İman Hakikati, Bediüzzaman Said Nursi ve Niyazi-i Mısrî (KS)

Erdem AKÇA

Son devir İslam âlim, ârif ve hakîmlerinden Bediüzzaman Said Nursi ilm-i hakikat ve hikmet-i hak çerçevesinde yaratılış mekaniğini, temellerini, dayanaklarını, gayelerini, yaratılış sürecini, sonuçlarını ve meyvelerini bütün derinliği ve kapsamıyla ele aldığı Mektubat kitabının 24. Mektubu’nun sonunda meseleyi Niyazi-i Mısrî’den iktibas ettiği dörtlük eşliğinde şöyle özetler:

Kat'iyen bil ki… Ehl-i dalâlet için dünya firaklar ve zevâllerle dolu ve ademlerle mâlâmâldir. Kâinat, onun için mânevî bir cehennem hükmüne geçer. Herşey onun için âni bir vücut ile hadsiz bir adem ihata ediyor. Bütün mazi ve müstakbel zulümat-ı ademle memlûdür; yalnız kısacık bir zaman-ı halde bir hazin nur-u vücut bulabilir. Fakat sırr-ı Kur'ân ve nur-u iman ile, ezelden ebede kadar bir nur-u vücut görünür, ona alâkadar olur ve onunla saadet-i ebediyesini temin eder.

Elhasıl, biz Şair-i Mısrî'nin tarzında deriz:

Derya olunca nefes,

Pârelenince kafes,

Tâ kesilince bu ses,

Çağırırım: Yâ Hak, yâ Mevcud, yâ Hayy, yâ Mâbud,

Yâ Hakîm, yâ Maksud, yâ Rahîm, yâ Vedûd!”

Niyazi-i Mısrî’nin (KS) şiirinde “Tâ kesilince bu ses” beytinden sonran “Çağırırım Dost Dost” şeklinde dörtlük tamamlanır. Bediüzzaman “Elhasıl, biz Şair-i Mısrî'nin tarzında deriz:” ifadesiyle Niyazi-i Mısrî’nin (KS) şiirini olduğu gibi aktarmayacağı, hafif değiştirerek şiiri aktaracağını ifade ediyor. Dikkat edilirse “Çağırırım” ifadesi her ikisinde ortaktır. Bediüzzaman “Dost Dost” ifadesinin Esmaü’l-Hüsna eşliğinde şerh eder:

Yâ Hak, yâ Mevcud, yâ Hayy, yâ Mâbud,

Yâ Hakîm, yâ Maksud, yâ Rahîm, yâ Vedûd!

Bediüzzaman, bu şerhiyle “Allah ile dostluk” ne demektir, nasıl olur, hangi hakikatlere dayanır gibi akla gelen muhtemel sorulara cevap verir. Hakikatli bir mümin kul ile Rabbi arasında dostluk hak, mevcudiyet, hayat, ibadet, hikmet, maksudiyet, şefkat ve vedûdiyet hakikatlerine dayanır, diye isimlerle meseleyi şifrelemiştir.

Bediüzzaman, 24. Mektub’un tamamında Niyazi-i Mısrî’nin beytini sanki şerh etmişçesine 24. Mektub’un başında şöyle bir soru aktarır:

Sual: Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd'un iktiza ettikleri şefkatperverâne terbiye ve maslahatkârâne tedbir ve muhabbettârâne taltif, nasıl ve ne suretle, müthiş ve muvahhiş olan mevt ve ademle, zevâl ve firakla, musibet ve meşakkatle tevfik edilebilir? Haydi, insan saadet-i ebediyeye gittiği için, mevt yolunda geçtiğini hoş görelim. Fakat bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan eşcar ve nebâtat envâları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekàya müştak olan hayvânat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnâlarında ve gayet sür'atle onlara göz açtırmayarak idamlarında ve onlara nefes aldırmayarak meşakkatle çalıştırmalarında ve hiçbirini rahatta bırakmayarak musibetlerle tağyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevâllerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarında hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir?”

Niyazi-i Mısrî’nin beyti sembolik ifadelerle doludur. Bu dörtlüğü Kur’an ve hadis sembolizmi eşliğinde kısa ve öz şekilde şu şekilde açabiliriz:

Şiirdeki nefes, kalbdir. Âyet diyor: “Ruh, nefhadır.”[1] Yani ruh, Allah’ın üfürmesidir. O halde kalb de, nefestir. Âyet ve hadislerden şöyle bir mana çıkıyor:

Ruh, Uluhiyet sıfatı ve Allah ismi noktasında bir tecelli olup “nefha” ile ifade edilir. Kalb ise, Rahmaniyet sıfatı ve Rahman ismi noktasında bir tecelli olup “nefes” ile ifade edilir.

