Risale-i Nur Ders Notları-39: Kendini Tanıma, Fakr ve Tevhid-i Muhabbet

Erdem AKÇA

"Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah onlara kendi mahiyetlerini unutturur. Onlar fâsıkların tâ kendileridir."[1] Bu âyette vurgulandığı üzere, insanın kendi mahiyetini unutmasının sebebi, Allah'ı unutmasıdır. İnsanın aslî ve tâli iki mahiyeti bulunuyor: Aslî mahiyeti, acz, fakr, gaflet, kusur ve noksandır. Tâli mahiyeti ise kudret, gına, şuur, kemal ve cemaldir. Fakat aslî mahiyetleri zâtî, mutlak ve küllî iken, tâli mahiyetleri tecellî, mukayyed ve cüz'î bir tarz üzeredir. İnsan Allah'ı zikretmediği ve unuttuğu zaman, kendindeki İlahî emanetler olan ve Uluhiyetin tecellisi olan yapıları zikredip onlara odaklanır. Farkında olmadan kendi kendini kâinatın merkezine koyar. Her şeyin değer ölçüsü olarak aklını ortaya koyar. Aklın da kendisi gibi, âciz ve sınırlı olduğunu göremez hale gelir.

Fakat Allah'ı zikreden bir insanın duyguları Cenab-ı Hakk’a ve Onun zâtî sıfatlarına odaklanır. Duygular açıldıkça, İlâhî sıfatlar da kişinin dünyasında inkişaf eder. Bu şekilde İlahî özellikler inkişaf edince, o sıfatlara mukabil bir ayna mahiyetinde olan kendindeki aslî yönleri Allah ona açar. Aczini, kudret ve inayetin aynası; fakrını, gına ve rahmetin havuzu olarak görür.

Daha derinde Cenab-ı Hakk istiğna-i zâtî ile Zât olduğu ve İlah olduğundan, insan ise ihtiyac-ı zâtî ile bir kul olduğundan, kulun kulluğunu gösteren ihtiyacıdır. Kul, ihtiyaç hissetmeye dahi muhtaçtır. Bu manada insan bir "ihtiyac-ı mahz"dır. İlah, Mutlak Kadîr ve kudret Sahibi olduğundan, kul da mutlak bir acz ve çaresizlikten ibarettir. Bu açıdan kulun kendisi bir “acz-i mütecessid” dir. İhtiyaç ise, bu cesedin içinde hareket eden ruhtur. Ruh için cisim, İlahî bir in'am (nimetlendirme) hükmündedir. Ruh, cismi kullanarak sayısız nimetlerden istifade eder.

Hayat, Allah'a odaklı olmadığında gafletin karanlık tabakalarında ilerleyen sahte bir ilim yolculuğudur. Cehalet karanlığından “cehl-i mürekkeb” zulümatına ilerler. Cenab-ı Hakk’a odaklanan bir hayat yolculuğu ise ebedî ve külli bir letafet-i ilim, habaret-i şuur yolculuğu halini alır.

Kur'an mucize bir şekilde nefsine odaklı, zikirsiz, münafıkça hayatı "fısk" olarak nitelendirir. Tersinden alındığından Hakk’a aşk ile odaklı, muhlis bir hayatı ise "sulh" ve "salahat" olarak isimlendirir. Çünkü Allah'ın kudsiyet ve selamet hakikatleri üzerine kurduğu ve devam ettirdiği bu düzene iman-zikir-aşk-salih âmel ile adapte olmayan kişi, her şeyle kavga edecek bir vaziyete düşer. Her şeyle savaşır, zıtlaşır. Salahat ise, kişiye bütün kâinattan onu koruyacak maddi ve manevi bir koruma kalkanı verir. Bu manada fısk, Arapça'da bu koruma kalkanının kırılması anlamına gelir. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Habbe, Zeylü'z-Zeyl, Bir İ'lem)

