Besmele’nin başındaki “bâ” harfi hakkında Üstad Bediüzzaman’ın Kızıl Îcaz’daki şerhi şu şekildedir:
1. Buradaki "bâ" harfi, musâhabe içindir; istiâne için değil. Çünkü kesb, halka tâbidir. Masdar, hâsıl-ı bi'l-masdar için şarttır.
Üstad Bediüzzaman’ın Kızıl Îcaz metnindeki ilgili şerhini Abdülmecid Nursi, Niyazi Beki Hoca, Molla Sadreddin ve Şeyh Safvetullah şerh etmişlerdir. Şerhleri şu şekildedir:
Abdülmecid Nursi: Çünkü istiâne için olduğu zaman kulun, fiilde asîl, Halık'ın muîn ve tâbi olması gerekir. Halbuki kul kesbin sadece masdarıdır, asîl durumda değildir. Masdar ile hâsıl olan yani kesbedilen şeyleri Allah yaratmaktadır. Kesb yani kulun kesbi, Allah'ın halkına mukarin, musâhib ve o fiilin husûlünde şart olur. Kul tâbidir, yani onun kesbi şarttır, asîl değildir. Nasıl ki, o, yani kulun fiilinde asîl olması, "Kul, kendi fiilinin halıkıdır" diye Ehl-i İ'tizâlin görüşüdür.
Besmeledeki "bâ" harfinin müsâhebe için olması münasiptir. Çünkü onda, istiânedeki bir yardımcıyı vehmettirecek durum yoktur. Çünkü müsahâbe lafzının hilâfına olarak istiânede, maddesiyle ve cevheriyle müstâîn (yardım dileyen) asîl, müsteân (kendisinden yardım talep edilen) ise tâbidir. Çünkü müsahâbede bu manaya delalet yoktur ve dolayısıyla bir yardımcıyı vehmettirecek durum da mevzubahis değildir. Burada, bir kısım Ehl-i sünnet âlimlerinin te'liflerinde "bâ" harfini istiâne manasında kabul etmelerinin yaygın olması, gafletle bu mezhebden yani Mu'tezile mezhebinden kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır.
Niyazi Beki: Kendisi Abdülmecid Nursi'nin izahını aynen kabul etmekle beraber ek olarak şunu söyler: Besmelenin başındaki "bâ" harf-i cerri, kaynaklarda genel olarak istiâne/yardım isteme veya müsâhabe/birliktelik manasında yorumlanmıştır. Âlimlerden bazıları buradaki "bâ" harfini istiâne manasında görmüş; diğer bir kısmı ise, müsahâbe manasında olduğunu tercih etmiştir. Üstad'ın kendisi de İşârâtü'l-İ'caz'da (s.14), buradaki "bâ" harfini istiâne ve teyemmün/teberrük manasında yorumlamıştır. Bu mana çok meşhur olduğu için burada ona vurgu yapmamıştır. Özellikle bu mantık kitabında -kendisinin ifade ettiği gibi- basit zihinleri harekete geçirmek için daha ince bir yorumu tercih etmiştir.
Özeti şudur: "Allah'ın adıyla" manasına gelen Bismillah'ın başındaki "bâ" harfi, mâsivâyı/Allah'ın dışındaki varlıkları temsil eder. Eğer "bâ" harfi istiâne/yardım anlamına alınırsa, bütün yaratıklar "yardım alan bir merkez"; Allah ise, “yardım eden bir yardımcı” durumunda kalır.
Üstad’ın şerhindeki “musahâbe” lafzına dair âlimlerimizin şerhleri şu şekildedir.
Molla Sadreddin: Musahâbe, "maa" (beraberlik) manasındadır, demiştir.
Şeyh Safvetullah: Bâ harfi, İmam Beydavi'ye göre istiâne içindir; Zemahşerî'ye göre ise, müsahabe içindir, der.
Dikkat edilirse Şeyh Safvetullah kendisi orijinal bir tespit yapmıyor, âlimlerin görüşlerini ve tercih sebeplerini naklediyor.
Üstad’ın şerhindeki “masdar” lafzına dair âlimlerimizin şerhleri şu şekildedir:
Şeyh Safvetullah: Masdardan kasıt, fâilin te'siri demektir, der.
