İslam Tarihçisi ve Coğrafyacısı Mes’udî’nin et-Tenbih ve’l-İşraf Kitabı Üzerine Bir Değerlendirme-3
Mes’udînin kitabının göz önüne serdiği hususlardan birisi de
- İnsan aklının sınırlarının olduğu,
- İnsanlık dünyasının kâinatı tecessüsüyle zaman içinde oluşan kollektif bilgi birikimiyle aklın da geliştiği,
- Aklın hakikati bulma ve bilme yolunda kullandığı kendi keşifleri olan kıyas ve muhakeme usullerinin de zaman zaman hakikati bulmakta yetersiz kaldığı ve kişiyi yarı yolda bıraktığını göstermesidir.
Ayrıca kitapta belirli bir sahada ihtisas yapan kişilerin fikrî kalitesi ile o sahada ihtisas ehli olmayan kişilerin fikrî yetersizliklerini net gösterebilecek mahiyette çeşitli müelliflere ait eserlerden nakiller de yapılmaktadır. Bu durum müdakkik bir okuyucu açısından bir sahadaki ehl-i ihtisas ile o sahadaki acemî ve tufeylîlerin, tabir-i diğerle bir sahadaki ehl-i tahkik ve tedkik ile o sahadaki mukallitlerin veya tahkik ehli gibi gözüken mukallitlerin o sahadaki fikirlerini mukayese yapabilme imkanı verebilmektedir. Kitap bu çerçevede güzel bir epistemolojik kaynak mahiyetini gösterdiği gibi bilgi felsefesi ve tarihi açısından da değerli bir eser olarak görünmektedir.
- Ehl-i İhtisas ile Tahkik Ehli Gözüken Mukallitlerin Mukayesesi
Bu bölümde Batlamyus, Aristo ve Mes’udî’nin coğrafya ilmi sahasında mukayesesi yapılacaktır. Mes’udî et-Tenbih ve’l-İşraf isimli bu kitabının yer kürenin coğrafi özellikleri hakkında bilgilerine ayırdığı kısmında zaman zaman Aristo, Batlamyus gibi kadîm yazarların bu konuya dair görüşlerini aktarır. Akabinde kendisinin de bu sahadaki görüşlerini, tespitlerini serd eder. Mes’udî’nin verdiği bilgilerden anlaşıldığı üzere;
Batlamyus mesaisini doğrudan doğruya coğrafya ilmi faslına ayırmış, bazı tanıdıklarını sefere göndererek yer küre hakkında bilgi toplamış veya bilgilerini teyid etmeye çalışmıştır. Bu noktada kendisi bir coğrafya âlimi ünvanını hakikaten taşımaktadır. Dünya haritası çizecek ve belli ölçüde doğru çizecek kadar da sahasında ehil ve mütehassıstır.
Mes’udî ise çok geniş bir coğrafyada seyahat ederek coğrafi bilgileri yerinde gözlem yaparak, ülkelerin halkları ile bizzat görüşerek, tarihî eserleri yerinde bizzat görüp inceleyerek kitaplarını kaleme almıştır. Gidemediği yerlere dair bilgileri ise o memleketleri bizzat görmüş kişilerden almıştır. Bir halkın tarihi ve dini hakkında bilgi verecekse bizzat o milletin kendi din adamları, o konuda bilgili önde gelen kişilerinden bilgileri almaktadır. Bir milletin tarihi hakkında bilgi verecekse o ülke krallarının isimlerinin kendi dillerindeki manalarına varacak derecede detaylara inmeye çalışmış, din adamları ve ünvanları hakkında bilgi aktaracaksa bizzat o dine mensup ve o dinin bilginlerinden sahih bilgi almaya çalışmıştır. Bu çerçevede Batlamyus’tan daha ötede bir coğrafya âlimi olduğunu kitabı tescillemektedir. Batlamyus, coğrafya sahasında bir “hoca” ve “muallim” ise, Mes’udî coğrafya ilmi sahasında bir “üstad” makamındadır, diyebiliriz.
