İnsan aklı, vahye tabi olmak istemediğinde kendince prensipler belirleyerek kâinatı, hayatı ve her şeyi yorumlamaya çalışır. Mevcut Batı Medeniyeti'nin dayandığı felsefe ve bir çok bilimsel iddiaları bu algıya dayanır. Batı felsefesinin temel iddiaları " Her şey kendi nefsine maliktir. Kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Bir hayat ve yaşama hakkı vardır. Ana hedefi yaşamak ve bekasını temin etmektir... Hayat bir mücadeleden ibarettir. " Kur'an bütün bu iddiaları hak ve hakikat ile cevaplar. Hak ve hakikatin hükmünü bütün kainatta ve külli canlılık âleminde gösterir. Mücadele iddiasına mukabil, teavün (yardımlaşma) hakikatini delillerle gösterir. Bitkiler ve hayvanlar arasındaki yardımlaşmadan, cansızlarla canlılar arasındaki yardımlaşmaya, hayvanlarla insanlar arasındaki yardımlaşmaya kadar külli teavün hakikatini Kerem-i İlahinin eseri olarak okur ve okutur. Bununla beraber yeryüzünü bir imtihan salonu olarak görür ve boynuzlu koçun boynuzsuz koça zulmedebildiğini, yırtıcı hayvanların masum hayvanları katledebileceğini fakat bunların cüz'î bir konumda kaldığını, bunların da ekolojik denge içinde tadil edildiğini ve mahşerde hesaplarının görüleceğini vurgulayarak sistemin kendi içinde kusursuzluğunu bildirir ve gösterir.
Kendi kendine malikiyet iddiasını ise, yaratılanlar içinde en geniş iradelisi ve en zengin donanımlısı olanın insanın en zahir fiilleri olan düşünmek, yemek, konuşmaktaki hissesi ve hakiki payının yüzde 1 bile olmaktan uzak olduğunu delillerle gösterir. İnsanın fiilleri bile ona ait değilken ve kendisi kendisine malik değilken nasıl iradesiz hayvanat, ihtiyarsız bitkiler ve cansızlar kendine ait olabilir, diye sorgulattırır. Ve malikiyet hakikatini mutlak manada Allah'ın yed-i kudretine teslim eder. (Lem'alar, 17. Lem'a, 5. Nota)
Kur'anın dayandığı mutlak, muhit ve külli hakikatler yanında insan aklının ürünü olan felsefe güneşin yanında bir mum ışığı gibi kalır. Felsefenin hayata bakışı, bir mücadele; güçlülerin zayıfları ezdiği, zayıfların mağdur olduğu, dünyanın bir matemhane haline döndüğü, akıl ve kalb sahibi insanların vicdan azabı içinde kaldığı bir manevi cehennemdir. Batı Dünyası kendi materyalist, tek dünyalı, deccal gibi tek gözlü bakışı ve algısıyla her şeyi maddeye, güce, paraya indiriyor. Asıl varlığı kuvvet olarak algılatmak için her yolu deniyor. Kafası çalışanları tabiat felsefesi, determinizm denilen sebeplere tapma yoluna sevk ediyor. Duygusal ve cismani yönü güçlü olanlara ise sefihçe bir medeniyeti, süsleyip püsleyerek sunuyor ve âşık ediyor. Bu şekilde insanlığı baştan çıkartıyor. Ölüm hadisesini, "yaşama hakkı" elinden alınan mağdurlara yapılmış bir zulüm, ölüme yola açan deprem, âfet, yangın, hastalık, bela, savaş ve saire her şeyi bir "zâlim" olarak gösteriyor.
Bu feci manzaraya rağmen Batı Felsefesi bu sapkın, karanlıklı felsefesini, ahlaksız, sefih medeniyeti elinde tutup "Beşerin saadeti bu ikisiyledir" diyor. Bu iki eseri onun başını yedi ve yiyecek. 2 Dünya Savaşı dünyanın yüzünü kana buladığı ve mes'ulü Batı felsefesi olduğu gibi dünyada yaşanan işgaller, Orta Doğu ve İslam ülkelerinde meydana gelen bütün kargaşalar, ahlaksızlık ve sairenin sebebi de Batı Felsefesi'nin ürünü olan sefih medeniyettir. Kur'an kudsi ilaçlarıyla doğumları, bir askere alınma; vefatları, bir terhis olma; dünya hayatını bir imtihan meydanı, hak ve hakikatin savaşını verme, ebedî saadetini ruhani lezzetler eşliğinde elde etme yeri olarak gösterir. Canlı cansız her şeyi Kâinat Saltanatının bir müstakim asker olarak gösterir. Ölümü bir zulüm değil, aslî vatanına şerefli bir asker olarak dönüş izni olarak gösterir ve ispat eder. Bu şekilde insanın ezel-ebed, beka ve sermede açık aklını, duygularını, ruhunu tatmin edip mes'ud eder. Hüzün ve korkuları başından def eder. (Lem'alar, 17. Lem'a, 5. Nota)
Batı felsefesinin ve materyalist algının neticesinde kişi kendi öz kardeşine dava açacak ve onu öldürecek bir derekeye düşer. Oysa Kur'anın terbiyesine tabi olan bir müminin ruhu, semavat ve arzdaki bütün salih kulları kardeşi gibi hisseder. Onlara samimi şekilde dua eder. Onların günahlarının bağışlanması için istiğfar. Kur'an’ın verdiği terbiye öyle bir şekilde müminlerin ruhlarına ulviyet kazandırır ve onların ruhlarına bir inbisat verir ki, 99 alemin zerratını Esma-yı İlahiyenin tecellilerine ayna olarak görerek onlarla tesbihlerini çeker. Bütün mahlukat ve mevcudat namına hamd ve şükreder. Allah'ı kâinat temsilcisi olarak tenzih ve takdis eder. Küçük bir kederden ve gamdan alt üst olan insanı bütün mahlukatı ayakları altına alan, hatta Cenneti vird ve zikrine gaye olmakta yetersiz görecek bir ulviyet-i ruha yükselmesine rağmen kendini bütün mahlukattan daha aşağı görür. Sonsuz izzeti sonsuz tevazu ile cem' eder. Felsefenin şakirtleri ise şişirilmiş egolarıyla aciz benliklerine bir Firavun gibi ilahlık iddiası yakıştırır. İnsanın "yarı-tanrı" veya " tanrı" gibi görür ve gösterir. (Lem'alar, 17. Lem'a, 5. Nota)