İnsanın fıtratında, baki bir güzellik arayışı, ölümsüz bir hayat arzusu var. Bununla beraber insan hilkati ve kâinâtın akışında akıl, fâniliği görüyor, zevali fark ediyor. Beka arayışı içine giriyor. Bekayı kâinatta ve sebepler dünyasında aradığında kâinat ve sebepler fâni olduğu için bir çıkmaz sokağa girmiş oluyor. Müsebbibü'l-Esbabı bulunca ancak hakikat arayşındaki bir akıl nefes alabilir. Yoksa bütün ipler gibi sebepler denilen ipler de bir gün kopmaya ve dağılmaya mahkûmdur. Derinliğine bir tefekkür yalnızca Müsebbibü’l-Esbab’ın Baki olduğunu ve yalnızca Onun zâtî bir hakikat sahibi Hakk olduğunu keşfeder.
Kalb ise, fâni mahbubları fıtratı gereği fâniliklerini bile bile hakikaten sevemez. Hz. İbrahim (AS) “Kalb, fânilerin fâniliğini gördüğünde onları sevemez” şeklinde ilmî bir tespit yapar. Üstad Bediüzzaman ise bu tesbiti açarak “Kalb, aşk-ı ebedi içine yaratılmıştır; âyine-i Samed'dir”diyor. Hakiki aşk, hakiki bir cemal ve hakikatli bir kemale yöneliktir. Zeval bulan ise hakikat olamaz ki hakiki güzel olabilsin. İnsandaki talep boyutu, cemal ve kemale erme arzusu, mahlukat ile tatmin olamaz. Çünkü hiç bir matlub daimî değildir. Bir güneş gibi bir gün batıp gidiyor. Taleb, bir güzeli, güzelliğini görerek sevmektir. Böyle bir sevgiye “meveddet” denilir. Talep noktasında kalb, “Yâ Vedûd” der. Kalbin marifet ve muhabbeti arttıkça, meveddeti çoğalır, aşk derecesine çıkar. O Maruf ve Vedud'a odaklanır. Kâinattan, ondaki cemal ve kemalden, isim ve sıfatlardan da geçerek Zât'a odaklanır. O, kalbin maksûdu olur. Ondan gayrıyı gözü görmez, görmek de istemez. Kalb, O Maksûd-u Hakikî’nin aşkıyla yanar, kül olur; onu hissetmede o kadar ilerler ki, "Ondan gayrı yoktur” der. Bu aşktan sonra Onun nazarıyla kâinata bakabilir. Kâinattaki fena selinden kurtulmanın yolu, onların fânileştiren cephelerinden sıyrılmakla olur. Bunun da yolu fâni suretlere müptela nefs-i emmârenin güdümünden çıkmakla ve ahlak-ı seyyieden tecerrüd etmekle meydana gelir. Kâinatın Allah'ın bir eseri olması noktasında fâni görüntüsünün arkasında Allah ile bağlı, doğrudan Ona açılan cihetleri bulunuyor. Kişinin aklı ise, yaratılmışları bir mektub gibi okur, onlardaki sanatı temaşa eder, manalarını elde edip kalbine koyarsa artık görüntülerine takılıp kalmaz. Eğer tattığı her nimeti, külli ve ezeli bir in'am (nimetlendirme) fiilinin eseri ve meyvesi olarak görürse, o fiilden Mün'îm-i Hakikiye yükselebilir. Onun rahmetinin iltifatını hisseder. Böyle bir nazarda, sınırlılığı içinde kâinat sınırsız olan Allah'a izafi bir ayna olur. (Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Lâ Uhibbu’l-Âfilîn Bahsi)
Vahdetü'l-Vücud, Allah'a fikir ve marifetle belirli seviyede odaklanma ve sonrasında zikir ve aşkla Ona kilitlenme neticesinde hissedilen bir ruh halidir. Bir kısım evliyanın meşrebidir; mesleği değildir. Panteizm denilen ehl-i felsefenin “vahdetü'l-mevcud”u ile zahiren benziyor görünse de Vahdet-i Vücûd ile Vahdet-i mevcûd hakikatte farklıdırlar. Panteistler, kâinata ve maddeye o kadar odaklanırlar ki, kâinat dışında bir İlah algısını reddederler. Oysa kâinat sınırlı, Allah ise sınırsız ve mutlaktır. Sınırlı, sınırsızı istiab edemez; fakat mutlak ve nihayetsiz olan, sınırlı kâinatı ihata eder. Bu çerçevede kâinat kudret-i İlahiyenin ilim, irade ve emir sıfatlarıyla beraber bir tecellisinden başka bir şey değildir. Bu çerçevede rahatça denilebilir ki, Vahdet-i Vücud ile Vahdet-i Mevcud’un biri ifrat ise diğeri de tefrittir. İlki, Yaratıcının varlığına odaklanıp yaratılışı redde varır. Diğeri yaratılmışlara odaklanır, Yaratıcıyı inkara varır. Tevhid ise, Allah'ın aynası, Onun marifet ve muhabbetinin görüntü yeri olarak dünyayı ve ebedî bir yaratılış âlemi olan Âhiretin varlığını kabul eder. “Madde”yi, kudretin; “kâinattaki bütün özellikleri” ise irade ve ilmin eseri olarak okur. Her bir sınırlı şeyden sınırsız ve mutlak olan Allah'ın varlık, birlik, isim ve sıfatına, mutlak Zâtına yükselen bir yol açar. (Nokta Risalesi, Vahdetü’l-Vücud Bahsi)
Sahabeler, “velâyet-i kübrâ”ya mazhardır. Evliyaullah denilen meşhur veliler ise, ârif boyutuyla “velayet-i vustâ”ya; âşık-i zâkir boyutuyla “velayet-i suğrâ”ya mazharlardır. Velâyet-i kübrâ, ilm-i İlâhiye ayna haline gelmedir. Bu ise, zâhirden hakikate geçme, Kur'an ve hadislerden murad-ı İlâhî ve nebevîyi, maksad-i İlâhî ve nebevîyi ders alma; bütün ruhuyla o hakikatleri yaşama aşkı ve şevkiyle bir hayat geçirme, hakikatten hakka yükselme yolculuğudur. Bütün sahabeler Hazret-i Peygamber'in (ASM) ruhundan yansıyan nuru, kalbinden yansıyan feyzi, aklından yansıyan ilmi, sırrından yansıyan sırları sohbet-i Nebeviye ile aldıklarından ruhları inkişaf ediyordu.
