İnsan, fıtratına dercedilen nihayetsiz ve mutlak muhabbet potansiyelini, ilk anda nefsine ve kendi zâtına; sonrasında onun zâtına merhamet ve şefkat gösteren akraba, aşiret ferdleri, millettaşları, bütün insanlar, bütün canlılar ve bütün mecvudata doğru farklı derecelerde kullanır. Fakat bu sevgi, fânilere karşı olduğu için onlardaki sevilecek hususlar ve o sevgililerin zeval ve fenası onun kalbini hüzünlere gark eder. Lezzet menbaı olan muhabbet, zehirli bir şerbete ve bir azap kuyusu haline dönüşür.
Fakat kendini ve bütün yaratılanları Mâlik-i Mutlak olan Allah'ın bir mülkü ve memlukü görecek şekilde tevhid ve teslimi elde eden, kendi hayatında ve sevdiği kişilerin hayatlarında Onun mutlak merhametini ve muhit şefkatini müşahede etmeye başlayan bir kalbin içindeki muhabbet potansiyeli, tam aradığı sevgiliyi bulur. O Şems-i Sermedî'nin şualarına kalbinden pencere açılır. Onun sevgisiyle ezelden ebede kadar bir sahadaki bütün nesneleri Onun cemal ve kemal aynası olarak sevmeye, onlarda İlâhî tecellileri müşahede etmeye başlar.
Bu şekilde afakta, Vâhidiyetiyle Onu sevdiği gibi, enfüste de Ehadiyetiyle onu sevmeye başlar. Vâhidiyeti, ona her şeyi unutturduğu gibi; ehadiyeti de ona kendini unutturacak derecede İlâhî muhabbeti celbeder. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Kur'anın Envârından)
Allah'ın varlık ve birliğinin en büyük delillerinden birisi, kâinattaki güzelliktir. Hiç bir insan, "Ben ömrüm boyunca bir güzellik görmedim, güzel ve sevilecek bir şeyle karşılaşmadım ve tanışmadım" diyemez. Bütün insanlardaki muhabbet ve aşk duygusu, kâinatta sabit bir güzelliğin var olduğuna delildir. Bu muhabbetin mecazi ve hakiki aşk şeklinde yaşanılması, hakikati değiştirmiyor.
Varlık âlemindeki her nesnede görünen güzellik boyutu, fânilik ve gelip geçiciliği ile bir nehirde akan kabarcıkların üstünde parıldayan güneş yansımalarıyla ifade edilebilir. Bir özellik, bir nesne veya kişiye ya zâtidir veya tecellidir. Zâtî ise o özelliği ondan kimse alamaz. İnsanın cüz'î kudreti ile beraber mutlak aczinin var olması; kudretinin yetmediği sahada acz-i mutlakı yaşaması; bütün vücuduyla felç geçirip kudretini kaybettiğinde acz-i mutlakının sabit olması ve kendini tam göstermesi, ölüm anında acz-i mutlakı tam manasıyla yaşaması gösterir ki acz-i mutlak insanda zâtîdir; ondaki kudret ise tecellidir. İnsandan acz-i mutlakı, kimse kaldıramaz. Onun acz-i mutlakının kaynağı, mahlukiyetidir. Halık, zâtî kudret sahibi olduğundan; Ondan gayrı olan her şey, mahluk ve âciz-i mutlak üzere olmak zorundadır. Zâtî kudret, mutlak olmasıyla vahdet sahibidir. Aynı anda iki zâtî kudret var olamaz. Bu manada yaratılanlar, var oldukları sürece acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak mahiyetindedirler. Bunlardan kurtulmalarının tek yolu yok olmalarıdır. Mahlukattaki kudret parıltıları ise, kudret-i mutlakanın külliyetinin ve nuraniyetinin eseridir. Kabarcıklardan bize yansıyan yakamoz gibi...
Bu hakikat çerçevesinde, varlık âlemindeki bütün güzellikler, birer tecelli ve cilvedir. Kendilerine ait olmayan Mutlak ve Sermedî bir Cemal'in parıltılarını şuuur sahiplerine gösterirler. Şuur sahiplerinde tahakkuk eden ve kalplerinde uyanan muhabbet ve aşk, ciddi bir aşk-ı Lahuti, Ezelî bir Mahbub'u bildirir. Kâinattaki nesneler arasındaki muhabbet ve aşk da aynı meseleye bir delildir.
Kainattaki cazibeler, cezbe ve incizaplar Ezeli bir Hakikat-i Cazibedar'a delildir.
İnsanların en kâmil ve hasları olan keşif ehli ârifler, şuhud ehli âşık evliyalar da kesretten yüzlerini Vahdet-i Mutlaka'ya çevirmeleri ve Onu "Zât-ı Mutlak ve Zât-ı Hakiki" "Vâcibü'l-Vücud" olarak bulmaları ile, kendilerinin ve kâinatın Onun kader ve kudret kaleminin birer çizgisi, icadı ve takdiri olduğunu; Onun iradesi olmadan vücuda gelemeyeceklerini idrak ve itiraf etmişler. O Müstağni-i Mutlak Zât'ın, mahlukatı, onları kemale eriştirmek, mes'ud ve memnun etmek için yarattığını; kâinat ile Kendini tanıttırdığı ve sevdirdiğini görmüşler.