Buna mukabil Aristo ise bu tarz bir gözlem çalışması ve emeği olmadan yer küre hakkında kanaatlerde bulunmuş, görüşlerini arz ederken eski yazarların eserlerinden istifade etmeye çalışmış, “kıyas” ve “mantık” ile coğrafya ilmi konusunda aklen ilerlemeye çabalamıştır. Bu manada Aristo bu sahanın tufeylisidir, denilebilir. Aristo’nun sahada ehil olmadığının göstergelerinden birisi de kendisinin coğrafya fennine dair kanaatlerini ifade ettiği el-Âsâru'l-Ulviyye (Meteoroloji) ve Kitabü's-sema ve'l-âlem (Kosmoloji) adlı eserlerindeki kanaatleridir.
- İnsanlığın Kollektif İlim Yolculuğu ve İnsan Aklının Çaresizliğinin Görünmesi
İnsan türü, sağlıklı her bir insanda görüldüğü üzere, Yüce Yaratıcı tarafından akıl cihazı ve aletiyle teçhiz edilmiştir. Her bir insanın aklı, anne karnından ta vefat ettiği zamana kadar, uykuda ve uyanıkken sürekli aktiftir. Yeni şeylerin keşfinde, araştırmasında, öğrenmesindedir. Sahih bilgiyi ve hakikati aramak, sonrasında bu bilgiyi ve hakikati sindirerek benliğine yazmak, daha ötede bütün benliğiyle hakikatle bütünleşmek, nihayetinde hakikat bilgisine göre kendini ve hayatını şekillendirmek ve hakikat için yaşamak aklın kaderidir. Akıl bu şekilde bekayı (ölümsüzlük) ve ebediyeti (sonsuzluk) elde eder, net olarak görür ve insanın “sonra” ya kör, “ân” a odaklı duygularına da gösterir.
Bu çerçevede evren ve her bir canlı insan aklı için makro ve mikro boyutta birer kitap mahiyetindedir. Akıl, okuyucudur; kâinat ve canlılar, bir mektup ve yazı hükmündedirler. Son vahiy olan Kur’anda bu çerçeve, bu ontolojik ve epistemolojik temel yön ile, dinin temelini gösterir. Akabinde de önce insan denen mikro ve minyatür kitabın, sonrasında makro ve kozmik kitabın okunması tavsiye edilir. Ayrıca Kur’an, elde edilen bilgilerin yazılmasına işaret ettiği gibi, yazılırken de insan emeğine taltif mahiyetinde gizli hakikatlerin yazan kişiye ilham edileceğini de bildirir.
Bu çerçevede her akıl, ilim ve hakikat, daha ötede hikmet ve hayat yolcusudur, denilebilir. İnsanlık dünyasının bu hakikat ve hak yolculuğu, ilim ve hikmet seyahati her sahada görünmektedir. Zaman ilerledikçe, bütün insanlık tarih denilen mecliste, kitaplar denilen araçlarla bir sahadaki bilgilerini paylaşarak o sahadaki hakikat ve hikmeti keşfetmeye çalışırlar. Telahuk-u efkar ile bilgi netleşir, ispatsız iddialar dökülür, saf hakikat ve berrak hikmet belirmeye başlar. Bu süreç Coğrafya fenni sahasında yazılmış eserlerde de görünmektedir.
Bu çerçevede çeşitli zaman insanlarının bazen dikkatsizliklerinden bazen zamanın müsaadesizliğinden bazen de insanın yeteneği olmadığı bir sahaya tufeylî surette müdahil olmasından kaynaklı olarak akıllarının âcizliği, o sahada yetersizliği, bilgilerinin yüzeyselliği görülmektedir.
Mes’udî, et-Tenbih ve’l-İşraf isimli bu coğrafya ve tarih eserinde, Aristo’nun coğrafya sahasında gerek istidat olarak gerekse ihtisas boyutunda yetersiz olduğunu gösterme amaçlı olarak onun yerküre hakkında görüşlerini kitabında birkaç misal ile aktarır.