Âlimlerimizin konuya dair görüşleri iktibas ettiğimiz tarzdadır. Ulemanın görüşlerinden de faydalanarak Besmele’deki “bâ” harfine dair Üstad’ın Eski Said ve Yeni Said eserlerindeki ihtilaflı kullanımlarının hikmetini şu şekilde kavrayabiliriz:
Üstad Bediüzzaman Kızıl Îcaz’da Besmelenin başındaki “bâ” harfi için “Buradaki "bâ" harfi, musâhabe içindir; istiâne için değil. Çünkü kesb, halka tabidir. Masdar, hâsıl-ı bi'l-masdar için şarttır.” diyor. Dikkat edilirse Bediüzzaman Kızıl Îcaz’da, hilkatin başlangıcı ve hilkat sürecinin işleyiş süreci nokta-i nazarında Besmele hakikatine nazar ediyor. Üstad’ın bu tespitiyle ilgili olan “Vallâhu halakakum vemâ ta’melûn”[1] (Sizi de, amellerinizi ve yaptıklarınızı da yaratan, halk eden Allah’tır.) âyeti, tevhid-i hallakıyeti bildirmekte, varlık âleminin kuruluşu ve devam ettiriliş sürecinde hakikat noktasında tek bir Halık’ın yaratıcılığının görüldüğünü, zâhiren bir şeyler yapıyor gibi görünen irade sahiplerinin fiil ve amellerinin de bir hilkat sahibi olduğu ve Hallak-ı Vâhid-i Ehad’in takdir ve tedbir, irade ve hikmetine göre yaratıcılığına tabi olduklarını bildiriyor. Bu nokta-i nazarda Besmele “bâ” harfi ile tevhidi, bütün hilkat âlemleri çapınca ders vermektedir. “Bâ” harfinin “ile” manasında olması ile “bâ” harfi, Niyazi Beki Hoca’nın da fark ettiği ve işaret ettiği üzere, mevcud-u bizzat olmayan, vücudu Vâcib bir Mevcud’un tercih ve takdirine bağlı olan bütün mâsivâyı ifade eden bir huruf-u mukattaa vazifesi görmektedir. Bütün mâsivâ “bâ” harfinin karnındadır. Bu çerçevede Risale-i Nur’un temeli olan mana-yı harfî meselesinin şifresi, Besmele’deki “bâ” harfinde saklıdır, diyebiliriz.
Üstad Bediüzzaman bütün hilkat âleminin merkezî unsurları olan “zerre ve şuur” hakikatlerini 30. Söz isimli kıymetli eserinde işler. Söz’ün başında konumuzla alakalı şöyle bir cümle kurar: “Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur'ân-ı Hakîmin mühim bir tılsımını halleden Otuzuncu Söz ‘Ene’ ve ‘zerre'den ibaret bir elif, bir nokta'dır.” Besmelenin başındaki “bâ” harfi “nokta” ve “elif” harflerinin birleşiminden meydana gelmektedir. “Bâ” harfi elif harfinin yatay pozisyona getirilmesi ve altına noktanın konulması ile oluşturulmaktadır. Hilkat âlemi gözle görüldüğü üzere zerrelerin icadı ve ibda’ı ile kurulmuş olup zerrelerin terkip, inşa ve tahliliyle de İrade-i İlâhiyece devam ettirilmektedir. Hilkat sürecinin yapı taşı bir nokta hükmünde olan “zerre” dir. Cenab-ı Halık-ı Kerîm, daire-i vücud içinde, daire-i hayatı merkez kılmış; daire-i hayat içinde hayat-ı şuuriyeyi bir merkez yapmış; zişuur hayat içinde de mazi ve müstakbelin farkında olan akıl sahibi insan hayatı ve benliğini merkezîleştirmiştir. Yani zerre, “elif” e hizmet etmekte ve onun altında bulunmaktadır. Bu çerçevede hilkat âlemi tam manasıyla “zerre-i nokta” ve “ene-yi elif” ten meydana gelen bir “bâ” harfidir, diyebiliriz. Zerreler, kudret-i İlahiyenin sabit bir cem’ cilvesiyle icad edilmiş ve her an Kayyumiyet-i İlahiye ile ayakta dururlarken, ene’ler de şuurlu ilm-i İlahinin cem edilmiş sabit bir tecellisiyle halk edilmiş ve her an Ehadiyet-i İlahiye ile ayakta tutulmaktadırlar. Bu çerçevede ene’ler ve zerreler, vücuda kendi kendilerine gelemeyecek derecedeki acz-i mutlak boyutları ve varlıklarının belirli bir süre önce başlamalarıyla Allah’ın varlık, birlik, ezeliyet ve halıkıyetini ilan etmektedirler.
