İsra suresi 12. âyetin bildirdiği üzere ay, kendisine ait olmayan bir ışığı gösterir. Işık veren kaynağın vaziyetine göre de bu ışık seviyesi ve miktarı artar ve azalır. Zaman gelir ki, ay görünmez olur. Fakat güneş gibi ışığı kendinden olanların ne ışığı azalır ne görünmez olur. Güneş geldiğinde, varlığı aydınlatmak için yeterlidir. İşte güneş gibi olan nebiler ile, ay konumunda olan ârif velilerin farkı burada bariz oluyor. Nebi, hali ve kavli ile de ışıtırken ârif, zihnine bir şey açılırsa, bir nur gelirse kavlen ışıtabilir. O da dolunay, hilal v.s. haller üzere belirir. İlim, latifelere geçince; fikir ile his birleşince; ilim, kudretle bütünleşince yani kişide şuur ve habiriyet hasıl olunca ne o ilim azalır, ne de unutulur.
Ümmet-Risalet-Hidayet ve Şükür Bağlantıları
İsra suresi 15. âyetle Allah-ı Zü’l-Celal açıkça diyor ki: “Hidayete erişen kendi nefsi için hidayet erişir; dalalete sapan ise, kendisi aleyhine dalalete sapar. Hiç kimse kimsenin günah yükünü yüklenmez. Ve Biz resûl göndermedikçe azap edici değiliz.” O halde hidayet ile, kul kazanır. Kulun dalaleti ile, Allah bir şey kaybetmez. Hidayete kul muhtaçtır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Bilakis kullar, Allah’ın verdiği hayat ve rızka, vücud ve bekaya, ilim ve hikmete, hidayet ve nura, iman ve islama vs. her şeye muhtaçtır…
Bu âyet hem diyor ki hidayet hizmeti, risalet ile olur. Çünkü hidayet, hakkı hak olarak görmektir; bu ise, Cenâb-ı Hakk’ın resuller eliyle insanlığa verdiği en büyük “hediye” dir. Hakka hizmet, risaletle olur; hakikate hizmet ise, nübüvvet ile… Nübüvvet, bildirir; risalet hem bildirir hem de yaşattırır. Hakiki tebliğ, bildirmekle değil hem öğretmek hem eğitmekle olur. Nebiler, ism-i Alîm ve ism-i Latîf’e mazhardırlar; resuller ise, ism-i Hakîm, ism-i Habîr ve ism-i Hayy’a mazhardırlar. Nebiler, daire-i Uluhiyet’le muhtaplığa kişiyi yükseltirler. Bu ise, “gayba iman” olur. Resuller ise, daire-i Uluhiyet’e muhataplıktan sonra, daire-i Rububiyet ve daire-i Rahmaniyet’e muhataplığa kişiyi yükseltirler. Bu ise, şehadet âlemini gayb âlemi adına yaşamakla olur. Buna ise, İslam denilir.
İsra suresi 16 ve 17. âyetler beraber okunduğunda görülür ki, resuller gelmeden kavimlerde helak olmuyor. Nahl suresi 35. âyetle İsra 15-16-17. ayetler beraber okunursa görülür ki: “Ümmet haline gelen topluluklara, resul gelir. Kavim kıvamında olanlara, nebi gelir. Helak hadiseleri, resullerin inkârıyla hak edilen ve ümmetlere verilen bir ceza ve azaptır.” Hadis-i şerif de diyor ki “Sizler, 70. ümmetsiniz.” Demek ki, dünyada 70 ümmet olmuş; bu 70 ümmete 313-315 tane resul gelmiş. Bu resullerin ilki ise, İsra 17. âyetten anlaşıldığı üzere Hz. Nuh Aleyhisselam’dır ve O (AS), 3. âyetin bildirdiği üzere “Abd-i şekûr” du. Demek O da, Nahl suresi gibi, şükre davet etti; şirki terk etmeye çağırdı. Hadisin bildirdiği üzere “Hamd ve şükr üzere bir hayatı yaşadı ve böyle bir hayata çağırdı.” Fakat halkı dinlemediler ve helak oldular.
