Kehf suresi 1-4. âyet diyor ki: “Kur’an’ı kuluna indiren Allah, ezelden ebede hamde layıktır. Ki, O, Kur’anın içinde bir eğrilik var kılmadı. Kur’an, dosdoğru bir kitaptır. Bu Kur’anla şiddetli bir gün için müşrikleri uyarasın; hem iman edip salih amel yapanları müjdeleyesin; hem onlara ebedî kalacakları yeri bildiresin ve ‘Allah, evlat edindi’ demekle tanınan Ehl-i Kitab’ı ve müşrikleri de uyarasın.” Müşrikler, “Melekler, Allah’ın kızlarıdır” dedikleri için onlar da Allah’a evlat isnad etmiş sayılırlar. Bu âyetler ve özellikle ilk âyet, Kur’an hakkında sathî bir nazarla bakanların akıllarına var gibi gözüken eğriliklerin hakikatte olmadığını bildiriyor.
Bakara suresindeki “Zâlike’l-kitâbu lâ raybe fîh” (Bu parlak kitabın içinde ve derinliklerinde bir şüphe mahalli yok) ifadesi bu hakikati teyid eder. Fakat “Din bir imtihandır” sırrınca Kur’anın zahirî ifadelerinde bir uyuşmazlık gözükür. Tâ ki hak ve hakikat talipleri, düşünsünler. Hakk ve hakikat talibi olmayanlar, bu çelişkili gözüken ifadelere takılırlar, hidayet kitabı olan Kur’anla dalalete düşerler. İşte hadis-i şerifte var ki: “Kehf suresinin tamamını veyahut baş kısmını okuyan Deccal fitnesine kapılmaz.” Demek ki Deccal ve taraftarları, Kur’anın zâhirine takılacak, “Kur’anda çelişki var” diyerek Kur’ana ve dine saldıracaklar. Kur’an ise kendini derinliklerinde ilim, hikmet ve manalarla savunacak. Kur’anın i’cazı, yani ilim ve hikmetiyle akılları aciz düşürücü yapısı onun çelik bir zırhı olacak.
Deccal fitnesi zamanında Mehdi de, Kur’anın derinliklerini açacak; vazifesi, Kur’an ile tahkikî bir iman-islam-ihsan yolunu açmak olacak… Başkalarının dalalete düştüğü aynı âyetin Kur’anın diğer âyetleri ile bütünlüğü noktasında mucizevi manalarını tefsir edecek; böylece yepyeni, Kur’anî bir hidayet yolunu hak ve hakikat taliplerine açacak, zamanının bir Hz. Musa’sı (AS) olacak. Yazdığı esere de Asâ-yı Musa adını verecek.
İnsanlığın İrşad ve Mürşid İhtiyacı
Kehf suresi 10 ve 15. âyetler “Ashâb-ı Kehf’in rahmet ve rüşde ermek istediklerini, Rablerine bu mevzuda dua ettiklerini” bildiriyor. Sonra gelen 17. âyetin sonunda “veliyy-i mürşid” (rüşde erdiren, hakk yolunu gösteren bir dost) tabiri gösterir ki, gençler için ve bütün müminler için kemal “rüşd” dür. Her bir mümin için ihtiyaç da, bir “mürşid” dir. Ki, bu mürşid âyetin bildirdiği üzere “veli” olmalıdır. Yani hem Allah’a dost olmuş; hem o mümine dostça davranan yapıda olmalı… Yani Allah’ın nura erdirdiği bir kişi olmalı ki, o da müminleri zulümattan nura çıkarsın. Bu gençler, hakikati bilmişler fakat hakikate dayalı bir hayatı nasıl yaşayacaklarına dair bir irşad insanına ihtiyaç hissediyorlar. Böyle mürşidin olmadığı bir devirde, Allah böyle gençleri, kalb mağaralarına çağırıyor. Ta ki orada uyusunlar, yani içlerine dönsünler. “Kulaklarına darb yapıyor.” Yani onları dış dünyayı duymaz ve âfâkla ilgilenmez kılıyor. Enfüse dönüp dış dünyaya karşı gaflet içine girmekle, kudsiyet âlemine giriyorlar.
