Dinin ruhu, denge ve dengeliliktir. Üstad, Kur'an'ın dört ana maksadını “Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adl“ olarak ifade eder. Adl ve adalet, insanın üç kuvvesi olan kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyesinin denge ve vasat hale gelmesidir: Yani Hikmet, İffet ve Şecaat...
İnsandaki üç kuvvetin ifrat, vasat ve tefrit seviyeleri var. Tefrit, eksiklik ve noksanlıktır. Vasat, denge halidir. İfrat ise, aşırılık seviyesidir.
Aklî kuvvetler boyutunda ifrat, “cerbeze” seviyesidir ki, aldatıcı zeka hâlidir; batılı hak, hakkı batıl göstermeye çalışan şeytani bir zeka seviyesidir. Tefrit hali, “gabavet” ve “belahet”tir ki hak ve batılı tartamayacak zeka seviyesidir. Vasat ve dengeli seviye ise, “hikmet”tir. “Kime hikmet verilmişse ona nihayetsiz hayırlar verilmiştir “âyeti bu seviyeyi anlatır. (Bakara suresi, 269) Aklî kuvvetler bir konuya eğilince de orada üç grup oluşur.
Mesela “halk-ı ef'al” (kulların, insanların ve hayvanların fiillerinin yaratılışı) konusunda kul iradesini yaratıcı gören Mutezile, ifrat seviyedir; kul iradesini külliyen yok sayan Cebriye tefrittir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ise “Kul ister, Allah yaratır. Şerrin mes’ulü kul olur. Allah şerri sistem içinde hayra dönüştürür. Sonra kula tövbe ettirerek o şerri bir tecrübe haline getirmekle hayra dönüştürür” der. "Vallahu halakakum ve ma ta'melun” (Sizi de, amellerinizi de, yaptıklarınızı da yaratan Odur) âyeti bu konuda onların sabit hakikatidir. (Saffat suresi, 96)
Mesela İlâhî sıfatlar konusunda Ta'til mezhebi ve Muattıla ifrat seviyedir ki, Allah'ı fiil yapmaktan tenzih ve takdis eder. Teşbih ve Müşebbihe mezhebi ise, İlâhî fiilleri ve sıfatları, kulların fiil ve sıfatlarına benzetir. Bu cihetle tefrit seviyesini oluşturur. Oysa Tevhid mezhebi, Müşebbihe’yi ve Muattıla’yı aldatan ifadelerin, müteşâbih hükmünde olup ilimde rüsuh sahibi âlimlerin ancak bilebileceği iç içe benzetmelere dayandığını, Allah'ın misli ve misali olmayan mutlak sıfatlar sahibi olduğunu “Leyse kemislihi şey'ün ve hüve's-semiül-basîr“ (Şura suresi, 11) âyetinden çıkartıp Müşebbihe’ye cevap vermiş, Muattıla’yı da itidale çağırmıştır. İlâhî özellikleri “Muhalefetün lil-havadis“ ile ifade ederek Hakiki Tevhid'e mazhar olmuşlardır. “Leyse kemislihi şey’ün”ayeti Müşebbihe’ye cevaptır; “Ve hüve’s-semîu’l-basîr” cümlesi Muattıla’ya cevaptır. Ehl-i tevhid, “Külle yevmin hüve fi şe'n“ (O her an bir iştedir) (Rahman suresi, 29) âyetiyle de kâinattaki bütün fiilleri İlâhî külli bir fiil olarak görmüş ve göstermişlerdir.
Kuvve-i şeheviyenin ifrat hali, “fücur”dur ki helal-haram demeden her şeye saldıran ve atılan seviyedir. Tefrit seviyesi ise “humud”dur ki, helale karşı dahi iştahsızlık ve isteksizliktir. Vasat ve dengeli hal ise, “iffet”tir. Ki helale rağbet gösterir; haramdan ise uzak durur. Yemek, içmek, giymek hususlarında da bu üç hal işler.