1. Misal: Aristo el-Âsâru'l-Ulviyye (Meteoroloji) adlı eserinin ikinci makalesinde şöyle der:
"Yeryüzünün çeşitli bölgelerinin, uzaklıklarının haritasını yapanlara hayret ediyorum. Onlar mamur (meskun) yerleri yuvarlak çiziyorlar. Kıyas ve gerçek bunun aksini gösteriyor. Kıyasa gelince, yerin genişliği sınırlı, uzunluğu sınırlı değildir. Yani yerin uzunluğunun her yeri oturmaya elverişlidir. Bu kısmında sıcaklık, soğukluk aşırı değildir. Genişliğinde aşırılık vardır. Deniz engel olmasa yerin uzun olan kısmının hepsi gidilebilir. Gerçekte yerin uzunluğu karada ve denizde ulaşılabilir haldedir. Zira, genişliğine zıt haldedir." (s.39)
Aristo’nun buradaki itirazı haksızdır. Dünyanın şeklinin yuvarlak olduğu, günümüz Coğrafya fenni açısından Macellan, Kolomb ve Vasco da Gama’nın seyahatleri ve keşifleri ile sabit ve nettir. Batlamyus gibi coğrafya âlimlerinin dünya karalarını yukarı doğru gittikçe daralacak şekilde yuvarlak çizmeleri hakikat ve hak iken Aristo bu duruma dair “ Kıyas ve hak bunun aksini gösteriyor” demektedir. Oysa kendi kıyas ve mukayesesi hatalıdır, algıladığı hak da hakikate mutabık değildir. Bu durum insan aklının hakikat ve hak algısının, kıyas ve muhakemesinin yanılabileceğini göstermektedir. Aristo’nun “Deniz engel olmasa yerin uzun olan kısmının hepsi gidilebilir. Gerçekte yerin uzunluğu karada ve denizde ulaşılabilir haldedir” cümlesi onun dünyanın düz olduğu kanaatine sahip olduğunu gösterir. Oysa dünya da diğer kendi etrafında dönüş yapan gök cisimleri gibi yuvarlak ve küreye yakın bir şekil sahibidir.
Fizik bilim açısından kaçınılmaz bir kanundur ki ister plazmik olsun, ister gaz yapılı olsun, ister katı yapıda olsun kendi etrafında bir dönüş sahibi kılınan her bir cisim bu dönüşün yol açtığı gerek girdabik içsel faaliyetlerden dolayı gerekse dış çevrenin yol açtığı sürtünmenin yıpratıcı etkisinden kaynaklı olarak zaman içinde kürevî bir şekle bürünmektedir. Gaz yapılı Samanyolu galaksisinde, plazmik yapılı güneşte ve katı yapılı gezegenler ve uydularında görüldüğü ve gözlemlenebildiği üzere… Kendi etrafında bir dönüşe sahip kılınmayan meteorlar bu kanunun dışında kalmaktadırlar.
Bu çerçevede kendi gözleriyle bizzat gözlemlediği üzere güneş ve dolunaydaki gök cisimlerine ait yuvarlaklık kaidesine rağmen Aristo’nun, uzaydaki sayısız cisimlerden bir cisim olan dünya gezegeninin bu kaideden hariç olacağını düşünmesi ve bu iddiasını kıyas ve hakka uygun olarak görmesi veya göstermeye çalışması Aristo açısından tam bir fikrî zaaf, hem bir dikkatsizlik, hem ihtisas sahası dışında kalem oynatmasının sebep olduğu bir sathîlik, hem kendi aklını şaşırmaz ve yanılmaz olarak gördüğünün bir göstergesi ve delilidir. Aristo ve emsalinde görünen “Bir sahada mütehassıs olmak başka sahada mütehassıs olmayı veya olabilmeyi de gerektirir” kanaati hatalı bir ön kabuldür. Evet Aristo İsagûci isimli mantığa dair eserinde görüldüğü üzere mantıkta mütehassıstır, mütehassıs olduğu da doğrudur. Fakat coğrafyaya dair bu cümlelerinde görüldüğü üzere coğrafya fenninde sathîdir, mukallittir.
İhtisas konusunun sınırlarını çizme noktasında Üstad Bediüzzaman’ın binlerce tarihî vakaya dayanarak yaptığı şu tespit bu sahadaki hakikatin net ifadesidir: “Kavaid-i usuliyedendir (metodolojiye ait kurallardandır) ki: Fakih olmayan, velev ki usûlü'l-fıkıhta (fıkıh metodolojisinde) müçtehid olsa, icmâ-ı fukahada (fıkıh ehli âlimlerin bir sahada icma etmesi ve görüş birliğinde) muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmîdir (avamdır, genel halk kitlesinden sayılır).