Kalbin Allah'a yakınlık yolculuğuna terminolojide "kurbiyet", ruhun Allah'a yakınlık yolculuğuna ise "akrebiyet” adı verilir. Akrebiyet, Allah'ın kuluna yakınlığı demektir. Kurbiyet ise, kulun Allah'a yakınlaşma yolculuğudur. Kurbiyetin son noktası, “Vahdet-i Vücud”; akrebiyetin ilk noktası ise “Ehadiyet-i Hakikat”tir.
Ârifler, Allah'ı önce mekândaki tecellileri, sonra bütün zamanlardaki tecellileri, sonra zamansızlık ve mekansızlık boyutundaki tecellileri, sonrasında ise isim ve sıfatları ve doğrudan doğruya zâtî boyutuyla tanımaya çalışırlar. Zât-ı Akdes, mutlak ve sonsuz olduğu için, bu yolculuk sonsuzca sürer. Yaratılanlar gözden silinir. Kalpte de aşk uyanırsa, “Vahdet-i Vücud” hissi oluşur. Böyle bir kişiye her şey hayal gibi gelir. Allah’ın zâtî ve baki varlığı yanında her şey hayal olarak görünür ve hissedilir. Kurbiyet ehlinin sülûku bu güzergahtan geçer.
Sahabe yolunda ise, her şey Cenab-ı Hakk'ın bir “vücud”unu hissettiren bir “vücûd”ve “kudret” mazharı değil Cenab-ı Hakk’ın sâbit bir “hakikat”ini yansıtan bir “şuhûd”ve “ilim”aynası olarak görünür. Velâyet-i kübrâda bu manada kâinatın, insanın ve her şeyin bir hakikati vardır. Velâyet-i kübrâ yolunda insan hür iradesiyle, zâtî iradenin bir cilvesini gösteren mahiyetiyle, ruhunun derinliklerinde sonsuzluğu yansıtan, zamansızlık ve mekansızlığı hissedebilen potansiyeli ile varlık âleminde merkez değerdir. Nebiler ve sahabeler bu zaman-üstü hakikatleri elde edip, onları hisleri ile işleyip hakka vasıl olan kişilerdir. İlm-i hakikatte hakikate değişmez, sabit ve baki olduğu için “hakikat” adı verilir. Değişken olana ise "suret” denilir. Bu çerçevede kâinat, “Hakk”ve “Musavvir” isimleri ile kurulmuştur denilebilir. Kur'anın bildirdiği üzere her şeyin sureti, "zahir”idir. Her şeyin "batın”ı ise, onun hakikatidir. Âyetin bildirdiği üzere dünyanın zâhirini müşrikler bilir, dünyanın hakikatini ve manasını ise ancak müminler bilebilirler. Bu çerçevede Tevhid ve İman, hakikati bulmak; Mutlak Zat ile her şeyin bağını “ehadiyet sırrı”yla kurmaktır. Teslimiyet ve İslam ise, zâhiri bâtın ile cem ederek her şeyin “hakk”a uygunluğunu okuyabilmektir. Bu durumda kâinat bir hak hikmet kitabı olur. “Oku” emrinin sırrı inkişaf eder.
Velâyet-i kübra, “sohbet-i Hakikat” ile bir adımda, zâhirden hakikate geçmektir. Sahabelerde olduğu gibi... Bu ise maddi ve cismani hazlardan ve algılardan sıyrılmak; şefkat, acıma, merhamet, iştiyak ve muhabbet gibi duyguları zaman-üstü boyuta çıkarmak ve ruhanileşmekle mazhar olunacak bir keyfiyettir. Bu mazhariyet, Kadir Gecesinin sırrıdır. Kur'anın ruhlara, indirilmesidir. İnsanın karanlıklardan nura çıkması, Ruhu’l-Kudüs’e ruhunu ayna kılarak bütün kâinatla selamet hakikati içinde barışması ve bütünleşmesidir. (Mektubat, 15. Mektub, 1. Sual, 1. Makam)