Kâinatta işleyen güzelleştirme ve süsleme kalemi de Onun Esma-yı Hüsna'sına dayanan bir penceredir. (Sözler, 33. Söz, 26. Pencere)
İnsanın fıtratında, baki bir güzellik arayışı, ölümsüz bir hayat arzusu var. Akıl, fâniliği görüyor, zevali fark ediyor. Beka arayışı içine giriyor. Bekayı kâinatta ve sebepler dünyasında aradığında kâinat ve sebepler fâni olduğu için bir çıkmaz sokağa girmiş oluyor. Akıl, ancak Müsebbibü'l-Esbab’ı bulunca nefes alır. Onun Baki olduğunu ve Hakikat sahibi Hakk olduğunu keşfeder.
Kalb ise, fâni mahbubları hakikaten sevemez. Hz. İbrahim (AS) " Kalb, fânilerin fâniliğini gördüğünde onları sevemez"[1] şeklinde ilmî bir tespit yapıyor. Üstad ise bunu açarak “Kalb, aşk-ı ebedî içine yaratılmıştır; âyine-i Samed'dir” diyor. Hakiki aşk, hakiki cemal ve mutlak kemale yöneliktir. Zeval bulan, hakiki güzel olamaz. İnsandaki talep boyutu, cemal ve kemale erme arzusu, mahlukat ile tatmin olamaz. Çünkü hiç bir matlub daimî değildir. Bir güneş gibi bir gün batıp gidiyor. Taleb, tanıyarak sevip istemektir. Tanıyarak sevmeye ise, meveddet denilir. Talep noktasında kalb “Yâ Vedûd” der. Kalbin marifet ve muhabbeti arttıkça, meveddeti çoğalır, aşk derecesine çıkar. O Maruf ve Vedud'a odaklanır. Kâinattan, ondaki cemal ve kemalden, isim ve sıfatlardan da geçerek Zât'a odaklanır. O, kalbin maksûdu olur. Kalbin gözü Ondan gayrıyı görmez, Onun aşkıyla yanar kül olur; onu hissetmede o kadar ilerler ki, "Ondan gayrı yoktur" der. Ondan sonra fenâfillah hissi içinde Onun nazarıyla kâinata bakabilir.
İnsan açısından kâinattaki fenâ selinden kurtulmanın yolu, onların fânileştiren cephelerinden sıyrılmakla olabilir. Bunun da yolu “nefs-i emmâre” nin güdümünden çıkmakla, ahlak-ı seyyieden tecerrüd etmekle mümkündür. Kâinatın Allah'ın bir eseri olması noktasında fâni görüntüsünün arkasında Allah ile bağlı, doğrudan Ona açılan cihetleri bulunuyor. Kişinin aklı ise, onları bir mektub gibi okur, onlardaki sanatı temaşa eder; manalarını elde edip kalbine koyarsa artık görüntülerine takılıp kalmaz. Eğer tattığı her nimeti, küllî ve ezelî bir in'am (nimetlendirme) fiilinin eseri ve meyvesi olarak görürse, o fiilden Mün'îm-i Hakikiye yükselebilir. Onun rahmetinin iltifatını hissedebilir. Bu durumda kâinat onun nazarında Allah'a bir ayna olur. (Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Lâ Uhibbu’l-Âfilîn Bahsi)
Sevgi, yaratılış ve varlık sebebidir. Allah, kâinatı sevmek, sevilmek ve Kendini sevdirmek için yaratmıştır. Düşmanlık ve husumetin hiç bir yararı olmadığını iki Dünya savaşı göstermiştir. Muhabbet, vahdetin sebebidir. Düşmanlık ise, parçalanmanın ve dağılmanın sebebi... İman, islamiyet, insaniyet hakikatleri sevilmeye ve hürmet edilmeye layık kıymetlerdir. Bir kalpte ya muhabbet veya düşmanlık hissi hakikatiyle yerleşir. Hakikat varsa, düşmanlık acımaya dönüşür. Bu çerçevede bir mümin diğer müminin yanlışına karşı yalnızca acır. Kâfirlere karşı düşmanlık beslemenin de bir yararı yoktur. Eğer saldırgan değillerse... Yanlışları, onlar ile Allah arasında bir husustur. Cehennem ve azab-i İlâhî onlara kâfidir.
Fakat tebliğ hakikati açısından bir müminin en kötü kâfirde dahi var olan güzel yönleri görüp takdir etmesi hem imanının gereği hem tebliği için açılacak bir kapıdır. Savaşlar ve kavgalar İslam’ın düşmanıdır. İslamiyet, selamet ve sulh dinidir. Bu açıdan en büyük İslam fethi Hudeybiye sulhudur. Hudeybiye öncesinde 18 yıllık tebliğ döneminin mahsulü olarak kadın-erkek toplam 3.000 sahabenin olması ve Hudeybiye sulhü sonrasında iki yıl içinde 10.000 erkek sahabenin oluşup Mekke'nin böyle bir orduyla fethedilmesi, sulh ortamının İslam’ın izzet ve azametini, kudret ve karşı konulamaz yapısını sergilemesine imkan tanıdığını gösterir. (Hutbe-i Şâmiye, 4. Kelime, Muhabbet Bahsi)
[1] En’am suresi, 76.