirli kalplerine, karanlık ve saplantılı ruhlarına misafir olamaz.
[1] eş-Şems 91/8.
[2] Tirmizî, “Daʿavât”, 69.
[3] Buhârî, “Tevḥîd”, 36; Müslim, “Îmân”, 326, 327.
[4] Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 6, “Enbiyâʾ”, 54; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 23.
[5] Yusuf Şevki YAVUZ, TDV Diyanet İslam Ansiklopedisi, “İlham” Maddesi, c.22, s.100-101.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Âsâr-ı Bediiyye, Rumûz.
[7] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 1. Mes’ele, 5. Nükte.
[8] Ali Erol, Hatıratım, s.32; Ziya Sunguroğlu’nun Notları, s. 66.