İcad-i İlâhî ile vücuda geliş boyutundan bakılırsa Besmele’deki “bâ” harfinin “musahâbe/beraberlik” manasında olması aklen zarurîdir. Aksi takdirde hilkat âleminin işleyişinde kul iradesi, aslî ve müessir irade konumuna gelir. Bu ise daire-i itikad noktasında bir şirke yol açmaktadır. Musâhabe manasının berâberlik ve beraber bulunma hakikatinde olmasının sebebi hilkat sürecinin işleyişinde saklıdır. Kur’anın net bildirdiği üzere her nesne “mülk ve melekût” cihetlerinden meydana gelmektedir.[2] Yani zâhir ve bâtın…[3] Her iki âlemin de mülkiyeti ve yönetimi İlâhî iradenin dizginindedir. Bununla birlikte bâtın olan melekûtta[4], İlâhî tasarruf ve kudret faaliyetleri daha yoğun ve kul iradelerine müsaade etmez tarzda cereyan etmektedir. Yaratılış sürecinin işleyişini anlatan Yasin suresinin “İnnema emruhu izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün feyekûn.”[5] (Hakikat bu ki bizim işimiz, yönetim tarzımız ve emrimiz, bir şeyin tekevvün ederek vücuda gelmesini irâde ettiğimizde o şeyin mahiyet ve hakikatine ‘Ol, oluş! demektir; “Ol!” deriz ve o şey de oluşur.) âyeti zâhiren o nesnenin kendi kendine oluştuğunu ifade ediyor gözükse de meselenin perde arkasını akabindeki âyet şöyle açar: “Fe sübhanellezi biyedihî melekûti küllü şey’in ve ileyhi türceûn”[6] (Şanı ne yücedir, kusurdan ne mukaddes, noksandan ne münezzehtir o Zât-ı Akdes ki, her şeyin melekûtunu ve bâtınını elinde tutmakla, kontrolünde bulundurmakla, onu bâtınından idare etmekle tanınır ve bilinir. Ve siz dünyadan ayrıldığınızda Onun huzuruna rücu ettirileceksiniz.) Bütün mahiyet-i eşya, İlâhî ilim ve irade ile inşa edilmiş ve İlâhî Ehadiyetle de beka ve devama kavuşturulmuşlardır. Ancak Allah ile bir hakikate sahiptirler. Bu hakikat ve mahiyetler, İlâhî isim ve hakikatlerin bir nuru olduklarından dolayı her an Allah ile bir varlık ve devama mazhardırlar. Bu çerçevede “bâ” harfi, musâhabe/beraberlik manasındadır. “Bâ” harfinin musâhabe manasında olması aynı zamanda vicdan mekanizması ve ilham kanalıyla Cenab-ı Hakk’ın her an iradî fiil sahibi olan kullarıyla bir sohbeti ve etkileşimi olduğunu da ifade eder. Bu çerçevede “Bismillah her hayrın başıdır.”
Besmele’deki “bâ” harfinin “fe-bimâ nakdıhim mîsâkahum leannâhum” ( Buna rağmen vermiş oldukları misakı bozduklarından onları lanetledik)[7] âyetinde olduğu gibi “için” manası da bulunmaktadır. Bu çerçevede “bâ” yaratılışın “nasıl” olduğunu “Allah ile” manasıyla ifade ettiği gibi, yaratılışın “niçin” olduğunu da “Allah için” manasıyla ifade etmesiyle bütün hilkat âlemini ihata eden bir nurdur. Hilkate Allah mecbur olmadığı, mutlak bir istiğna-yı zâtî ile Samed olduğundan, insanlar ise hilkate muhtaç-ı mutlak olduğu ve insanlar Allah rızası ve sevgisi için yaşadıkları zaman mükemmel manada geliştikleri ve kemale erdiklerinden dolayı “bâ” harfinin “Allah için” manası, derinliğinde “kul için” hakikatini de saklamaktadır. Bu temel cihetten dolayı Üstad Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’caz kitabında, yaratılışın kullara bakan cihetini, kullara nasıl bir rahmet ve bereket olduğunu anlatma noktasında “bâ” harfini teyemmün (manevi ve ruhani zenginlik) ve teberrük (maddi ve cismani zenginlik) manalarıyla ele alır.[8] Varlık ve hayata, şuur ve akıla, ebedî saadet ve selamete mutlak manada fakir ve muhtaç olan kulların, istidadlarını inkişaf ettirerek kemalât yolunda yürümeleri, maddi ve manevi gelişimle ilerlemeleri noktasında iman ve amel-i sâlih şeklinde cüz’î iradelerini kullanmaları şartlarını sergilemelerinden sonra rahmet-i İlâhiyenin onların ellerinden tutarak kemalât yollarında yürüyebilmeleri noktasında yardımına muhtaç olduklarını ifade makamında “istiâne” manası da “bâ” harfinde vardır, der. Ki İşârâtü’l-İ’caz, yaratılışın kullara bakan hikmet ve cihetlerini hemen başta işleyerek bu tespiti destekler. Fatiha suresinin “İyyâke nestaîn”[9] (Kemalât yolunda yürümek için yalnız Sen’den yardım dileriz ey Müsteân-ı Mutlak) cümlesi de Besmele’deki “bâ” harfine ait bu manayı destekler. Nebe’ suresindeki “Elem nec’ali’l-arda mihâdâ”[10] (Yeryüzünü size beşik kılmadık mı?) âyeti, insanoğunun cüz’î iradesini iman ve sâlih amelle sergilemesinin bir emekleme ve ayağa kalkma fiili olduğuna dair bir teşbihi ifade eder. İlâhî irade ise emekleyerek ayağa kalkan insanoğlunun elinden tutup ona hak ve hakikate tabi şekilde bir yürümeyi öğretir. Fakat kuldan emeklemeyi, ayağa kalkmaya çalışmasını talep eder. “Ayağa kalkmak senden, yürütmek Ben’den” der.
