İnsanın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise onun kıymeti bir millet değerindedir. Şu an yaşanan dünya çapınca musibet, hem kendini sorgulama için bir fırsattır. Hem din hizmeti derdinde ve Allah rızası hedefinde olanlar için bulunmaz bir ganimettir.[1] Yeter ki kişi ihlas, sıdk, şefkat ve hikmetle çaba göstersin. Mükemmel hizmet etmek diye bir şart yoktur. Mükemmelliğin kriteri de yoktur. Dine hizmetin kriteri, Allah rızası için olmasıdır. Onun için olan zerre miktarı amel çok büyüktür. Allah ihlasa bakar. Hizmetin sonucu, hizmet edeni ilgilendirmez. Şu anki kitle iletişim araçları bir insanın sevabını ve günahını çok büyük kılabiliyor. Bu fırsatı Hak lehine kullanan kişilerin ihlaslı hizmetini Cenab-ı Hak ne unutur ne de unutturur. Müslümanlar farz-ı kifaye olan tebliği, tebliğin gerekleri ile yapmadıkları için bu âfetle karşılaştılar, denilebilir. Çare ise: Tekrar tebliğin sırr-ı ihlas ile ifasına başlanmasıdır. Buna başlanırsa ümmet ihya olabilir. Corona Virüs'ün Çinde başlaması ve bütün insanlığı sarması gösterir ki bütün insanlığın ortak hatası "ilim" konusundadır. İlim, insanlarda kibir ve gurura yol açtı. İblisleşildi. Allah da ceza olarak “İnneke mine’s-sâğirîn”[2] (Hakikaten sen küçüklerden ve değersizlerdensin) âyetini hadiseler diliyle bize okudu; âcizlik ve çaresizliğimizi gösterdi. Bu krizden hakiki dersini alanlar, Corona Virüs'ün Allah'ın insanlara sebepler eliyle gönderdiği, insanlara haddini-hududunu bildiren, fâniliğini ve küçüklüğünü yaşattıran bir elçi olduğunu tevhid-i mutlak idrakı ve imanıyla algılayanlardır. Bu mantıkla meseleye bakanlar yaşadıkları bu sıkıntıyı Miraç öncesi Taif haline getirebilirler. Kendi kişisel Taif'i yapabilirler. ( Hutbe-i Şamiye, 5. Kelime)
Niyet, insanın her gün yaptığı işleri altın hükmünde kıymetlendiren, hareketlerini kıymetli bir cevher kılan bir iksirdir. Niyet, insanın ahvalini ihya eden bir ruhtur. Hatta niyet insanın kötülüklerini iyilik haline getirebilecek, hasenatını günaha dönüştürebilecek bir sırdır. Niyet, bir ruhtur. Her bir ameli bir “nüve” haline getirir. Niyetin ruhu ise ihlastır. İhlas, niyete sebat kazandırır. Onu nefsin ve benliğin kirli duygularından kurtarır. Amelin, salih olması niyetteki ihlasa bağlıdır. Niyet, insanın iradesini kullanmasıdır. Bu manada insanın iradesini besleyen, güçlendiren ve küllileştiren ihlastır. İhlas, niyetin mana-yı harfî hâlidir. Riya ise, niyetin mana-yı ismî şeklidir. Niyet-i halise ile kişi hayatını her an şükür ile geçirebilir. Tattığı nimetleri rahmet elinin yadigârı olarak görebilir. Rahmetin iltifatını o nimette müşahede ederek; nimetin maddesinden in'am ( nimetlendirme ) fiiline, fiilden Fâil olan Mün'im-i Kerim'e aklen intikal eder, kalben yönelir. Mün'im-i Baki'nin rahmet-i bakiyesini aklen bulma ve bilme, kalben her şeyin nimetiyyetinde bunu müşahede etme, bütün geçmiş zamanı bu boyutla okuma kişiye kendini nimet deryasında boğulmuş olarak gösterir. Niyet, külliyet kazanırsa, bütün insan ve cinlerin, melek ve ruhanilerin, mahlukatın, yaratılmış ve yaratılacakların, dünya ve âhiretin içindeki her şeyin yaptığı ve yapacağı hamd, şükür, ibadet, zikir, dua vs. bütün güzellikleri kendisi bizzat yapmış gibi hadsiz bir itikadla Allah'a takdim eder. Rahmet-i Rabbaniye ihlas ve samimiyetine göre kişinin bu duasını kabul eder. Bu manada niyet, en muazzam bir mesele ve en büyük bir sırdır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, Niyet Bahsi)