Efendimiz (ASM) devrinde Veysel Karani Hazretleri Yemen’de kalbini inkişaf ettiriyor. Efendimiz’e (ASM bu olay malum oluyor: “Rahman’ın nefesi Yemen’den geliyor” diyor.[2] Veyse’l-Karani (KS) bir kalb evliyası idi, diyebiliriz. Velayet-i suğra veya velayet-i vusta ehli grubundan…

Fakat Efendimiz (ASM) sahabelerinde nefha terbiyesi yapıyordu. Her bir sahabeyi Allah’ın ruh üfüren bir İsrafil’i (AS) kılıyordu.[3] Ruhu inkişaf edenlerden de Allah’ın nefhaları hissedilir. Onlar her gittikleri yere ruh üfürürler, uyuyan ruhları uyandırırlar. Bu yüzden sahabelerin sohbetiyle ruhlar soluklanıyorlardı. Evliyaların sohbeti ise, kalblere nefes aldırır.

Niyazi-i Mısrî Hazretleri bu dörtlüğünde demek istiyor ki: Kalb latifesi, derya kadar genişleyince, denizleri titreten rüzgârlar gibi tecelliler o kalbde zuhur eder hale gelirler.

Şiirdeki kafes, bedendir. Ten kafesi içindeki insan ruhu ise, hakikatte esici bir nefha, rüzgâr ve fırtına olmasına rağmen başka bir açıdan da ten kafesi içinde mahkûm uçucu bir kuş ve kartaldır.

Şiirde bahsedilen sesin kesilmesi ise, ölümdür. Çünkü “Eşyada olan asvat (sesler) birer savt-ı vücuttur; ben de varım derler.”[4] Niyazi-i Mısrî Hazretleri ölümü, “sesinin kesilmesi” olarak görüyor ve ölüm ânında

“Çağırırım Dost Dost” diye Allah’a sesleneceğini ifade eder. Bediüzzaman ise bu ifadeyi hem şerh eder hem kendisinin “ölümle sesinin kesilmesi” hengâmında Rabbine karşı

Çağırırım: Yâ Hak, yâ Mevcud, yâ Hayy, yâ Mâbud,

Yâ Hakîm, yâ Maksud, yâ Rahîm, yâ Vedûd!

şeklinde sesleneceğini ifade ediyor. Hazret, burada saydığı isimlerle muazzam meselelerin irfânî şifrelerini vermiştir. Şöyle:

Ya Hakk, Ya Mevcud: Her şey bir gerçeğe dayanır, bir geçeğe hizmet etmek için vücuda gelir; her şey müstehak olunduğu için meydana gelir. Bu yüzden şikâyete değil, şükre layıktır. Acı da olsa, tatlı da… İnsan acıyı hak eder; ama tatlıyı işin esasında hak etmiyor.

Ya Hayy, Ya Mâbud: Her şey hayat hizmet etmekle; hayattar şeyler de şuur ve akıl sahibi olan insana hizmet etmekle; insan ve cinler gibi şuurlu mahlukat ise iman ve islam ile Allah’a ibadet etmekle mükelleftir; bunun için yaratılmıştır. Kâinattaki her faaliyet hayat ve ibadeti meyve vermek içindir. Acı da olsa tatlı da olsa. Acı işler, manevi hayatı geliştirir; tatlı işler, maddi hayatı geliştirir. Acıya sabredilir, tatlıya şükredilir. Sabır da ibadettir; şükür de… Sonuç, hayatın ve ibadetin gelişmesidir.

Ya Hakîm, Ya Maksûd: Her şey bir hikmeti meyve verir; o şeyin varlığı ve yaşamasından gaye ve hedef o yaratılış hikmetini yerine getirmektir. Kâinat içinde her şey ister farkında olsun ister olmasın bir maksadın yerine gelmesi için yaratılmıştır. Allah o maksadı öyle veya böyle tahakkuk ettirebilir, ettiriyor. Fakat asıl iş, ilim ve hikmet ile kendi yaratılışını ve kâinatın gidişatını okuyarak yaratılış gayesini bulmak, bilmek ve onu gerçekleştirmek için çabalamaktır. Buna terminolojik olarak “tahkik ve tahakkuk” adı verilir. Son asrın bilgelerinden Rene Guenon eserlerinde bu meselenin üzerinde bilhassa durur.[5] Bu tahkik ve tahakkuku hakkıyla yapanlar için kâinat ve her şey Ya Rahîm, Ya Vedûd der.