Üstad Bediüzzaman 1. Söz isimli eserinde Besmele’deki “bâ” harfinin hem “ile” hem “için” manalarını “asker temsili” ile beraber ele alır. Askerin varlığı, hayatı ve bütün faaliyetleri devlet içindir. Bu çerçevede Kur’anın Fetih suresi 4 ve 7. âyetlerinde vurguladığı ve Hz. Peygamber’in “el-ervâhu cünûdun mücennedeh” (Ruhlar bölük bölük askerlerdir)[11] hadisinde şerh ettiği üzere her bir mahluk ve ruh, İlâhi hilkat sisteminde bir askerdir; onun varlığı, hayatı, faaliyetleri ve her şeyi Allah içindir. Aynı zamanda her bir ruh, zâtî bir acz ile âciz ve zayıf, zâtî bir fakr ile fakîr ve muhtaçtır. Varlık ve hayata gelmeye mutlak manada muhtaç; fakat varlık ve hayat âlemine kendi kendine gelmek ve kalmak noktasında mutlak manada âcizdir. Bu çerçevede kendisi tercih etmese de bir asker hilkatiyle yaratılışı ve yaşatılışıyla “ile” manasını gösterdiği gibi; bütün yaptığı faaliyetlerinin —ister dalalet, ister hidayet— İlâhî iktidara hizmet etmesi noktasında da “için” manasını sergiler. Bu çerçevede 1. Söz “bâ” harfini, bütün yönleriyle ele alır. Ayrıca İlahî iktidara tabi şuurlu bir kulun tabiiyetiyle kazandığı tükenmez kuvvet ve bitmez bereket, sonsuz şeref ve haysiyet, mutlak emniyet ve selamet de “bâ” harfinin karnındaki teyemmün ve teberrük manalarını fiilen göstermektedirler.
“Bâ” harfindeki “ile” ve “için” manasına riayetin kul açısından vereceği güzel sonucu “bâ” harfini meydana getiren elif ve noktanın pozisyonu ifade etmektedir. Şöyle ki “bâ” harfinde nokta altta, elif üsttedir. Allah’a asker olan, kendi zerrecik kuvvetini İlâhî iradeye tâbi kılan kişi, fâni hayatını Allah’a adadığı vakit zerre yukarı çıkar, elif aşağı iner ve “nun” harfi ortaya çıkar. Nun harfi, Üstad’ın ifade ettiği üzere, “nur ve ilm-i ezelînin nuru” na[12] işaret etmektedir. Benlik ve vücudunu, İlahî nura ayna kılan kişiye ise Kur’an-ı Kerîm “Zünnûn” adını vermektedir.[13] Bu lakab, resûllerden Hz. Yunus’un (AS) lakabıdır. O mübarek resul, nûra mazhariyetini bir anlık gazabı neticesinde kaybettiği ve karanlıklar âlemi içinde kaldığını gördüğü için Allah’a “Lâ ilâhe illa ente Sübhaneke innî küntü mine’z-zâlimîn”[14] (Senden başka İlah yok. Sen göklerin ve yerin nurusun. Kusursuz, noksansızsın. İçinde bulunduğum sıkıntılı ve karanlık hâllerin tek mes’ulü benim. Hakikaten ben kendime zulmettim, senin nurlu velayet ve yönetiminden çıkıp kendimi karanlıklar içine attım) der. Hadis kaynakları ve siyerden anlaşıldığı üzere Bismillahirrahmanirrahim cümlesini bilen iki peygamberden birisi Hz. Süleyman (AS) iken, diğeri ise Zünnûn olan Hz. Yunus’tur (AS). Ninovalı Addas vak’asından öğrendiğimiz üzere…[15] Bu ilişki de Besmele’deki “bâ” harfinin teyemmün (ruhani ve manevi zenginlik) manasını, Zünnûn Hz. Yunus (AS) üstünde, teberrük (cismani ve maddi zenginlik) manasını Zü’l-kemal Hz. Süleyman (AS) ve saltanatı üzerinde okumaya da imkân tanımaktadır. Her iki Peygamber’in (Aleyhimüsselam) Allah ile ve Allah için var oldukları ve yaşadıkları ise izahtan vârestedir.