İnsanın manevi gelişiminin önündeki en büyük engel, kendini tanımamasıdır. Bir kişinin kendini tanıyabilmesi için, Allah'ı tanıması ve zikretmesi gerekir. Çünkü insanda çift yön bulunuyor: Karanlık ve aydınlık yönler veya müsbet ve menfi yönler... Bu yönleri fark edebilmesi, nefsinin oyunlarını keşf edebilmesi için, önce Mutlak Müsbet, Mutlak Nur'u zikretmesi gerekir. Allah, kendisinde karanlık olmayandır. İnsan ise, mutlak karanlık bir mahiyetten oluşur. Mutlak Kudret, Allah'ındır. İnsan ise mutlak âcizdir. İçinde yaşadığı bedendeki bir tek tüyü, bir alyuvarı, bir kemik hücresini dahi yapmaktan âcizdir. Mutlak İlim, Allah'ındır. İnsan ise mutlak câhildir. Cehaletinin sonu yoktur. Ayrıca öğrendiğini unutan bir mahiyeti de var. Hakiki İlim unutulmaz, kişi hakiki ilmi unutmaz, unutamaz. Bununla beraber Cenab-ı Hakk, insana imtihan sırrı olarak kendi tecelli-i ehadiyetiyle sıfatlarının cüz'î numunelerini vermiştir. Ta ki onlarla Kendisinin Mutlak sıfatlarını bilip Tevhid ile kendindekilerle onların bağını kursun. Bu manada insanda cüz'î ilim, kudret, sanat ve malikiyet gibi özellikler de bulunuyor. Fakat hakiki boyutta değiller.

Allah'ı bilmeyen, tanımayan, Onu zikredip varlığını hissetmeyen kişiler, manevi bir kanun ki, kendilerindeki bu cüz'î aydınlık yönlere odaklanırlar. Kendilerini onlarla aynîleştirirler. Aslî mahiyetleri olan karanlık cihete kör kesilirler. Ömürleri kendilerini diğer insanlara ispat derdi ile, diğer insanlara kendini göstermekle geçer. Fakat Allah'ı zikredenler ise, Mutlak Nur'u buldukları için kendi aslî yönlerini de ve kendilerindeki emanet yönleri de fark ederler. Kendilerini bulurlar. Hadlerini bilirler. Cüz'î yönleri Tevhid-i Külli ile Allah'a verirler. Teslim-i Külli ile de Allah'ın cemal ve kemal aynası haline getirirler.

Bu manevi kanun bütün asırların insanlarının ana imtihanıdır. (Sözler, 26. Söz, Hatime, 2. Hatve)

Zikir, kalbin ibadeti ve Allah'ı arayış, buluş ve yansıtış yolculuğudur. İnsana getirdiği en büyük kâr, feyizdir. Feyiz, insanın hissiyatının açılarak İlâhî kudret tecellilerine alıcı hale gelmesidir. Feyzi eksik olan bir müslüman, fikirde ilerledikçe onda enâniyet doğar; ibadette ilerledikçe onda nefsaniyet hâsıl olur. Fikrini ve amelini çok beğenecek hale düşerler. Fakat bunu göremeyecek derecede kör kesilebilirler. Bu manada zikir, kişinin nefis ve benliğini feyzin hararetiyle eritir. Bu hal Hz. Peygamber'in (ASM) "Kendi geçmişini beğenmeyip 70-100 defa istiğfar etmesi" nin sırrını gösterir: "Ey nefsim! Senin ebediyyen yetişemeyeceğin ufuklarda yükselen Peygamberin (ASM) hayırlarını günah görüp istiğfar ediyor. Sen ise bulanık su gibi ibadet ve fikrini beğeniyorsun? Ne tenakuz ne garâbet.'"

İnsan akıl, kalb ve nefisten meydana gelmektedir. Akıl, “fikir” ile yol alır; kemale erer. Kalb, “zikir” ile yol alıp kemaline ulaşır. Nefis ise, “şükür” ile kemaline doğru yürür. İnsan bu üç pencerede Allah'ın kemal, cemal ve rahmetiyle muhatap olarak ideal kulluk seviyesine gelir.

İnsanın çok sayıda latifeleri bulunmaktadır. Bunların bir kısmı şuurî, bir kısmi ise gayr-ı şuurî olarak zikredilse dahi feyiz alırlar. Bu açıdan zikir, gafletle ve düşünmeden dahi çekilse insana fayda verir. Zikirler içinde riyadan en uzağı Allahu Ekber, Sübhanallah gibi şeair-i İslamiye olan cümleleri zikretmektir. Bunlar herkes tarafından yapılabildiği için riya işin içine girmez. Aynı zamanda insanlara İslam’ı hatırlattığı için tebliğe vesile olurlar.

Zikir bir telkindir. Hakikati şuur altına ve duygulara nakşetme ve yerleştirmedir. Aynı zamanda zikir, özellikle kelime-i tevhid zikri, kalbi çeşitli alakalardan kurtarmak ve batıl mabudlar tabakatını parçalamak içindir. Bu manada hem bir tecriddir, kalbi soyutlar; hem bir tevhid-i hakikattir, o sahada İlâhî nurları gösterir, ruha yerleştirir.