Bu giriş neticesinde, Hz. Hızır denilen enfüsî mürşidle veyahut Hz. Hızır’ın enfüsteki ehadiyet cilvesiyle tanışmaya, Onun sevkine ve irşadına ermeye kişiyi ulaştırıyor. Böyle kalp mağarasına çekilip uykuya daldıkları süre zarfında “Manevi Güneş olan Zât-ı Akdes’in ışıkları onları sabah akşam makaslıyor. Yani Zât-ı Uluhiyetin nazar-ı inayeti altında bu iş oluyor.” Bu kıssanın işaret ettiği üzere asrında mürşid-i kâmil olmayan kişi Hz. Musa kıssasında olduğu gibi Hz. Hızır’dan veyahut eski asırların makam-ı Hızır’ında bulunan bir mürşidinden ruhani olarak irşad dersi alır. Bu manada ruhların ve ruhanilerin temessül ile görünmelerinin ve onlarla irtibata geçebilmenin imkânına ise sonraki sure olan Meryem suresi apaçık olarak işaret ediyor. Diyor ki: “Sen de Hz. Meryem gibi, Beyt-i Makdis denilen kudsiyet evinde hizmete kendini ada; inzivaya çekil; riyazet üzere yaşa; sen de biiznillah ruhları ve ruhanileri, melekleri gözünle görür ve konuşursun. Onlardan ders alırsın; eğri yolunu ve ahlakını bu derslerle düzeltirsin.” Sanki Kur’an bir yol çiziyor:
-İsra suresi sonunda, “ruh” tan bahsetti. Her insanın ruh yapısına göre amel ettiğini söyledi: Âfâkî meşreb ve enfüsî meşreb meselesi…
-Sonra Kehf suresinde ruhî kemal için irşada ihtiyaç duyulmasının bir kanun olduğunu Ashab-ı Kehf ve Hz. Musa kıssası ile bildiriyor.
-Bunun yolunu da Meryem suresinde şifrelendiriyor.
Ashab-ı Kehf Kıssası’nın Bir Vechesi
Kehf suresi 21. âyetiyle gayba açılan Ashab-ı Kehf hakkında halkın ikiye ayrıldığını bildiriyor: Onların zâhirine bakanların, onların kabirlerini normal kabir yapmayı düşündüklerini; “Onların iç dünyasını Rabbimiz daha iyi bilir” dediklerini söylüyor. Diğer sözü geçen, mevzua hâkim olanlar ise “Onların kabirlerini mescid edinelim” dediler. Sonra insanlar bu şekilde gayba açılanların sayısını tartışıyor: “3, 5 ve 7…” Hakikate en yakın söz söyleyenler 7’ler oluyor. Oysa doğrusu, 18’dir. Sadık bir rüyanın bildirdiği üzere… 3’ler, 5’ler, 7’lerin hepsinin de bir doğruluk payı bulunuyor. Bu kıssaya şahsî kemal noktasından bakılırsa kişinin gayba açılan latifeleri Ashab-ı Kehf’in her bir ferdi gibi olursa, bu sayı bazılarına göre 3’tür. Kalb-ruh-sır şeklinde… Bazısına göre 5’tir, kalb-ruh-sır-hafi-ahfa şeklinde… Bazısına göre 7’dir. Kalb-ruh-sır-haf-ahfa-sâika-şâika şeklinde… Oysa kemal seviye 18’dir. Nefs-i emmâre ise, bu gayba açılan kalb mağarasına sığınan latifeler gibi mağara içine giremez. Fakat kapının ağzında uyur. O da kendince rüyalar ve keşiflerle, gayba geçer. Fakat bunlar “köpekçe” dir. Rüyasında “keramet kemikleri” görür. Diğerleri gibi rüşde ermeye çalışan ilim melekleri, hikmet ruhanileri olan kuvvetler ve latifeler gibi değil…
İnşâallah ve Mâşâallah Sırları
Kehf suresi 23-24. âyetlerle Allah diyor ki: “‘Yarın şunu yapacağım’ şeklinde konuşma. Ancak “Allah dilerse” yağacağım de. Eğer İnşaallah demeyi unutursan farkettiğin an Rabbini zikret. De ki ‘Rabbim beni bu mevzuda rüşde erdirecek.’” Bu âyet işaret ediyor ki, yarına dair kesin konuşmak rüşde ermemekten kaynaklanır.
Hem İlâhî meşiete tabi bu hayatı sindirmek zor olduğu için “Unuttuğunda” diyor. Evet, yarına dair ağız açmamak ve kesin konuşmamak zordur. Çünkü her hadisede İlahî İrade’nin zorunluluğunu görmek ve bunu hep hissetmek gerekiyor. Bu ise, kulluğun ve köleliğin en üst derecesidir. Tevhid-i Meşiet, İbn-i Arabî’ye göre Tevhid-i Zât’tır. Her olayda İlâhî İrade ve Maksad’ı rıza gözüyle görmek, Üstad Bediüzzaman’a göre tevhidin en üst mertebesi olan Tevhid-i Maksudiyet’tir.
Marifet erbabı bu âyetten şu dersi almışlar: Meşietsiz yaratma mümkün değildir. Her “şey”, bir meşiet tecellisidir. Bu cihetten vücuda gelmişler âlemi olan mazi ve hâzır an’a insan baktığında “Mâşâallah” demekle mükellef olduğu, her mevcud şeyde meşiet-i Sübhaniyeyi ikrar ederek tevhidi gördüğü gibi müstakbelde vücuda gelecek şeylerin de meşiet-i İlahiyeye zaruretle bağlı olduğunu kişi “İnşâallah” cümlesini söylemekle gösterir. Mâşâallah, ezele uzanan bir tevhid; İnşaallah ise ebede uzanan bir tevhiddir. Üstad Bediüzzaman’dan hatıran kalan tek ses kaydının “Mâşâallah” olması, Onun bütün ömrünün özeti ve imana adanan hayatının ezelî bir nişanesidir.
Ahiret Hakkında Kesin Konuşmak Neye Alamettir?