Özetlersek Üstad Bediüzzaman, Kızıl Îcaz’da hilkat sürecinin başlangıcını ve işleyiş sürecini izah noktasında Besmele’yi ve başındaki “bâ” harfini ele almış ve o çerçevede “bâ” harfindeki “musâhabe” (etkileşim içinde beraberlik) manasını ön plana koymuştur. İşârâtü’l-İ’caz’da ise hilkat sürecinin insan istidadlarının inkişaf ve inbisatı noktasındaki rolünü, insan ruhunun hilkat sürecine dâhil edilerek Rububiyet ve Rahmaniyete mazhariyetle kazanacağı maddi ve manevi güzellikleri ifade noktasında Besmele’ye bakıyor ve başındaki “bâ” harfini “teyemmün ve teberrük” olarak şerh ediyor. Bu süreçte şefkat-i İlâhiyenin insanın elinden tutmasını “istiâne” manasıyla okuyor. Besmele’deki “ bâ” harfinin “musâhabe” manasıyla tevhid hakikatini insanın ruhuna nakşetmesi, tevhid hakikatini ruhuna nakşetmeyen insanların hilkatin işleyiş sürecinde ellerine geçen ve geçecek olan maddi ve manevi güzellikleri bir Karun gibi kendilerinin hüneri olarak gördükleri insanlık tarihinin şehadetiyle sabit bir hakikattir. Bu çerçevede diyebiliriz ki, Besmele bir ağaçtır; Kızıl Îcaz, bu ağacın kökünü ve meyvelerini, İşârâtü’l-İ’caz ihtişamlı gövdesini ve iç dinamiklerini; Sözler ise bu meyvedar ağacın bütün cihetlerini birden akıl ve kalplere göstermektedir.
[1] Saffat suresi, 96.
[2] Mülk suresi, 1; Yasin suresi, 83 ve diğerleri…
[3] Hadid suresi, 13.
[4] Üstad Bediüzzaman’ın azamet ve azamût arasındaki ilişki için “Azamût: Mübalağalı azamet” izahında bulunması melekût ve mülk ilişkisini izahta kriterdir. (Lem’alar, 29. Lem’a, 4. Bab, 1. Fasıl) Bu mihenk eşliğinde “Melekût: Mübalağalı mülk” diyebiliyoruz.
[5] Yasin suresi, 82.
[6] Yasin suresi, 83.
[7] Maide suresi, 13.
[8] Teyemmün hakikati, Vakıa suresinde; teberrük hakikati ise Rahman suresinde işlenmiştir. Teyemmün hakikati, Vakıa suresinde ehl-i Cennet olan Ashab-ı Yemîn grubu üzerinde bilkuvve, Ashab-ı Meymene grubu üzerinde bilfiil, “yümn-ü iman” hakikatiyle gösterilir. Teberrük hakikati ise Rahman suresi 78. âyet olan “Fetebârekesmü Rabbike zi’l-celâli ve’l-ikrâm” (Celal ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!) âyetiyle sabittir. Ki âyette bahsedilen ism-i İlâhî, bütün merhametlerin kaynağı olan Rahman ismidir. Surenin tamamı dünya ve Âhiretin kuruluş ve devam edişinin kaynağının merhamet-i İlahiye ve Rahman ismi olduğunu beyan eder. 1. Söz’de Üstad’ın vurguladığı üzere, rahmet-i İlahiye ise kulların hayatında “bitmez bir bereket” olarak kendini gösterir.
[9] Fatiha suresi, 5.
[10] Nebe suresi, 6.
[11] Buhârî, Enbiya 2; Müslim, Birr 159, (2638); Ebû Dâvud, Edeb 19, (4834).
[12] Şualar, 14. Şua.
[13] Enbiya suresi, 87.
[14] Enbiya suresi, 87.
[15] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe (Bennâ), IV, 4; İbn Hacer, el-İṣâbe, II, 466-467.