Ümmet meselesinde şöyle bir sır var: “Ümmet ile ümm (anne) kelimesi aynı köktendir. Yani bir toplum, ailedeki annenin konumunu ifa edecek bir maddi zenginlik ve altyapı seviyesi kazanırsa, bir insan o toplum denen ailede yaşayan bir çocuk gibi olur. Devlet, babası; maddi imkanlar ve ümmet, anası olur. Nasıl ki, bir küçük çocuk için baba, Allah’a aynadır[1]; anne, Cennet’e aynadır. Eğer baba-ana gafil iseler, perdedirler. Nankör bir evlat anne-babadan red ve tard cezası yer. Aynı şekilde devlet ve toplum gibi iki büyük nimet ile “aile-i küllî” ye erişen; bu ikisini “Irk Baba” ve “Tabiat Ana” şeklinde iki puta dönüştüren bir millete resuller gelir. Ta ki şirkten, şükre geçsinler. Aksi halde, helake düşerler. Hz. Nuh’un (AS) gelen ilk resul olması, Onun “şekûr” (acı-tatlı her hale şükredici) olmasından bahsedilmesi; tamamıyla kâinatın şükür meyvesi için kurulduğundan bahseden Nahl suresinde ümmet-risalet ilişkisinin vurgulanması ve bu sureden önce gelmesi gösterir ki, hak ve hakikat budur.
Yaşlılık Psikolojisi
İsra suresi 23-24. âyetler yaşlılık psikolojisini çok güzel veriyor:
-Öf bile denilmeye tahammül edemeyecek derecede hassasiyet;
-Kınanmaya ve incitilmeye dayanamama;
-Kavl-i kerîm olan değerli, hoş ve hürmet dolu sözler duyma arzusu;
-Kendilerini birer âciz ve fakîr civciv gibi görüp ana-babalık hakkı karşısında zillet kanatlarının kendilerine bir anaç tavuk gibi indirilme ihtiyacı,
-Kendilerine sıcaklık ve himaye hissettirip “Ben sizin, yaşamanız için gerekirse aç-susuz kalırım, sizi korumak için ölürüm” hissi verilmesi;
-Sonra da kendilerine ‘ Rabbim onlar bana ben küçükken nasıl rahmet ettilerse Sen de onlara merhamet ve şefkat et ’ diye duada bulunulması…”
Bu beş maddeden ötede bir yaşlıya verilecek ve yapılacak muamele bulunamaz. Bu duayı yapmak, evlat için zahiren tavsiye hakikatte ise bir farzdır.
Nefs-i Emmârenin Kusurları ve Mağfiret
İsra suresi 25 ile Allah diyor ki: “رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا فِي نُفُوسِكُمْ إِنْ تَكُونُوا صَالِحِينَ فَإِنَّهُ كَانَ لِلْأَوَّابِينَ غَفُورًا
(Rabbiniz sizin nefislerinizin içindekini en iyi bilendir. Eğer siz salih olursanız; bunun peşinde siz evvâbiyetiniz ile Allah’ı, Ğafûr olarak bulursunuz.) Bu âyet “fî sudûrikum” ve “fî kulûbikum” âyetleri gibi “fî nüfûsikum” diyor. Buradaki nefis, “kişinin kendisi” manasında olamaz. Çünkü önceki âyetler, nefs-i emmâre için zor gelen, külfetli bir işi anlatıyor. Hem bu yapılacak işin hakkıyla yapılmasına dair beş madde veriyor. Ki bir nefs-i emmâre için bunların her birinin dikkatle ifası çok zordur. Yani anne-baba hakkının ifasını bir ibadet gibi gösteriyor. Nasıl namaz ve orucun ifasında zorluk arttıkça insan nefsi kıvranıp ve dille demese de içinden söylenir. Aynı şekilde bu vazife-i kudsiyede de insanın nefs-i emmâresinin söyleneceğini Allah bildiriyor ve “Bunu, Rabbiniz en iyi şekilde biliyor” diyor. Ki bu bakım işi bir nefis terbiyesidir, diye işaret ediyor. Hem zorluğuna rağmen fesad çıkartacak şekilde kelimeler kullanmayıp sabredip dilini tutan birisini övüyor. Sonra yaptığı haksız tavırları anlayıp tövbe edenler için Allah, topluca ve daimi şekilde bağışlayıcı oluyor. Çünkü önceki âyetler beş mertebe hakkı söylüyor. Çünkü vaktiyle o beş maddeyi ana-baba çocuğun kendisine karşı sergilemişlerdi. Bu eski fıtrî hakları fiilleri ve sözleri ile, hatta nefsinin içten içe şikayetleri ile inkar ve nankörlükte bulunan birisi maddi ve manevi günahtadır. Tövbesi ve istiğfarı lazımdır.
