Hadis ıstılahınca hem meşhur, hem mütevatir-i hakiki, hem lafzî hem manevi tevatürle katiyeti kesin olan Cibrîl hadisinde belirtildiği üzere din, iman, islam ve ihsandan meydana gelen bir yapıdır. İman, emniyet hakikati çerçevesinde gayb âleminin “hakikat ve ilim” le inşasını ifade eder. İslam, selamet hakikati çerçevesinde şehadet âleminin “hak ve hikmet” le bina edilişini izah eder. İhsan ise gayb-şehadet bütünlüğünü “şuhûd ve nûr” la sağlayarak ihlas ve sıdk üzere Allah rızasına odaklı bir hayatı beyan eder.
İman, islam ve ihsan kelimelerinin köklerinin emniyet, selamet ve hüsün olması ve Haşir suresindeki Kuddûs-Selâm yapışıklığı verileri eşliğinde Subbuh ve Kuddûs isimlerini din sistematiği çerçevesinde ele aldığımızda şöyle bir tasnif yapabiliyoruz:
Subbûh, iman hakikatiyle alakadardır. İmanın en büyük temeli Cenab-ı Hakk’ı her türlü noksanlıklardan ve kâinattaki yetersizliklerden “tesbih” etmektir. Ayrıca fu’ûl vezninin Kuddûs ismiyle muttasıl olacak şekilde selâmeti “Selâm” şekline getirmesi gösterir ki, Subbûh ismi de emniyet hakikatini “Emân” ismi haline getirir. Bir irfan şaheseri olan Cevşenü’l-Kebîr duasında Hz. Peygamber (ASM) 100 defa “Sübhaheke (ya) lâ ilâhe illa ente’l-Emân el-emân hallisnâ/ecirnâ/neccinâ mine’n-nâr” cümlesini kullanması ve namaz sonrasında “Ente’s-Selam ve minke’s-selam” vezniyle emniyet hakikatine vurgu yapması meselenin bu şekilde anlaşılması konusunu teyid eder mahiyettedir.
Kuddûs ismi ise, İslamiyet hakikatiyle alakadardır. Kuddûs-Selâm bağını bildiren Haşir suresi bu konuyu net olarak açmıştır. “ Rasûlüm! De ki: “O Kur’an’ı mü’minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara bir doğru yol rehberi ve bir müjdeci olmak üzere Rabbinden değişmez bir gerçek olarak Rûhu’l-Kudüs indirmektedir”[1] âyeti de kudsiyet-selamet-İslam bağını bildiren Kur’anî bir diğer delildir. Hz. Peygamber’in (ASM) “Aranızda selâmı yayınız”[2] hadisi de İslam âlemi içinde ve hatta insanlık dünyasında Allah’ın selameti ve sulhu görmek istediğini bildiren diğer bir husustur. Çünkü semavi dinlerin ve bu dinlerin zirve hali olan İslam’ın en büyük gücü, sulh ve selamet zamanında kendini göstermektedir. Hudeybiye sulhu sonrası İslam’ın yayılma hızında görüldüğü üzere…
Meleklerin tesbihinin ihsan boyutuyla alakalı kısmı kapalıdır. Fakat âyetteki “hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz” sözünde ifade edilen “hamd” lafzının fu’ul vezninde “Hummûd” şeklinde ele alınabileceği hakikati göz önüne getirilirse Hummûd ismi ile ihsan bağı kurulabilir. Ayrıca hamd duygusunun, güzelliğe ve güzelliğin kusursuzluğuna karşı yapılıyor olması da hamd-ihsan bağlantısını açar. Bu noktada ihsan kökünün de feâl vezninden “Hasân” şeklinde bir Esmaü’l-Hüsnâ bağını istihraç edebiliriz. Emân ve Selâm isimlerinde olduğu gibi… Bu durumda ihsan seviyesi Hummûd-Hasân isimleriyle ifade edilir.
Veya tesbih ve takdisin Cenab-ı Hakk’ı eksik ve kusurlardan beri, âri olarak ifade etmede kullanılması, “takdis” in Cenab-ı Hakk’ın kemalinin kusursuzluğunu ifade etmesi[3] ve İslam’ın imana göre “kemal seviye” yi ifade etmesi ile örtüşmesinden yola çıkarak diyebiliriz ki tesbih de, Cenab-ı Hakk’ın “cemal” inin noksansızlığını bildirmektedir. İhsan seviyesi ise kemalden de ötede “kibriya hakikati ve zâtiyeti” noktasında Cenab-ı Hakk’ı her türlü ayıp, kusur, noksanlardan ârî, berî tutma ve görme manasıyla ilgili olması gerektiği hakikatler sistematiğinden belirmektedir. Çünkü ihsan seviyesi “şuhûd ve nûr” boyutu ile “tenzih-i zât” hakikatini ifade eder. Bu noktada Üstad Bediüzzaman tenzih hakikati ile ilgili şu terkibi kullanır: “Ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü'l-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde…”[4] Tenzih fiili, NZH köküne dayanmaktadır. NZH kökünden fu’ûl vezninden türetilen isim ise “Nüzzûh” olmaktadır. Bu tespitler eşliğinde ihsan seviyesinin Nüzzûh-Hasân isimleri eşliğinde melekler âlemi boyutuyla bağını kurabiliyoruz.
[1] Nahls suresi, 102.
[2] Hadisin tam metini şu şekildedir: Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, Îmân 93. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 131; Tirmizî, İsti‘zân 1; İbni Mâce, Mukaddime 6, Edeb 11)
[3] Hakiki ârif-i billah olan Üstad Bediüzzaman sık sık “kusurdan mukaddes” olan Cenab-ı Hakk’ı tarif etmektedir. Mesela: “Rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp, istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarra olduğunu, tesbih ile, Sübhanallah ile ilân etsin.” (Sözler, 9. Söz, 2. Nükte) “Hem, hiç maddîlerin, mümkünlerin, kesiflerin, kesirlerin, mukayyetlerin, mahdutların hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tagayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzî gibi emirler, maddeden mücerred ve Vâcibü'l-Vücud ve Nuru'l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberrâ ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdese lâhik olabilir mi?” (Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 2. Maksad, 2. Maksadın Hatimesi)
[4] Mektubat, 24. Mektub, 1. Makam, 2. Remiz.