Ölüm hakikati, herkesin muhatap olduğu ve bizzat deneyimleyeceği bir meseledir. Bu manada gençlerin yanlışlardan uzaklaştırılması noktasında Üstad Bediüzzaman kabir gerçeğini gözlere sunar. İnsanların bu kabre üç tarzda gireceklerini, kabirde de üç tarzda bir âlem yaşayacaklarını ifade eder. Bunun insanın ruhunun varlığı kadar kesin bir hakikat olduğunu, bütün zaman ve mekanları içine alan değişmez bir realite olduğunu vurgular. Bu üç grup:
a) Âhirete İman edip Âhirete göre amel eden, günahlardan uzak duranlar…
b) Âhirete iman ettiği halde Âhirete göre yaşamayanlar...
c) Âhiretin varlığını inkar ve reddedip dünya hayatını Âhiret yokmuşça yaşayan kişilerdir.
Her ne kadar ölüm hadisesi, bir defa deneyimleniyor görünse de, hakikatte ölüm ile uyku kardeştirler, aynı hakikatin iki ana dalıdırlar. Bu açıdan uyku esnasında kişi, ölür; sabah ise ihya olur. Bu çerçeveden bakıldığında ölüm sürekli deneyimlenen bir hadisedir. Kişinin imansızlığı, uykuyu bir kâbus âlemi haline getirdiği gibi; iman ettiği halde günahlarla dolu yaşaması da uykuyu bir zindan, kabus, ızdırap haline getirir. Günahlarda ilerleyenlerin rüyalarının korkunç ve kâbus halini alması buna delildir. Ayrıca imanda tahkike eren, salih amellerin lezzet ve zevkine varanların uykularında dünyadan çok daha güzel âlemler görmeleri, uykularında manevi zevk ve lezzetleri tatmaları da gösterir ki, uyku bir ölümdür. Şehadet Âlemi ile Ahiret Âlemleri arasında, Rüya Âlemi, Misal Âlemi, Berzah Âlemi gibi ara âlemler bulunuyor. Herkes rüya âlemine uyku ile girer, bazıları rüya içinde rüyaya yatarak misal âlemine girerler; nadir kişiler misal âlemi içinde de rüyaya yatarak berzah âlemine girerler. Hz. Peygamber (ASM) gibi ender kişiler ise uykuda Cennete girerler. Bu açıdan uyku, ölümle aynı fonksiyondadır. Âhiret yoludur. (Sözler, 13. Söz, 2. Makam)
Kur'anın ısrarla vurguladığı üzere iman, ameli doğurur. İlim ancak iman haline gelince, amele dönüşür. İlmi iman haline getiren sır ise, hakikatin duygulara işlemesidir. Hakikatin duygulara işlemesi ise nefs-i emmare ve enâniyet-i cebbare ile savaşmakla mümkündür. Ölüm hakikatini defalarca çevresinde gören, 1. Dünya Savaşı’nda 500 talebesinin hemen hemen tamamı şehit düşen Üstad Bediüzzaman “40 yaşımda ben ölümü kendi dünyama indirdim” diyor. Bu durum gösterir ki, bilmek ayrı iman etmek ayrıdır. İman eden hakikate göre hareket etmeye başlar.
Bu çerçevede bakılınca uhreviliğin temelinde, öleceğine kesinkes iman etmek yatıyor. Ölümün hakikatini bilmeyen bir kişi öleceğine iman edemez. İman edemezse ölecek bir kişi gibi amel edemez. Bu çerçevede “rabıta-yı mevt”, ölüm hakkında düşünmek, kendi ölümü hakkında enfüsî bir tefekkür insana sonsuz hayatı kazandıracak zaruri istikamettir. Bu tefekkür ruhu uyandıran, potansiyelleri açan bir sırrı da içerir. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, Mukaddeme)
İnsanın gerek ailesi, gerek akrabaları gerek sosyal çevresi bazen de yaşadığı ve toplum ve devlet tarafından mağdur edildiği, zulme uğradığı durumlar zaman zaman meydana geliyor. İnsanların iradelerini kötüye kullandıkları bu tarz durumlar içinde Cenab-ı Hakk hikmet, rahmet, adalet ve şefkatini tecelli ettirir. Beşerin zulmettiği aynı hadisede Allah adalet eder, sayısız rahmetlere kişiyi eriştirir. Külli irade, zulüm ve şerden münezzehtir.
Her yaratılan nesnenin zâhir ve bâtını, mülk ve melekut cephesi olduğu gibi, bir "şey" olan olayların da zâhir ve bâtını, mülk ve melekut cephesi bulunuyor. Dünyevi insanlar çeşitli gerekçelerle bize zâhir ve mülk cephesine bakarak zulmetseler de işin gerçekleşmesini isteyen asıl iş, bâtın ve melekuttur. Çünkü bâtın, işin hakikati demektir. Hakikatin görünür hale gelmesine gerçekleşme denilir. Melekut ise, olayın iç yüzü ve süreç yönetimi demektir. Bu açıdan bir olayın dışına bakarak olay hakkında karar vermek abesle iştigaldir. İlim, bâtını ve hakikati görmektir. Hikmet, bu hakikatin zulüm içinde gerçekleşme sebeplerini, süreç içinde sebep-sonuç bağlarıyla okumaktır. Bu manada ilim, bir tevhid; hikmet, bir teslimiyettir. Bu şekilde olayları ele almayan bir kişinin olaylarda ve olayların müsebbibi gördüğü insan iradelerinde boğulması mukadderdir. Bu durum ise insanın imanını zedeler.
Kur'an bu tarz manevi karanlıkları gidermek için nüzul etti. Bu ilim ve hikmet merkezli okuma, enfüsî tevhidin yerleşmesi, Hak ve Hakikatin akıldan kalbe, ruha, sırra ve sayısız latifelere nüfuz etmesine yol açar. Yoksa insan şikâyet ve tenkid merkezli bir hayatı yaşamaya mahkum olur.
Kader adalet eder, beşer zulmeder. En büyük acılar, en büyük mükafatların ve büyük kahramanlar ve fedakarların doğduğu zeminlerdir. Cennet ucuz değil, Cehennem lüzumsuz değildir. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adamlar ister.
İnsanın ilim ve hikmet feyizlerine ve nurlara mazhar olması için halvet yaşaması, iç dünyasını duygusal ve fikrî karanlıklardan boşaltması elzemdir. Ta ki İlahi nurlar akıl-kalb-ruh aynalarına aksetsin. Cilvelerini göstersin. Kişi bir celvete mazhar olsun. Kur'an ilk başından itibaren bu halvet ve celvet manasını iki kanat olarak işlemiştir. Müzzemmil suresi, halveti ve içeriğini; Müddessir ise, celveti ve içeriğini işler. Sonraki sureler arasında da bu ilişki bulunuyor. (Mektubat, 13. Mektub, 1. Sual)