Hem de hakaik-i tarihiyedendir (tarihî hakikatlerdendir) ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferid (eşsiz) bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir.”[1]
2. Misal: Aristo, dört makalelik Âsâru'l-Ulviyye (Meteoroloji) adlı eserinin birinci makalesinde Tartesas nehrinden bahsederken "Kudretli Hükümdar Herkül'ün diktiği heykellerin ötesine kadar akar" der.
Aristo’nun bahsettiği Herkül Sütunları, Cebel-i Tarık bölgesindedir. Bazı günümüz Coğrafyacılarının bunları Çanakkale’deki Rumeli ve Anadolu yakaları arasında olarak görmeye çalışmaları ve bu şekilde algılamaya çalışmaları hatadır. Çünkü Aristo burada son sınır olarak Herkül Sütunları’nı nazara sunmaktadır. Oysa Çanakkale, Aristo’nun yaşadığı Yunan ülkesine göre sağ tarafta kalmakta ve bu bölgenin ilerisinde hem küçük çaplı bir deniz (Marmara denizi) hem büyük kara parçalarının olduğu bilinmektedir. Bu çerçevede “Herakles (Herkül) Sütunları” başlıklı Serdal Mutlu ve Koray Alper’in yaptıkları değerlendirmeler ve akademik çalışma tutarsızdır. Aristo bu metinde, “büyük bir deniz” den bahsetmektedir. O devirdeki Yunan denizcileri, Akdeniz’i doğu ve batıdaki sınırlarına kadar bilmekteydiler. Bir görüşe göre Afrika’nın Atlas okyanusuna dayanan ucu olan Fas ile Avrupa’nın Atlas okyanusuna dayanan ucu olan İber yarımadasının karşılıklı kıyıları arasındaki yükseltilere “Herkül Sütunları” adı verilmekte, bundan ilerisi aşılmaz deniz olarak görülmekteydi. Diğer görüşe göre ise bu iki kıta arasında var olan adalarda “Herkül Sütunları” adı verilen Yunan kralı Herakles tarafından yapıldığı iddia edilen iki büyük sütun ve arasında Yunan yarı-tanrısı Herkül’e ait bir heykelin bulunduğu sütunlar vardı. Bu sütunlar Akdeniz ve kara yaşamı için son sınır olarak Yunan toplumunca kabul edilmekteydi. Ki Aristo ilgili cümlede tam bu hususu ifade etmektedir. Mes’ûdî de bu bilgiyi aktarmaktadır.
Aristo’nun metinde bahsettiği Tartesas nehri İber yarımadasındaki nehirlerden birisi olmalıdır. Edirne’de bulunan Meriç ve Ergene nehirleri olamaz. Bu nehir büyük ihtimal İspanya topraklarında doğup Portekiz’den geçerek Atlas Okyanusuna dökülen Tejo nehri olmalıdır. Çünkü Tejo nehri, Herkül Sütunları’nın hizasında bulunan Cebel-i Tarık Boğazı’ndan daha ileride Atlas Okyanusu’na dökülmekte ve Aristo’nun tarifine tam uymaktadır. O dönemki ismi Tartesas nehri olabilir. Tarihen sabittir ki yer isimleri, akarsu adları milletten millete değişmektedir.
Coğrafya fenni noktasında Aristo’nun aktardığı bu cümlenin yapılan tahkik neticesinde doğru olduğu görülmektedir. Buna mukabil Serdal Mutlu ve Koray Alper’in bu sahada yeterli bir tarihî araştırma yapmadan böyle bir kanaate erişmeleri hem yanlıştır, hem aklın sınırlarına da güncel güzel bir örnektir. Bu iki araştırmacının fiziksel manada Herkül Sütunları aramaları, bazen milletlerin mecazen belli yüksek yapıları “sütun” olarak isimlendirmesi gerçeğine zıttır. “Mecazı hakikat zannetmek” demektir. Mecazı hakikat zannetmek,
*Hem o sözü anlamamaya yol açar,
*Hem o sözü “hurafe” olarak itham etmeye sebep olur;
*Hem o sözle kasdedilen hakikatten ve manadan kişiyi mahrum eder;
*Hem kendi materyalist algısına uymayan her şeyi reddedecek şekilde aklı göze indirme garabetini ilim ve bilim dünyasına empoze eder.
