Tur Suresinin 2. sayfasında "Acaba?" şeklinde 15 soru ile Kur'an bütün dinsiz, dinden uzak ve dine saldıran, hakka ve hakikate muhalefet eden tabakalara cevap verecek bir soru sorma üslubu kullanır. Ta ki bu tarz kişiler, düşünsünler; akıllarını hareket ettirsinler. Akletmek, ilim yoludur. İlim, Allah'a giden en külli ve sonsuz yoldur. İlim gözüyle bakan bir kişi, kâinatta zerreden kürrelere kadar, canlılardan cansızlara, şuurlulardan şuursuzlara kadar her şeyin bilim ilim olduğunu görebilir. Çünkü Allah, her şeyi ilimle yaratmıştır. "Yaratan hiç yarattığı şeyi bilmez olabilir mi?" (Mülk suresi, 14) ifadesi bu konuyu vurgular. Madem ilimle yaratıyor; o halde kâinattaki düzeni ve ilim nizamını okuyarak ilim elde eden bir insan asla dinsiz olamaz. O ilim ona Allah'ı, Yaratıcıyı, O Alim-i Külli Şey ve Âlim-i Mutlakı bildirir. İlimde derinleştikçe, Onun ulviyeti, azametini, büyüklüğünü idrak eder. İmanı hakkalyakin hale gelir. Hatta o ilimde onda O Kebir-i Mutlak, Azim-i Kamile karşı bir rehbet ve rağbet duygusu uyandırır. Onun benlik dağı haşyet ve huşu hissi ile erir ve parçalanır. Bu manada Allah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, kâinatın ve insanın yaratıcılığını bu şekilde 15 soru ile sorgulatan Kur'anın Tur suresi, bir namazda Hz. Peygamber (ASM) onu okuyunca onu dinleyen müşrik Cübeyr bin Mut'im bin Adiyy'in hidayetinin anahtarı olmuştur. Radıyallahu Anh. (Sözler, 25. Söz, 1. Şule, 1. Şua, 2. Suret, 5. Nokta)
Tevhid, kâinatı Esma-yı Hüsna ve Hakikatlerle okumaktır. Tevhid olmazsa, insanın vehimli benliği ve hüzünlü nefsi kâinatı insan için üst üste karanlıklar bulunan ürkütücü, korkutucu, kilitleyici bir hale getirir. İnsanın fıtratındaki ebediyete uzanan arzular, emeller; kâinatı kuşatan tasavvurlar ve fikirler; ebedî beka, saadet-i ebediye ve Cennet isteyen potansiyel yetenekler ve çabalar; insanın hedeflediği sayısız maksadlar ve sonsuz talepleri içeren fakr ve ihtiyaçları; zayıflığı ve acizliği ile uğradığı sayısız acı, bela, musibet ve düşmanları hayatı tam bir zindan gibi hissettirir. Bu yönlerle beraber gayet kısa bir ömürde, birçok sıkıntıyla yaşanan bir hayat, gayet perişan bir maişet derdi içinde insan kavrulur durur. Ayrıca kalb için en acı şey olan firak ve zevali bütün sevdiği şeyler ve kişilere karşı sürekli yaşaması, kalbi hüzün Cehennemine döndürür. Kendi ölümünü gösteren aklı ise, kabir ve sonrasını aydınlatmaya yetmeyen ışığına rağmen ölümün kaçınılmazlığını, her gün 100.000 kişinin öldüğünü ve kendisinin de bu kabir ve karanlık kuyusuna atılacağını insana göstererek kişinin hayatını tam zehir eden bir baş belası olur. Bu noktada Tevhid, Allah'a İman ve Âhirete İman hakikatleriyle adalet, hikmet, rahmet, hakkaniyet, kerem, ihsan, ihya, veraset hakikatleriyle insanın bütün arzu ve ihtiyaçlarının karşılanacağını delillerle gösterir. Yaşadığı bütün sıkıntıların, acı ve kederlerin ruhen terakki için olduğunu öğretir. Ruhi terakki için acısız yol olan "cihad" (manevi savaşı) çare olarak gösterir. Tevhidsiz hayat bir manevi Cehennem ve zulümat diyarıdır, Allah'a iman ile dünya ve âhiret, madde ve mana, gayb ve şehadet aydınlanır, her şeyin manası, hakikati anlaşılır, der. Mutlak bir Huzur, Ebedî bir Saadet ve Sermedî bir Selamet insana hakikatli bir iman ile lütfedilir. (Mektubat, 29. Mektub, 5. Risale Olan 5. Kısım)
