Yalan, bir kafir lafızdır. Hakikati örtüyor, gizliyor. Sıdk ise, hakikati açığa çıkarıyor, ikrar ediyor. Bu manada iman, sıdktır. İnsanın sıdkta ilerlemesine göre insanın imanı küllileşir. Doğruluk ve dürüstlük, insanın iç dünyasında başlayan dış dünyaya, ezel-ebede uzanan bir ağaçtır. İnsan kendi özünde kendine karşı dürüst olursa, herkese ve her şeye karşı da dürüst olur. Kendi kendini kandıran ve aldatan bir kişi herkesi de aldatıp kandırabilir.
Doğruluk, hakikati tasdik ve hakikate bağlılıktır. İnsan bu manada bir yolcudur. Yolculuğu sıdktan başlar, sıddıkıyete, oradan sadakata ve oradan sadûkiyete ve masdukiyete doğru ilerler. İman, sıdk; İslamiyet, sadakat; ihsan ise, masdukiyet ve sadûkiyettir. Peygamberlerden sonra en büyük insanların sıddıklar olması, onların nebilerin ilmine varis olabilmeleri gösterir ki imanın hakikatlerine sıdk ile erilebilir. Kendi özünü, kâinatı inkar eden ve yalanlayan bir kişi kendi hakikatini de, kainatın hakikatini de, nihayette kâinat ve kendisinin yaratıcısını da bilemez.
Yalan bir bataklıktır. Üstüne hiçbir bina kurulamaz. Yalan, bir laçkalık ve cıvık haldir. Laubaliliktir ve ciddiyetsizliktir. Böyle kişilerin önce içlerindeki suyun buharlaştırılması gerekir; ta ki üzerlerine bir hakikat inşa edilebilsin. Okaliptüs ağacı bu manada çok büyük bir hakikatin sembolüdür. Düşünce boyutunda yol alanlar ve özellikle içe dönük karakterli kişiler için yalan bir bataklık olduğu gibi, duygusal boyutta yol alan kişiler için yalan bir girdaptır. Yakasını bu girdaba kaptıran kişinin amel kayığı battığı gibi, manevi hayatından da olur. Özellikle dışa dönük karakterlerde…
İman, sıdk; küfür ve şirk kizb ve yalan olduğu gibi; islam, sadakat; nifak ve ilhad ise bir hıyanettir. Hadis der: " Bir müminde iki şey sıfat olarak bulunamaz: Yalan ve Hıyanet. "
Doğruluk, ateş gibi tesir sahibidir. Yalan denilen samanları yakar. Doğruluk, atom bombası gibidir; hayallerin kasırlarını yıkar. Doğruluk güneş gibidir; en karanlık dünyaları da ışığıyla aydınlatmaya muktedirdir. Ümitsizlerin ümit kaynağıdır. (Sözler, Lemeat, Yalan Bahsi)
Yüksek ahlak fidanlarını hakiki ve baki ahlak haline getirecek şekilde onları hakikatin zeminiyle bağlayan sır, “ciddiyet”tir. Bu ahlak fidanlarının kan dolaşımı hükmünde hayatını devam ettiren, güzel ahlakların kaynaşmasından doğan "haysiyet"e (sosyal kişilik ve itibar) kuvvet veren, ahlakın tamamını bir düzen içine alıp devam ettiren sır ise "sıdk"tır. Bu ikisi bir insanın hayatından çıktığında ahlak fidanları kurur, çürüyerek toz haline gelir. Ciddiyetsiz bir insanda ne ahlak teşekkül edebilir, ne de ahlak yüksek bir seviye kazanabilir. Laubaliliğin gittikçe yayıldığı toplumumuz ve dünya genelindeki ahlak faciaları boşuna yaşanmıyor. İnsanın yaratılış sırrı "haysiyet-i İlahiye"ye ayna olmak olduğu, "hilafet" bu olduğundan dolayı, insanların en mahrem sırlarını dahi birbirlerine ve sosyal medyaya sunduğu ve laçkalaştığı günümüz dünyasının acı manzarası cıvık bir hamur gibi, kirli bir çamur gibidir.