Maddi ve manevi yaratılışın en yüksek gayesi ve en yüce neticesi Allah'a imandır. İnsanın cismani ve ruhani özellikleri açısından en yüksek mertebe ve en büyük makam, Allah'a iman içindeki marifetullahtır. Cinler ve insanlar için en büyük saadet ve tatlı nimet marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Beden içindeki ruh ve kalb için en saf sevinç muhabbetullah içinde bulunan ruhani lezzettir. Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, sonsuz saadete, nimete, nurlara ve sırlara bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Fıtratındaki potansiyeli gereği bilkuvve bir evliya ve insan-ı kâmil konumunda olan her kişi, marifetulah ve muhabbetullah anahtarlarıyla hakiki velayet ve gerçek insaniyeti elde edebilir. Bu cihetten Allah’ı hakkıyla tanıyan, marifetinin kudsiyetiyle kalbini ihya eden, muhabbetullahın hararetiyle kalbini tutuşan ve yanan her insan sonsuz saadeti hissedecek şekilde terakki eder. Allah tanımayan veya hakkıyla marifetini elde etmeyen ve sevmeyen kişi ise istidadlarını kilitlemenin ve neticede gelişememenin verdiği olumsuz havayla nihayetsiz mutsuzluğa, elemlere ve evhamlara manen ve maddeten müptela olur. Onu tanımayan ve sevmeyen bir kişi, bütün dünyanın sultanı da olsa nihayetinde yokluk karanlıklarına ve sonsuz bir boşluk hissi içine düşer. Çünkü insan fıtraten ve hilkaten âciz bir zavallı ve muhtaç bir biçaredir. Buna mukabil Allah'ı tanıyan, Malikini bulan, Sahibini yanında hisseden bir kalb ve ruh, Onun mutlak rahmetine iltica eder, Onun sonsuz kudretine istinad eder. Kendi âcizliği ânında bir vahşetgah halini alan dünya hakiki bir mümine, sonsuz bir ünsiyet, vahdet, ferahlık âlemi haline gelir. (Mektubat, 20. Mektub, Mukaddime)
Hayatı veren Hayy-ı Kayyum'dur. Hayatı rızıkları yaratmakla idame eden de O'dur. Hayatın levazımatı olan şeyleri yaratan ve hazırlayan da O'dur. Bir kuşu yaratan kim ise, kuşun uçacağı gökyüzünü yaratan da O'dur. Kuşun besleneceği gıda kaynaklarını da yaratan O'dur. Bu açıdan " Bir şey sabit olduğunda levazımatıyla sabit olur " kaidesini her bir canlının hayatında görebiliyoruz. İnsanın hayatı ise, maddi manevi ihtiyaçları karşılanacak şekilde yaratılmıştır. Bu noktada hayat, vücud gemisi içinde bulunan bir makine gibidir. Onun masarif ve levazımatını tedarik Hayy-ı Kayyum'a aittir. Bu hayatın kişisel meyveleri 1 ise, % 99 gayesi ve neticeleri Cenab-ı Hakk’a aittir. Hayy-ı Kayyum, canlılık mekanizmasını, rızıkları işleyen, tadan, tartan, şükür ve minnet ile değerlendiren bir ayna kılmış. Hem hayatı şifa hakikatini yaşayan, acılardan kurtulmanın ferahını, minnetini sergileyen bir mekanizma kılmış. Bu şekilde insanlar ve diğer canlıların hayatını birer gayr-ı şuuri ayna kıldığı gibi insanın aklını, kâinattaki ilim ve hikmeti ölçüp tartan, inceleyen, arayan ve bulan bir makine kıldığı gibi, insanın kalbini de kâinattaki güzellik ve sanat hakikatlerini izleyen, seyreden bir ayna kılmış. Bu boyutuyla insan ister ateist olsun, ister deist, ister ârif-i billah Allah'a fıtratının neticesi olan bu halleriyle ibadet eder. Bunlar da gayr-ı şuuri birer ibadettir. Allah, fıtrat tarlasından her türlü ibadet mahsulünü biçiyor. İnsan hayatının aslî gayesi hem kendinin, hem kâinatın ne olduğunu bilmesi, bilmenin ne olduğunu bilmesi, bildiği zaman neyi ve kimi bildiğini bilmesi, mutlak bir emniyet ve iman, Allah ve kullarıyla mutlak bir selamet ve barış seviyesini şuurluca elde etmesidir. Bu noktada şuurluca yapılan fikir, zikir ve şükür hayatın en yüce neticeleridir.
İnsanların %100’ü şükürde yol alabilir. %50-60'ı zikirle yol alabilirler. %20'si ancak fikirle ilerleyebilirler. Bu manada bir insan sırf şükürde ilerleyerek hayatını ebedî hayat meyvesini verecek şekilde manalı kılarak “değersizlik hissi” nden kurtulabilir. Çünkü vaad-ı İlâhî var: " Le in şekertüm le ezîdenneküm "[3] ( Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.) Bütün dünya hayatına ve ömrüne şükürle karşılık vererek ölen bir insana, ayetteki vaade göre, dünyanın nimetinin artırılması ve ömrünün çoğaltılması lazım. Oysa ölüyor. Bu durum gösterir ki, ona ebedî ve daha öte bir hayat verilecek. Bir kul, âciz ve cahil olduğu için vaadinden dönebilir. Fakat katrilyonlarca yıldızları aynı anda sevk ve idare eden, her birini yaratıp otoritesi altında devam ettiren Kadir-i Mutlak ve Âlim-i Mutlak için vaadinden dönmek muhaldir. Bu açıdan hayatını manalandırmak isteyen, ebediyeti hak ve hakikat içinde elde etmek isteyen kişi için asla kapanmayacak cadde: ŞÜKÜR'dür. (Mektubat, 20. Mektub, 1. Makam, 6. Kelime)