Oysaki insan aklı gözle görünenden ötesine ve hakikate geçemezse ve sadece gözün gördüğüne var derse o zaman aklın varlığının bir anlamı kalmaz. Çünkü zaten göz o nesneyi görebilmektedir. Görüneni görmek ve algılamak, gözün vazifesidir. Görünenden öteye geçmek, evrensel yanlarına ve değişmez kanunlarına intikal etmek aklın soyutlayıcı, istatistikle yürüyen ve külliyeti idrak etmeye çalışan ve algılayabilen donanımlarının gereğidir.
Diğer bir husus bilimin sadece madde merkezli olarak ele alınmasıdır. Oysa bilim sadece fizik, kimya, biyoloji değildir. Aynen onlar gibi, hatta onlardan daha güçlü ve etkin şekilde edebiyat da, sanat da birer bilim dalıdır. Fizik, kimya, biyolojinin evrensel ve herkesçe kabul edilen ispatlı kanunları olduğu gibi resim ve heykelin “altın oran” gibi evrensel temelleri, edebiyatın bütün dünya milletlerinde ve dillerinde mecaz ve hakikat, istiare ve teşbih gibi evrensel kanunları bulunmaktadır. Edebiyatın en zirve seviyesi mecazlarla hakikatleri anlatmak, en derin sırları ve evrensel hakikatleri sığ seviyeli insanlara alegorik ifadeler ile, semboller ve mecazlar, temsiller ve teşbihlerle anlatmak[2] olduğu gibi resmin ve sanatın da zirve hali sembolik resimler, heykeller, tiyatro ve sinema ile kişiyi gördüklerinin ötesine götürmek, algılanamayanı algılatacak bir idrake doğru ilerletmektir. Picasso’nun kübik resimlerinde gördüğümüz üzere… Bu çerçevede eski toplumların gelişen edebiyatını anlamakta günümüz ilim ve bilim ehli anlamakta âciz düşmektedir. Aristo’nun aktardığı hakikatli bu coğrafyaya dair cümle de buna misaldir. Coğrafyanın fenler arasındaki seviyesini ise Üstad Bediüzzaman şöyle ifade eder:“ Coğrafya fenlerin birinci basamağıdır.”[3]
3. Misal: Aristo dört makalelik Kitabü's-sema ve'l-âlem (Kosmoloji) adlı kitabının ikinci makalesinin sonunda yerin küçüklüğünden söz ederken yine bu sütunlardan bahseder: "Yeryüzünün küçüklüğünün delili Herkül heykellerinin bulunduğu yerin Sind sınırına dayandığı hususundaki iddiadır." (s. 61)
Sind ve Hind, coğrafya fenni sahasında kullanılan iki kavramdır. Sind, Hindistan alt kıtasında tarihî bir bölge ve günümüzde Pakistan ülkesinde yer alan bir eyalettir. Hind ise, Hindistan alt kıtasına verilen isimdir. İnsanlık dünyasının ekonomik işbirliği hükmünde olan tarihi İpek Yolu, Çin’den başlayarak Sind ve Hind’e uğrayıp Karadeniz’in kuzeyinden veya İran üzerinden Yunanistan’a uzandığı gibi, tarihî Baharat yolu da Hind’den başlayarak gemiler yoluyla Yemen’e uğramakta, oradan hem Arabistan’a hem gemilerle Kızıl Deniz üzerinden Habeşistan ve Mısır’a uğramakta, oradan da Ortadoğu’ya yayılmaktaydı. Bu çerçevede Hind ve Sind konusunda Yunan toplumunun bilgisi netti.
*Avrupalı gemicilerin gemi seyahatlerinin Hind ve Sind’e Akdeniz dışından gemi yoluyla uğraşma çabası,
*Kristof Kolomb’un Kuzey Amerika’yı görünce Hind diyarı zannetmesi,
*Yerli Kızılderilileri “İndian” (Hindliler) olarak isimlendirmesi ve
*Hal-i hazır Amerikan İngilizcesinde Kızılderili halka yerli halk manasında “İndian” (Hindliler) adı verilmesinde durumun ne kadar köklü olduğu gözlemlenebilmektedir.