Kehf suresi 32-42. âyetler önceki âyetlerde anlatılan kendi kudret ve iradesine güvenerek geleceğe dair kesin konuşmanın, hatta bu kesinliği Âhirete de uzatmanın “şirk” olduğunu açıkça ifade ediyor. “İnşaallah” demenin yanına bir de mevcut hal için “Maşaallah” ve “La kuvvet illa billah” demek gerektiğini vurguluyor. Çünkü yaşanılan an düne göre yarındır. Yarınlar ise, İlahî meşiete ve iradeye tabidir. Her gerçekleşen an, gerçekleşen bir istikbaldir. O yüzden gerçekleşebileceğe “İnşaallah” (Eğer Allah dilerse, var ederse) demek vâcibdir; gerçekleşene ise, “Maşaallah” (Allah dilemiş ne güzel yapmış) ve “Lâ kuvvete illa billah” (Var edici kuvvet ancak Allah’ta vardır. Kul sadece diler ve ister, Allah ise yaratıcı kuvvetiyle ve meşietiyle var eder) demek vâcibdir. Bu hal, rüşdün alameti ve hayatın İlahî İrade kontrolünde şekillenmesidir. Bu noktadan, dünyanın istikbali “İnşaallah” a bağlı olduğu gibi, Âhiret hayatı da “İnşaallah” a bağlıdır. Yani Allah dilerse Cennet’e gidersin, aksi halde asla… “Kişi kendi ameliyle cennete giremez” hadisi bu âyetlerin özüdür.
Hem Cennet’in kesb değil vehb olduğu hakikati, Cennet hakkında kesin konuşmayı iptal eder. Âhiret hakkında kesin konuşmak, “ucub” ve “fahr” alametidir. Kehf suresine göre de, bu bir “şirk” tir. Çünkü bu halde bir kişi, hamd ve medhi kendine alır; bu ise “Yaratan ve bu güzellikleri ortaya koyan mucid benim” demektir. Bu ise, Halık ismi noktasında şirktir.
Hem böyle mantıkta birisine Allah, “Yaptıklarını beğenmedim” dese, Allah’a küser ve düşmanlık eder. Oysa buna hakkı yoktur. Bu da, bir küfür ve şirk alametidir. Küsmek, hak sahibinin hakkıdır. Oysa Hakk-ı Mutlak, Zât-ı Akdes-i İlâhî’dir.
Ruhun Bekası ve Berzah Âlemi’nin Varlığı
Kehf suresi 47. âyette Allah şöyle diyor: “Kıyamet günü dağları yürütür, gezdiririz ve sen, ey Muhammed, yeryüzünü çırılçıplak görürsün. Onları o gün toplarız, hiç kimse hariçte kalmaz.” Bu âyet, ruhun bekasına delalet eder. Kıyamette dağların yürütülmesinin Hz. Peygamberce (ASM) görüleceğini bildirir. Onun (ASM) mahşeri ve meydanını dıştan biri gibi göreceğini ifade ediyor. Bu ise beka-yı ruha delildir. Aynı zamanda ruhların beklediği ara alem olan Berzah Âlemi’nin varlığına da delildir. Berzah Âlemi’ndeki azaba ve rahmete de delildir. Elbette hak ve hakikat üzere beka-yı ruhu yaşayan Hz. Peygamber (ASM) için kabir ve Berzah, “Cennet bahçelerinden bir bahçe”, Ebu Cehl-i lâin ve Ebu Leheb-i hain için de “Cehennem çukurlarından bir çukur” dur.
Salahat ve Fısk, Takva ve Fücur, Ahyâr ve Ebrar Farkları
Kehf suresi 50. âyet diyor ki: “İblis, secde emrini yerine getirmedi. O, belirli bir cin topluluğundandı. Emr-i İlâhî noktasında fıska düştü.” Bu âyet gösteriyor ki, emr-i İlâhîyi yerine getirmemek, “fısk” tır. Nehy-i İlahiyi dinlememek ve haramı işlemek ise “fücur” dur. Emre itaat, “salahat”; nehiyden ictinab ise “takva” dır. “İnne’l-ebrâre le fî naîm * Ve inne’l-füccâre le fî cahîm” (Hak bu ki ebrâr, Nâim ve nimetler cennetindedir ve bu cennetin tâ içindedir * Fâcirler, nehiyleri işleyenler ise ateş çukurundadır ve bu çukurun tâ içindedirler) âyeti işaret eder ki, füccâr ve ebrâr birbirine zıddırlar. Füccâr, fücur işleyenlerdir. O halde ebrâr, takva sahipleridirler. Eşrâr, “füssâk” ve “fâsık” lardır. Zâten, Tevbe suresi münâfıkları, “fâsık” olarak isimlendirir. Bu noktada ahyar ise, “sâlih” lerdir. Fakat bu sâlihler sıradan bir ehl-i salahat değil muhlis, muhlas ve ahlas sâlihlerdir. Sad suresi ahyar ile ihlas bağını, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub Aleyhimesselam’ın şahıslarında misal olarak gösterir ve bildirir.