Tefekkür, insanı gafletten ve soğuk benlikten kurtarır. Dikkat ve tedkik ise evhamların karanlıklarını ateşe verir. Tefekkürde usul şudur: Enfüs denilen nefsinde, iç dünyada ve vücudunda alabildiğinde derinleşerek, tafsilata inerek tefekkür et. Bu tarz tefekkür, sanatın kemalini ortaya çıkarır. Kişi vahdete yaklaşır. İlm-i İlahi ve irade-i ilahinin tecellilerini keşfettirir. Afaktaki tefekkürde ise, icmali geç. Nesne ve kişilere odaklanma. Bu şekilde hareket edersen sana cüz'iyat ecza, türler ise, küll haline gelir. Bu durumda vahdete yaklaşırsın, der. Yani âfâkî tefekkür nesnelerin hususiyetleri üzerinde değil, onları icad eden kudret ve kuvveti görmeyi sağlar. Kuvvet gözüyle bakılırsa, bütün kâinat, yekpare bir şekil, İlâhî tek bir sistem olarak görünür. Kur'an bu yekpare yapıya " Arş " der. Cüz'îyata bakılırsa, detaylara inildiğinde hayat ve ruh daha zahir belirir. Bu durumda bütün canlılar dünyası tek bir külli irade ve ilim olur. Kur'an maddi ve manevi canlılar dünyasının bu idaresine " Kürsî" der. Eğer tefekkürde, enfüste icmal yapılırsa ve sathî kalınırsa kişide enaniyet kalınlaşır. Kişinin duyguları karanlıkta kalır. Hırçın, evhamlı, dengesiz bir algı oluşur. Âfâkta tafsilli tefekkür ise, kişiyi cüz'îyata odaklatır. Sonra maddeci ve sebeplere takılan bakış, o cüz'înin maddesinin kaynağı olan zerrelere odaklanır. Zerrenin içinde aklı boğar. Kişi Lenin gibi “Hayat ve şuur, atomların hareketinden ibarettir” demek zorunda kalır. Oysa insan şuuru, ömür boyunca aynı algılama ve farkındalık hissini taşıyıp bilgi ve tecrübe ile gittikçe büyür ve kuvvetlenirken ve kişinin cismindeki atom sayıları yaşlandıkça azalırken… (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Habbe, Zeylü'z-Zeyl, Tefekkür ve Dikkat Bahsi)
A'raf suresi, 185. âyet " Efelem yenzurû fi's-semâvâti ve'l-ardi" diyerek göklerin ve yerin melekûtu hakkında tefekkür edilmesini emrediyor. En'am suresinde ise " Biz, İbrahim'e göklerin ve yerin melektunu gösteriyorduk " diyor. Mülk ve Yasin surelerinde ise her şeyin mülk ve melekût boyutu olduğunu ifade edip her ikisinin de Allah'ın elinde ve kontrolü altında olduğunu bildiriyor. Üstad Bediüzzaman melekût meselesini, bir şeyin yaratılması için gerekli zincirleme sistem üzerinde eser-fiil-isim-sıfat-istidad (şe'n)-ruh (zât) şeklinde Kur'an ıstılahlarıyla tespit ederek açıyor. Sonrasında Ehadiyet hakikatinin, melekûtu ifade ettiğini bildiriyor. Bu şekilde Eserden-Müessire şeklindeki Kelam tespitini " ilim " ile sonlandırıp Müessirden-Esere şeklindeki Kelam tespitini ise "hikmet" le taçlandırıyor. Bu şekilde ilm-i gayb ve hikmet-i şehadet ile melekut ve mülkün hakkını vermeyi öğretiyor. (Sözler, 33. Söz, 18. Pencere)
Yaratılışın 3 büyük gayesi bulunuyor:
1) Mahlukatı sanat harikası özellikler ve güzelliklerle yaratan Sani-i Zü'l-Celal'in şuhud-u mutlakına arz etmektir. Cenab-ı Hak, kendi cemalini ve kemalini temaşa etmek ve ettirmek için mahlukatı yaratmıştır. Her sanatkâr sanatını, sanat aynasında maharetini, hünerlerini görmek göster. Eserinin mükemmelliğiyle iftihar eder. Bu manada bakıldığında mahlukata takılan sayısız ziynetlerin, yaratılan hadd ü hesabı olmayan mahlukatın varlığının, canlılığının mutlak ve sonsuz bir gayesi var. O da nihayetsiz ve mutlak bir nazarla, yarattıklarının ifade ettikleri sayısız manaları, sonsuz sırları, gayeleri, hikmetleriyle temaşa eden Sani-i Zü'l-Celalin nazar-ı şuhuduna mazhar olmaktır. Bu manada Allah'ın rıza ile bir şuur sahibine nazar etmesi, insanı Zât-ı Zü'l-Celal'in zikrine mazhar eder. Allah zikrettiğini, unutturmaz; sevdiğini de sevdirir. Bütün asırlarda onları da zikrettirir, sevdirir. Bu şekilde onu bekaya eriştirdiğini gösterir. Kullarının sırf Onun rızası için yaptığı, nefsini ve enaniyetini ayaklar altına aldığı fiilleri meleklerine iftiharla gösterir. Allah kuluyla iftihar eder. " Allah günahlardan kaçıp ibadetlere düşkün gençle meleklerine karşı iftihar eder " hadisinde gördüğümüz üzere... Sahabeler bu manada ailelerini, gençliklerini, nefsani arzularını, akrabalarını, hayatlarını ayakaltına almalarıyla her biri nazar-ı rızaya ermiş Allah'ın iftihar ettiği kullardır. Ki bazılarının hayat kesitlerini ebedî kelamında zikretti. Bu kısım hikmet, edebiyat dünyası tabiriyle " Sanat, sanat içindir " şümulündedir. Yani Sani'i-i Mükemmel, kendi sanatını kendisi seyretmek istediği için her şeyi sanatlı yaratmış ve yaratıyor.
2) Şuur sahiplerine baki hakikatleri gösteren bir mektup, letafet sergileyen bir kaside, hikmet edalı bir kelime olarak bir mütalaagâh olmaktır. Bu şekilde kâinattaki her nesne, her olay, her kişi, insana hakkı ve hakikati gösteren, bildiren, insana Allah'ı tanıtan ve sevdiren, Onun sanatını sergileyen bir ayna olur. Bazıları çiçekten, bazıları çekirdekten, bazıları, ölümden, bazıları doğumdan, bazıları depremden, bazıları insanlardan ders alarak Sanatkârını bulmuş, Onun razı olduğu ve sevdiği bir şuur ve hayat sahibi haline gelmişler. Allah'ın dostu olmuşlar. Kör ve sağır olanlar, sanat galerisi olan bütün nesneleri göremedikleri gibi, mucize isteyip olağanüstü sanatlar görmek istemişler. Gördükleri zaman da sihir deyip devekuşu gibi kafalarını mutlak gaflet kumuna gömmüşler. "Görmek istemeyene kimsenin gösteremeyeceğinin sembolü" olmuşlar. Bu boyutuyla yaratılan nesneler edebiyattaki " Sanat halk içindir " manasını da ifade ederler.
3) Yaratılan nesnenin kendi nefsine bakar. Lezzet alma, gezip dolaşma, kişisel bekasını temin ve rahatla yaşamak gibi gayeler için fani bir varlık ve hayatı yaşar. Fakat burada da cüz'i istifadesiyle beraber ister istemez işleyen canlılık mekanizmasıyla binlerce yönden Sanatkârına hizmet eder. Dili, Allah'ı inkar ederken her hücresi her zerresi Allah'ın kudretini, sanatını, ilmini, hayatını, hikmetini, iktisadını sergiler.
Bu külli, muazzam ve sermedi ve haşmetli manalar gösterir ki, değersiz bir şey yoktur. İnsan öyle zannederek kendine zulmeder. (Sözler, 10. Söz, 6. Hakikat, 2. Haşiye)