Bu çerçevede Yunanistanlı olan Aristo’nun Hind ve Sind’in Yunanistan’a göre güneşin doğduğu yönde olduğunu bilmesi bedihîdir. Bu noktada Aristo’nun güneşin battığı yönde bulunan Herkül heykellerinin bulunduğu yerin Sind’e komşu olduğunu aktarması, dünyanın yuvarlak olduğuna dair, eski dünya toplumlarında bir kanaat bulunduğunu bize bildiriyor. Akılları kestiremese de, belki peygamberlerinden aldıkları dersle eski dünya toplumları dünyayı kürevî olarak kabul edip batıya doğru devam ettikçe, güneşin doğduğu yerde bulunan Hind ve Sind’e ulaşabileceklerini biliyorlardı. Bir denizci eğer o zamana kadar bütün dünyayı gezmiş olsaydı, mutlaka destansı bir şekilde bu vaka aktarılırdı. O zaman bu algıları da o denizcinin keşfine dayanıyor, denilirdi. Vasco da Gama’nın Güney Afrika’daki Ümit Burcu’ndan dolanarak Hindistan’a ulaşması gibi… Böyle bir denizcilik destanı olmamasına rağmen eski dünya toplumları, denizcileri ve coğrafyacılarında böyle bir hissî kanaate sahip olunması ve bu kanaatin zaman içindeki coğrafî gelişmelerle hakikate mutabık çıkması ya fıtratların ilham aldığına delildir ya da dünyanın yuvarlaklığına dair eski peygamberlerin veya Allah dostlarının bir keşfinin neticesidir diye aklî bir tespitte bulunmak aklen en olağan hal ve bir zarurettir.
Bu durum ise insan aklı için bilgi kaynaklarının sadece duyular olmadığını,
*Peygamberlerin aldığı vahiylerin,
*Evliyalar eliyle gelen ilhamların,
*Hatta âlimlerin ilimle meşguliyetlerinin hediyesi olarak vicdanlarına akan sezgilerin,
*Hatta daha ötede manevi müşahedelerin,
*Hakikate mutabık keşiflerin[4] ve
*Sadık rüyaların[5] da birer bilgi kaynağı olduğuna delildir.
Aristo devri coğrafyacılar, dünya gezegeninin küçüklüğüne delil olarak bu manayı ifade ediyorlar. Aristo dünyanın düz olduğunu düşündüğü için bu fikri bir “iddia” olarak görmektedir. Tarihî süreç ve coğrafi keşifler, eski coğrafyacıların ve denizcilerin bu fikrinin hakikat olduğunu gösterdiği gibi, Aristo’nun zannının veya hak olarak telakki ettiği mantığın hakikatsiz bir iddia olduğunu da göstermiştir. Bu çerçevede diyebiliriz ki insan aklı, aynen insanın bedeni gibi belirli sınırlara sahip olarak yaratılmış ve yapılmıştır. Elbette sınırları dışında olan ve kendi potansiyellerini aşan bir şeyi kuşatamayacak ve bilemeyecektir. İnsanın bilmedikleri sınırsız ve sonsuz, aklı ise yaratılışı gereği sınırlı ve sonlu olduğundan, insanların akıl ve zekâ seviyeleri insandan insana farklılık arz ettiğinden dolayı,
*İnsanın aklını Sonsuz İlim ve Sınırsız Hikmet Sahibi Yaratıcısı ile buluşturacak ve Ona muhatap edecek,
*Ondan gelen kitapları akla bir kılavuz olarak verip gösterecek,
*Bizzat kendi yaşantısıyla akıllara ve zekâlara, hakikat ve hakka göre nasıl yaşanılacağını öğretecek,
*Her bir ruhun ebedî aşkı olan “saadet-i bakiye” ye insanı kavuşturacak,
*Koca kainat içinde kendini yetim ve öksüz, sahipsiz ve kimsesiz hisseden her bir insanı kâinatın makrokozmik yapısını sağlayan kanunlarıyla barıştırarak “mutlak selamete” onu eriştirecek
* “Mâlikiyet hissi” ile fıtraten yaratılan her bir insana şuuru ve aklıyla, kalbi ve ruhuyla bu şekilde bütün kâinatı hediye edecek ve gölge tarzda da olsa insanı ona “mâlik-i memlûk” bir “halife” kılacak bir peygamber ve semavi dinin gelmesi ve olması aklen zaruridir. Peygamberlik müessesesi ve semavi dinler, insanın aklının varlığı kadar ve hayatının lezzet ve acıları kadar temel bir hakikat ve ebedî bir ihtiyaçtır.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Unsuru’l-Hakikat, 6. Mukaddime. Osmanlı ilim camiasını mahveden, muasırlarından gittikçe geri bırakan ve her sahada sathî kılan Aristo’da görülen bu “allâmelik” akımı, belası ve hevesidir.