Malla Hayır Yapma İmtihanının Sınırları
İsra suresi 26-28. âyetler diyor ki: “Sendeki mal üzerinde akrabaların, çalışmaktan âciz miskinlerin, yolda kalmışların veyahut evi olmadığı için sokakta yatanların haklarını ver. Bu hak, zekat ve sadakalardır. Fakat bunda savurganlık yapma. Savurganlık yapanlar, şeytanlara kardeş olur. Şeytan ise, Rabbine karşı hakikaten nankördür. Eğer daha çok kazanmak için bu kişilere haklarını verme noktasında onlardan yüz çevirecek olsan hiç olmazsa onlara güzel, kolaylaştırıcı, yardım edici bir söz söyle; kalplerini kırma.” Demek ki sadaka isteyene ve ihtiyaç sahibi olan birine “Allah sana hayır kapısı açsın. Elimden bu kadar geliyor. Fazla olursa inşallah veririm” demek Allah’ın emridir. Kırıcı, itici, hor görücü “Hadi, başka kapıya” gibi kaba ifadeler Allah’ın hoşlanmadığı sözlerdir.
Hem 29. âyet de cömertlikte ve iktisadî noktada ihtiyaç sahipleri ile muamelede ölçü veriyor: “Eli, kin ile kilitlenmiş olma; fakat tamamen elini de açma! Sonra kınanacak ve yakınların tarafından kuşatma altına alınıp sıkıştırılacak bir hale düşersin. İfrat ve tefrit yapma!” Bunun sebebini de sonraki âyet veriyor: “Rabbin, terbiye için, nefisleri kırmak ve şükre sevk etmek için zaman zaman insanların rızıklarını genişletir, zaman zaman da daraltır. Hak bir manzara şu ki, O kullarının halinden haberdardır, kullarının halinin ve ihtiyaçlarının farkındadır.” Ayrıca kulların yaşamalarına Allah kefildir. Bu kefaletini, bazen cömertlerin eliyle rızık ve içeceklerinin teminiyle gösterir. Fakat rızık harici ihtiyaçlar konusunda el açıklığı yapmanın sonu yok. Zaruretler konusunda sadaka ve infak yapılabilir ama ötesinde ölçülü olmak lazım. “Allah’ın vermediğini, sen kullara veremezsin. Allah’ın Rububiyetine karışır, yokluk imtihanının sırrını bozarsın. O kişi de, şükrân-ı nimet dersini alamamış olur.”
Evâmir-i Aşere (10 Emir) ve Dinî Hayat
İsra suresi 38-39 diyor ki: “Bu saydığımız 10 yanlış iş, Rabbinin katında ve Âhirette iğrenç görülen işlerdir. Bunlar Rabbinin sana vahy ettiği hikmet-i kudsiyedir. Onunla birlikte kendine bir ilah yapma. O ilah, sun’î ve yapay olur. Hak İlah, Allah’tır. Eğer Onun Rububiyeti ve Uluhiyeti noktasında ortak koşarsan cehennemin içine kınanmış ve horlanmış olarak konulursun.” Resuller, hikmet-i kudsiyeyi getiriyor. O hikmet ile, şehadet âleminin kudsî bir şekilde nasıl yaşanılacağını bildiriyorlar.
*Anne-babaya nefs-i emmârenin rağmına olarak sabırla hizmet etmek;
*Fakir ve muhtaçlarla malını belirli derecede paylaşmak;
*Şehvetini zinada kullanmayıp kudsî daire olan izdivaç ile çocuk meyvesi ile tatmin etmek ve kullanmak;
*Çocuklarını rızık endişesi ile öldürmeyip yaşatmak;
*Yetimlere bakıp onların mallarını yememek,
*Yeryüzünde böbürlenerek yürümemek;
*Kulak-göz ve gönlünü boş şeylerden ilim noktasında alıkoymak;
*Allah’ın haram kıldığı bir cana, öfke dolayısıyla kıymayıp sabretmek,
*Öfkeyi yutmak gibi kudsî düsturlar Allah’ın sevdiği ve razı olduğu bir hayatı bildiriyor ve ders veriyor. Resuller, ism-i Hayy’ın tahakkukunun, ism-i Hakîm’in çizdiği sınırlar dahilinde nasıl olacağını bildiriyorlar. Şükür, muhabbet ve marifet bu kudsî hayatın tecelli şekilleridirler.
[1] “Babanın duası ile Allah arasında perde yoktur” hadisinin işaret ettiği üzere… Çocuğun dünyasında babası, şefkatli bir “nokta-i istinad”; annesi ise merhametli bir “nokta-i istimdad”dır.