Kur’an’dan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-15
Meryem suresi 87. âyette Rahman-ı Zü’l-Kemal şöyle der: “O gün hiç kimse şefaat konusunda bir şeye malik değildir. Yalnızca Rahman’dan bu noktada bir ahd edinmiş olanlar şefaat edecekler.” Bu âyet ve benzeri birçok ayet şefaat hakkında çok bariz ve net ifadelerdir. Âyete’l-Kürsî’de ve Zuhruf suresinde ve benzeri surelerde de şefaat yetkisi verileceklerin hususiyeti bildiriliyor. Taha suresi 109. âyet ile Rahmân-ı Zü’l-Kemal şöyle der: “يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا
(O gün, Rahmân’ın izin verdiklerinden ve Onun sözünden ve sözcülüğünden razı olduğundan başkası şefaat edemez.) Meryem suresi ve benzeri âyetler nazara alınırsa şefaat etme yetkisi, Allah ile “nefs ve malını” satma konusunda “ahd etmek”; hem bu şekilde Fetih suresi beyanına göre “rıza-yı Rahmânî ve rıza-yı İlâhî” ye mazhar olmak gibi şartlarla elde ediliyor.
Hem sözü ve sözcülüğü, rıza-yı İlâhiye mazhariyet içeriyorsa da bu böyledir. Bu da, Meryem suresinin Hz. İsmail (AS) hakkında bildirdiği üzere “Emr-i Bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l-Münker” yapmakla elde edilebiliyor. Elde edildiği ise, garantidir. Buna misal-i müşahhas, Hz. İsmail’dir (AS). Demek tebliğ yapanlar, hayatını tebliğe adayanlar şefaat izni alacaklar.
Zuhruf suresi de şehidler ve hakka şâhid olanları da, şefaat ediciler arasına katar. Demek şefaat, resul ve nebiler başta olmak üzere, hakkın bütün tebliğcilerine, hakkı izhar ve ilan edenlere, hak için yaşayıp hak için ölenlere verilen bir makamdır. O, bir makam-ı Mahmûd’dur. Ki, bütün hakikat âşıkları ve hak müştakları, hakkın tebliğini yaparken teheccüd ve gece ibadetini zorunlu olarak yapmışlar. (Müzzemmil suresi, 2-4 ve 20)
Teheccüd ve gece ibadeti, makam-ı Mahmûd’a kişiyi eriştirir. Hatta âyette “En yeb’aseke Rabbüke makamen mahmûde” ifadesi, “Makam-ı Mahmûd için Rabbin seni meb’us ve seçilmiş kılar” veyahut “Makam-ı Mahmûd denilen bir dirilik makamına Rabbin seni eriştirir” der.
Ayete’l-Kürsî’deki ifadeler ile Taha suresindeki ifadeler, yani şefaat bahsinin geçtiği cümlenin önü ve arkasındaki ifadeler birbirine çok benzerler. Kur’anda “Hayy ve Kayyum” isimlerinin bahsedildiği üç yerden iki tanesinin bu şefaat bahisli yerler olması; hem bu cümlelerle birlikte “Allah onların arkalarındakileri ve ellerindekileri, yani geçmişlerini ve hazır anlarını bilir. Onlar Rahmân’ın ilminden hiçbir şey bilemez, kuşatamazlar. Sadece Onun dilediği kadarını bilebilirler.” Bu iki âyetteki tevafuk da gösterir ki, kişinin şefaate erebilmesinin ilim ile bir bağı vardır.
Taha suresinde, Allah’ın ilminin hem ihata hem vüs’atinden bahsedilmesi, ayrıca Ayete’l-Kürsî’de de aynı şekilde ilm-i İlâhînin ihata ve vüs’atinden bahsedilmesi; hem ilm-i İlâhînin bütün kâinatı kaplaması ve onda hâkimiyetini bildiren Kürsî’nin “vüs’at” sıfatı ile anılması; Âyete’l-Kürsî sonrasında ilim-rüşd farkı ve bağına girilmesi gösterir ki; şefaat, râşidlere verilen bir hususiyettir. Ki, onların ilmi, kudsiyet kesbeder, onların kalplerini tasfiye ve tathir eder; hayat-ı maddiyelerini hayat-ı kudsiye ile diriltir; hem onlarda bir kuvve-i kudsiyeye vesile olur. Daha sonraki âyet ise “Allah’ın velisi olduğu ve nura erdirilmiş kullardan” bahseder. Bu da ilm-i hakikatin bir nur olup onların ruhuna yazılarak, onların ruhlarını diriltecek hale gelmesi manasına gelir. Demek ki, kalbinde iman ve Allah aşkı olan, sâdık ve râşid, hayy ve kudsi, mücâhid ve sâbir, şehîd ve mecîd kullar şefaat yetkisi olan makam-ı Mahmûdiyete erişecekler. Onları bu seviyeye yükselten, “nefs ve mallarını Allah’a satmaları” dır. Bu satışı yapana Allah kendi ilminden bir hisse verir. O da, enfüsî ve minyatür ama şuurlu bir Kürsî olur. Sonra bir kudsî olur. Sonra bir nurânî olur. Sonra bir manevi güneş olur. Kalbindeki, rahmet ve şefkat, etrafını sıcaklığıyla istila eder; aklındaki ilim ve hikmet ise, etrafındaki karanlığı def’ eder, her yeri kuşatır.