Ya Rahîm, Ya Vedûd: Bu iki isimden ilki şefkati ve özel terbiyeyi gösterir; ikincisi ise bu terbiye sonucunda bir kulun Allah’a karşı marifete dayanan köklü sevgisini ifade eder. Diğer açıdan bu seviyeye gelen kişi yaratılmışlara şefkat gözüyle bakıp onları sahiplenir; onları bir civciv, kendisini ise bir zümrüd-ü anka gibi hisseder. Yaratan Allah’a karşı ise, kalbi sevgi ile dolu bir hali yaşar. Kur’an’da yalnızca bir âyette Rahîm ve Vedûd isimleri beraberce kullanılır.[6] Bu cümle ise “Hatîbü’l-Enbiya” (Peygamberlerin hatibi)[7] olarak meşhur olan Hz. Şuayb’a (AS) aittir. Muhyiddin-i Arabî, bu âyete istinad ederek Füsusu’l-Hikem kitabında “Hz. Şuayb’da kalbî hikmet hâkimdi” tespitini yapar.

Mertaib-i tevhid-i hakiki olan tevhid-i vücud, tevhid-i şuhud ve tevhid-i kusud boyutuyla meseleye bakılırsa

Ya Hakk, Ya Mevcud isimleri “Tevhid-i Vücûd” u ifade eder. Bu noktada Bediüzzaman kendi izâfî ve zıllî vücudunu Hakk ve Vâcid isimlerinin tecellisinde bulur; Cenab-ı Hakk’ı ise Mevcud-u Mutlak olarak idrak eder.

Ya Hayy, Ya Mâbud isimleri “Tevhid-i Şuhud”u ifade eder. Bu noktada Bediüzzaman kendi aksî ve sübûtî hakikatini Hayy ve Şâhid isimlerinin tecellisinde bulur; Cenab-ı Hakk’ı ise Mâbud ve Meşhud-u Mutlak olarak görür.

Ya Hakîm, Ya Maksûd isimleri “Tevhid-i Kusûd”u ifade eder. Bu noktada Bediüzzaman kendi cüz’î ve zayıf iradesini ve zatiyetini Hakîm ve Kâsıd isimlerinin tecellisinde bulur; Cenab-ı Hakk’ı ise Maksud-u Mutlak[8] olarak zevk eder.

Ya Rahîm, Ya Vedûd isimleri ise, Bediüzzaman’ın tespit ettiği üzere Cemîl[9] ismini teşkil ederler; ki “cemal hakikati”, kuldan Rabbine irfânî bir aşk ile Vedudiyet şeklinde, Rabbi’nden ise kuluna küllî ve daimi Rahîmiyet, hususi rahmet ve şefkat şeklinde tecelli eder. Bu şekilde cemal hakikati Daire-i İmkan ile Daire-i Vücûb’u birden içine alan muazzam bir hakikat olarak kendini gösterir. Bu çerçevede Ya Rahîm ve Ya Vedûd isimleri “Tevhid-i Cemal” hakikatinin de ifadesidir, denilebilir. Tevhid-i Cemal’in temeli, “iman hakikati” dir. Bediüzzaman 24. Mektub’da “imanın ne olduğu” nu işlemiştir. İmanın insana kazandırdığı temel boyutu ise başka bir bahiste şöyle ifade eder:

“Esmâ-i Hüsnânın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemâli var ki, bir tek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nev'i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir.

Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör, Cemâl-i Sermedînin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemâliyle mukabele etsen çok güzel bir mahlûk olursun.”[10]

[1] Hicr suresi, 29.

[2] Hadisin tam metni şu şekildedir: Ebû Hureyre -radıyallahu anh'tan merfû olarak rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: «İman Yemende'dir, hikmet de Yemende'dir. Rahman'ın nefesini Yemen tarafından hissetmekteyim. Küfür, fısk ve kalblerin katılığı deve ve keçi besleyenlerdedir.»

(Taberâni, Musnedu'ş-Şâmiyyîn, Hadis no: 1083)

[Taberânî rivayet etmiştir - Ahmed rivayet etmiştir - Sahih Hadis]

[3] Sahabelerin velayeti, bir ruh velayetidir. Buna teknik olarak velayet-i kübra ve akrebiyet ehli de denilmektedir.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lemeat, Hakikî bütün elem dalâlette, bütün lezzet imandadır.Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat.

[5] Mesela Doğu Metafiziği isimli kitabında işlediği gibi…

[6] Hud suresi, 90.

[7] Taberî, Târîḫ, I, 327; İbn Ebû Hâtim, VIII, 2814; Kurtubî, VII, 248.

[8] “İlâhî Ente Maksûdî ve rıdâke matlûbî” cümlesinde olduğu gibi ehl-i irfan nezdinde Maksûd ismi doğrudan doğruya Esma-i Zâtiye’den kabul edilir. “Tevhid-i Zât” boyutu ile ilgilidir.

[9] Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, 1. Mebhas ve Mektubat, 8. Mektub.

[10] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 4. Şua, 6. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, 2. Bürhan, 4. Nokta.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.