Sahabeler fikir ve zikir birlikteliği ile bir eğitime tabi idiler. Kur'an "ülü'l-elbâb" olan kişileri zikir ve fikri beraber ilerleten kişiler olarak ifade ederek ideal mümin tarzını ifade eder.[2] Zikir, fikre kuvvet ve nur verdiği gibi; fikir de, zikri küllileştirip hararetini ve feyzini çoğaltır. Ki hadislerde de bu yön vurgulanır. (Mesnevi-i Nuriye, Habab Risalesi, Zikir İ'lemleri)

İnsan, fıtraten muhtaç olduğu şeyleri sever. Hayatının devamı ve bekası için lazım olan leziz yemekleri, güzel meyveleri sever. Onun dünyaya gelmesine vesile olan, anne-babasını sever. Neslini devam ettiren evladlarını sever. Onun dünyevi yüklerini hafifleten, hayat yolunda yoldaşı olan refika-i hayatını sever. Dünya imtihanında tanıştığı, kendisine hayat yolculuğunda yardımcı ve rehber olan dost ve ahbabını sever. Hak ve hakikat yolunda rehberleri olan peygamberleri ve evliyaları sever. Canlılığını sever. Canlılığın en güzel ve güçlü zamanı olan gençliği sever. Yeryüzünün en güzel ve diri zamanı olan baharı sever. Dünyanın kendisini sever. Her bir insan farklı şiddet ve yoğunlukla sevgilerle kişisel dünyasındaki bu nesne ve kişilerle kalbî bağlar kurar. Bu manada insanda sonsuz bir sevgi potansiyeli bulunuyor, diyebiliriz. Bu potansiyel, damla damla çeşitli şeylere doğru akıyor. Sevmek, fıtratta bulunduğu için insana " Sevme! " demek o insana " Yok Ol! " demek gibi bir şeydir. İnsan fıtratı her hâlükârda birilerini, bir şeyleri seviyor ve hatta âşık oluyor. Onsuz yapamayacağı algısına kapılıp putlaştırıyor. Onu kutsalı kabul ediyor. Fakat dünyanın fâniliği, içindekilerin fâniliği, bugün dost olanların yarın hasım, bugün ahbab olanların yarın düşman olması kalb için bu dünyayı yaralayıcı ve bir hüzün mahzeni haline getiriyor. Bu noktada duyguların yönünün çevrilebilir olması insan için bir İlâhî lütuf oluyor.

Peygamberler fâni sevgilerden baki sevgiye insanı yönlendirmek için geldiler, denilebilir. Hz. İbrahim (AS) gibi... Onlar " Ben batıp gidenleri sevmem. Ben bâki olanı severim"[3] dediler. Onlar insanlık dünyasına kalpteki “aşk-ı beka” yı ve “aşk-ı Samed” i gösterip öğrettiler. Hüzün mahzeni olan dünyanın kara çarşafını kaldırıp hüsn-ü ahsen yapısını gösterdiler. Bu tevhid nuru ve gözüyle dünya bir Rahmani ziyafetgah halini aldı. Yiyecekler ve meyveler, İlâhî bir ikram, bir ihsan oldu. Anne-babalar çocukların bakımı ve yetiştirilmesi için tahsis edilmiş birer hizmetkar halini aldılar. Kadınlar, dünya cennetinin hurileri ve yoldaşları olan İlâhî bir hediye suretinde göründüler. Bahar, Esma-yı Hüsna'nın parlak bir aynası, İlahi sanatların sergisi, nakışların sayfası oldu. Gençlik, sonsuz saadeti kazandıran güzel ve şirin bir nimet ve fırsat olarak göründü. Enbiya ve evliya, insanı Baki Zâta götüren, Ehad-i Samed'e ayna haline getiren birer rehber ve ayna olarak göründüler... Bu şekilde her şey farklı farklı cephelerden insana lezzet veren, insanın fıtratını açan ve küllileştiren bir anahtar hüviyetine girdiler.

İman ve Tevhid-i Muhabbet ile, Cennet haline gelen bu dünyaya mukabil, şirk ve küfrün dünyaya bakışı dünyayı manevi bir azap, ceza ve zindan haline getirir. (Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf)

[1] Haşir suresi, 19.

[2] Âl-i İmran, 190-191.

[3] En’am suresi, 76.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.