Elhasıl, ehl-i hak olan şefaat eder. Bu şefaat meselesine aynı ifade tarzlı ayetleriyle Enbiya suresi de katılıyor, 26. ve 27. âyetleriyle…
Namaz ve Rıza Hakikati
Taha suresi 30. âyeti 5 vakit namazı tam kılan kişinin “rıza” ya ereceğini bildirir. Yani o kişi Rabbinden razı olur; hayatından memnun olur. Hiçbir şeye ve kişiye takılmaz, tevhidi yakalayacak bir iç aydınlığı olan nura kavuşur. “Güneş doğmadan önce ve doğduktan sonra Rabbini hamd ile tesbih et! Gecenin içinde ve gündüzün uçlarında da namaz kıl!”
Bu âyet sabah ve akşam, yatsı ve teheccüd ile, duha-öğlen ve ikindi namazlarını içine alıyor. Böylece namaz 7 vakit gibi oluyor. 5 tanesi farz, 2 tanesi müekked sünnet şeklinde… Bunları yapan kişi rıza-yı Rahmân’a erişir.
Vahye Tabi Bir Hayatın Maddi Boyuta Katkıları
Taha suresi 123-124. âyetlerle Allah diyor ki:” Hidayet verici olarak resulleri size göndereceğim. Onlara kim tâbi olursa o dalalete sapmaz ve mutsuz da olmaz. Fakat zikrim olan vahiy ve hidayetten kim yüz çevirirse, ona dünyada dar ve sıkıştırıcı bir maişet ve yaşayış vardır; mahşerde ise her iki gözü de kör olarak diriltilir.” Bu âyetlerde şöyle bir vaad var: “Kur’ana harfiyen uyan için nefsini azaptan kurtaran bir hidayet ve nur olacak; mal ve mülk noktasında da o bir ferahlık içinde yaşayacak.” Dünyanın mevcud manzarası bu âyetteki vaade zıt gözükse de hakikatte öyle değildir. Çünkü gelirin bol olması, mal ve mülkün kişiyi sıkmayacağı, ruhuna ferah vereceği manasına gelmiyor. Zengindir ama mutsuzdur. Hem zenginlik helal yoldan kazanılmış ise, hidayet kitabı olan vahyin düsturuna uyulduğu içindir. Bu da yine vahyin mahsulüdür, vahyin doğruluğunun delili olur. Haram mal ise, akıbette de zarardır; maneviyatını öldürmekle de zarardır; hem Âhrette de zarar üstüne zarardır. Allah için adanmış bir hayatta maddi ve manevi ferah, genişlik, saadet ve istikamet vardır. Bilfiil de görünüyor, yaşanılıyor.
Ehl-i Zikir Kimlerdir? Kadınlardan Peygamber Gelmiş midir?
Enbiya suresi 7. âyet diyor ki: “Senden önce kendilerine vahy ettiğimiz adamlar ve erkeklerden başkasını resul göndermedik. Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.” Bu âyet, Hicr-Nahl-İsra-Kehf-Meryem sureleri ile beraber okununca görülür ki ehl-i zikr, ehl-i kitap demektir. Çünkü Kur’an, Tevrat ve İncil yani yazılı vahiylerin umumi ismi, “zikr” dir. Yani insanların kalbine, kudsiyeti; ruhuna, emniyeti bir Ruhu’l-Kudüs ve bir Ruhu’l-Emin olarak aktaran bir araç… Yani zikir yeryüzünde, insanlar ve cinler âleminde Allah’ın razı olduğu ve sevdiği bir hayat-ı kudsiye ve nuraniyenin tahakkukuna vesile olmaktadır. Bu mevzuda Kur’anın indiği dönem açısından bakıldığında tecrübeli olanlar, Tevrat ve İncîl sahibi olan kişilerdir. Hem bu âyet, resullerin erkeklerden olduğunu net olarak bildiriyor. Bu çerçevede kadınlardan resul gelmemiştir tespitini yapabiliyoruz. Ahzab suresinde ise, “Hatemen Nebiyyin” âyeti ve Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim vefat ettiğinde Hz. Peygamber’den vürud eden “Yaşasaydı sıddîk bir nebi olacaktı. Oysa ben son nebiyim” hadisinin bildirdiği üzere, Peygamberlerin eğer, resul ve ülü’l-azm ise imanlı oğulları nebi veya resul olmaktaydı, buna mukabil nebi bir peygamberin imanlı oğlu için böyle bir manevi kanun söz konusu değildir. Kız çocuklarında ise böyle bir boyut bulunmuyordu. Aksi takdirde Hz. Peygamber’in (SAV) bir hadisinde “Kendi dönemindeki kadınlar âleminde kemale eren 4 kadından biridir” diye tavsif ettiği Fatımatü’z-Zehrâ’nın (RA) sıddîka bir nebiyye olması gerekirdi. Oysa böyle bir durum “Hatemen nebiyyîn” âyetine muhaliftir. Bu iki surenin ilgili ayetleri beraber okunduğunda şu tespiti yapabiliyoruz: “Nebiler, resuller, ülü’l-azm resuller şeklinde vahiy ve tebliğle mükellef olan kişiler insanlık dünyasında daima erkekler arasından seçilmiştir. Ve bu ağır vazife İlâhî şefkat ve hikmet gereği nazik ve zayıf kadın fıtratına yüklenmemiştir.”