[2] Hintli bilge Beydeba’nın fabllara dayalı Kelile ve Dimne isimli kitabında, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin temsillerle soyut ve külli hakikati insan zihnine ve kalbine yerleştiren Mesnevi-i Şerif kitabında gördüğümüz üzere… Hatta sembolik dil bazen öyle girift ve üst seviye bir dil halini alır ki, değil insanın aklı hata insanın kalbini, ruhunu, bilinç-altı ve bilinç-üstü boyutlarını da etkileyecek ve etkisi altına alacak şekilde bir boyut kazanır. Hak aşığı Yunus Emre’nin “Çıktım Erik Dalına” şiiri ve Ali Örfî’nin “Ben doğurdum anamı” şathiyesinde gördüğümüz üzere…
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Giriş.
[4] Büyük bilge Muhyiddin-i Arabî, 18 cilt olarak Türkçe’ye tercüme edilen Arapça 37 ciltlik Fütuhat-ı Mekkiyye isimli kitabında kendisinin bilgi kaynağının “keşif” olduğunu, keşfiyatı vasıtasıyla medrese ulemasının aklen ulaşamadığı ve ispat edemediği birçok hakikate kendisinin muttali olduğunu ısrarla ifade eder. İbn-i Rüşd ile yaptığı görüşme ve konuşmada İbn-i Rüşd de, İbn-i Arabi’nin keşfinin hakikate mutabık olduğunu yakînen müşahede etmiştir. Özellikle ezeliyet ve ebediyete dair İbn-i Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye’deki beyanı ve izahı keşfî bilgisinin ne derece hakikate uygun, kelam âlimlerinin izahlarından ne derece ötede olduğunu göstermeye kafi gelmektedir. Mesela kendisi “Allah’ın ezeliyeti, vücubuyla zaruridir. Yaratılanların ise mümküniyetleri zaruridir. Yaratılanlar mümküniyetleri ile ezelîdirler ve ezelî ilm-i İlâhidedirler” diyerek kelam ilmindeki “taaddüd-ü kudema” meselesinde zihni açar. “Vücub ile kıdem, Vacibü’l-Vücud’a mahsustur, Uluhiyetin zaruri bir gereğidir; fakat mümkinatın İlâhî ilimde, zarureten bilinmeleri Uluhiyetin zaruri bir lazımı olduğundan ‘Ela ya’lemu men halaka ve hüve’l-latîfü’l-habîr’ (Yaratan, yarattığını bilmez olabilir mi? O her şeyin batınını ve hakikatini bilen Latîf, her şeyin zahirini ve hikmetini bilen Habîr’dir) âyetindeki sırrı beyan ederek mümkinattaki imkan dairesindeki kıdemi ve zarureti gösterir. Bu çerçevede mahlukatın kıdemi, daima imkan hakikati sınırları çerçevesinde, mef’ul ve münfail bir kıdemdir. Kıdem-i İlahi ise fail ve müessir bir kıdem-i vücubîdir, yalnız Ona hastır” demektedir. Bu çerçevede İbn-i Arabî medrese ulemasının akıllarının sıkıştığı taaddüd-ü kudema meselesine hakikatli, akıllara ve ruhlara nefes aldıran bir beyan getirmekte, hem Uluhiyet ve Rububiyetin hukukunu muhafaza etmekte, hem yaratılanların Allah’a ezelî mensubiyet ve merbutiyetini net olarak Mülk suresi 14. âyetin ışığında göstermektedir.
[5] Elias Hower’in dikiş iğnesini keşfi, Asur uzmanı Prof. Hilbert’in çözemediği Asur kitabesinin rüyada ona Asur kıyafetli biri tarafından okunması, Otto Loewi’nin keşfiyle ilgili formülü rüyada öğrenmesi gibi onlarca vaka da göstermektedir ki, sadık rüyaların ilhâmî kısmı tam manasıyla bilimseldir.