Laubalilik öyle belalı bir bataklıktır ki, dindarların yanlışları dünyayı onlara dar ediyor. Allah'ın en gazaplandığı sıfat, laubaliliktir. İnatçı bir kâfirden ötede, tarafı belli olmayan, alaycı bir münafıka daha çok gazaplanır. İnsanlığın mahremiyetleri, bilinmezlikleri, gizli yönleri diğer insanların onlara hürmetine yol açar. Bu da ona bir itibar ve haysiyet kazandırır. Şu an ki sosyal medya tam bir haysiyet katilidir. Verdiği laçkalığın kabul görmesi, toplumları da çürüten bir bataklık haline geldi. Eğer bütün insanlık, haysiyet katliamını engellemez, laubalilikte daha da öte boyutlara varırsa, şu an yaşanan acı, sıkıntılı, dünya genelini içine alan musibetler bile yanında küçük kalacak semavi musibetleri insanlığın başına toplayacak... Bir kıyameti kopartacak... (Eski Said Eserleri, Şuaat-ı Mârifetü'n-Nebi, 2. Şua)
Sünnet-i Seniyyenin menbaı, Hz. Peygamber'in (ASM) sözleri, fiilleri ve halleridir. Sünnet-i seniyye, kâinattaki sünnetullahın tercümesi olan Kur'anın yaşanılmış halidir. Bu manada kişiyi kâinatla, sünnetullah ile barıştıran bir sırdır. Sünnet-i seniyyeye göre yaşamaya Kur'an "ittiba" diyor. İttiba, lafzen, tabi olmanın karakter haline gelmesini vurguladığı gibi, mana olarak da bilerek-severek bir şahsın peşinden gitmek ve takipçisi olmak demektir. Bu manada Sünnete ittiba demek, onun hikmetlerini bilmek, güzelliklerini görüp sevmek ile sergilenen bir haldir. Hikmetini bilmeden, güzelliklerini görmeden Resulullah (ASM) yaptı diyerek Sünnete uymak ise "taklid"dir. Bu tarz taklid de kişiye kazandırır. Fakat Allah'ın istediği, âyette de vurgulandığı üzere "ittiba" dır. Sünnet-i Seniyye, Kur'an’ın yaşanılmış halidir. Ondan emirler, nehiyler, tavsiyeler, telmihler, telvihler, remizler, gizli işaretleri okuyarak uygulamaktır. Bu açıdan Sünnet-i Seniyye "yaşayan Kur'an olmak" tır.
Sünnet-i Seniyye üç kısma ayrılır: Farzlar, nafileler ve harekat-ı müstahsene... Farz ve vaciplere, tabi olmakta mecburiyet var. Terk eden Ahirette azap, dünyada ikab görür. Bu kısım sünneti uygulayan kişi Allah'ın rıza ve gazabına göre şekillenen bir hayatı inşa etmeye başlar.
Nafile kısmına uymakta mecburiyet yoktur. Uyan kişi, azim sevap kazanır. Uymayan mahrum kalır. Tebdil ve tağyiri, bid'attir, dalalettir. Bu kısım sünnete uyan kişi Allah'ın sevdiği bir hayat tarzını sergilemeye başlar.
Âdetler ve hareket- müstahsene ise kişisel, sosyal ve insan türünün devamı noktasında önemli hususların temeli olduğu gibi hikmete, maslahata en uygun modellerdir. Onlara tabi olan kişi Allah'ın Vedûd ismine mazhar olacak bir cemal ve kemal aynası haline geldiği gibi, ahlakın en güzellerini kendi üzerinde sergilemeye başlar.
Sünnet-i Seniyye 1001 kişiliği kendinde cem’ eden, kâinattaki 1001 esma-yı Hüsna'nın hakikat, hikmet ve hükümlerini şuurluca kendi üzerinde sergileyecek bir boyuta kişiyi geliştirip minyatür bir kâinat haline insanı getirir.
Sünnet-i Seniyye, o nisbette sünnetullah ile bağlıdır ki Sünnet-i Seniyyeye bir kişi tabi oldukça onun ruhunun inkişaf etmemesi imkansız olduğu gibi onun saadet-i dareyne mazhar olmaması da imkansızdır. Onun maddi ve manevi açıdan da huzurlu olmaması imkansızdır. Bu manada Sünnet-i Seniyye, ezelî ve ebedî muhkem hakikatler, sağlam kaleler, yıkılmaz surlardır. Bu şekilde aşılmaz ve yenilmez şahsiyetler, âli ve gâli hüviyette insan-ı kamiller yetiştirir.
Sünnet-i Seniyyeye uymamak ya tembelliktendir. Ya ehemmiyetsiz görmekten gelir. Veya onu tekzibe dayanan tenkidden kaynaklanır. Bunlar ise büyük bir hüsran ve kayıp, büyük bir cinayet ve muazzam bir sapıklıktır. (Lem'alar, 11. Lem'a, 11. Nükte, 1. Mes'ele)