Kuvve-i gadabiyenin ifrat hali, “tehevvür”dür ki istibdad, tahakküm ve zulümlerin menşei ve babasıdır. Tefrit hali ise “cebanet”tir ki korkulmayacak şeylerden de korkmaktır. Ki hayatı, zindana çeviren evhamlarla doldurur. Vasat ve dengeli hal ise, “cesaret” ve “şecaat”tir ki, inancını, ailesini, malını, canını muhafaza yolunda hakka uygun şekilde mücadele eder. Kur'an iman edenlerden “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud suresi, 112) emriyle bu dengeli hali ister.
İnsan fıtratındaki bu kuvvelere Cenab-ı Hakk diğer canlılarda olduğu gibi bir sınır koymamıştır. Ta ki müsabaka ve hayırlarda yarışma ile sonsuz bir terakki meydanı açılsın. Firavun olmak isteyen Firavun olsun, Musa (AS) olmak isteyen Musa (AS) olsun, şeklinde bir imtihan meydanı açmış; fakat insanların itidal üzere olmaları için Hz. Adem'den (AS) itibaren peygamberler ve mukaddes kitaplar göndererek razı olduğu ve görmek istediği insan modelini bildirmiş; bu konuda canlı örnek olarak Peygamberleri göndermiş ve insanların nasıl dengeli olacaklarını akıllara, kalplere ve nefislere işleyen hikmetli sözlerle ifade etmiştir. Bu şekilde insanlık dünyasından her biri sonsuzluğu bilen, ona mazhar olan bâki değerde 124.000 peygamber, 124.000.000 evliya, milyarlarca müminler mahsul alınmıştır. Fakat kendilerine sunulan sayısız imkânları değerlendirmeyip bu üç kuvvetinin verdiği pis ve kirli zevklerde boğulan, insaniyetlerini çürüten sayıca çok fakat kıymetçe her biri yırtıcı hayvanlar hükmünde olan birçok beşeri kaybetmiştir.
İmtihan hakikati temelde kaliteyi elde etmek, var olan kaliteyi yükseltmek, kaliteli fıtratları açığa çıkarmak, daha derinde insanlara ruhlarındaki sonsuz potansiyelleri fark ettirmek, onlara kendilerini tanıttırmak, "kendisi olmak” zevkine ve saadetine erdirmek içindir. Elbette hayatı başkalarına kendini ispat etmekten ibaret olan maddeci, çıkarcı insanlar bu derin sırrı ve hakikati idrak edemeyeceklerdir. Allah, öyle bir ilahtır ki, “İnsan kendi kendisi olduğunda tam Benim istediğim gibi oluyor “diyerek insanın kendi kendisi olmasını istiyor. (İşârâtü’l-İ’caz, Fatiha Suresi, Sırat-ı Müstakim Bahsi)
"Ve lekad kerremnâ benî âdem” (Andolsun ki Âdemoğullarını mükerrem, değerli kıldık) (İsra suresi, 70) âyeti ile “İnnehu kâne zalûmen cehûle“ (Hakikaten insan çok zâlim ve çok câhildir) (Ahzab suresi, 72) âyeti arasında görünen zahiri muhalefeti giderecek izah nasıl olabilir diye akla gelebilmektedir. Verilebilecek kısa cevap şöyle olmaktadır:
İnsan fıtratına Cenab-ı Hakk çok sayıda duygu ve kuvvetler koymuştur. Allah, insanı bütün canlılığın sembolü olacak bir camiiyetle yaratıp hayat hakikatine külli bir ayna kılmak için bu duygu ve kuvvetlere sınır koymamıştır. Bu kuvvetlerin inkişafıyla kişi şerde de, hayırda da sonsuz şekilde ilerleyebiliyor. Bir şer abidesi Firavun ve Nemrud olabildiği gibi bir hayır ve hak abidesi Musa ve İbrahim (Aleyhimesselam) boyutuna kadar yükselebiliyor. Her insan doymak bilmeyen hırsı ile Cehennem gibi her şeyi yutup tüketebilir; hodgamlığıyla kendi rahatı ve keyfi için başka insanların zarar görmesine yol açabilir. Buna mukabil enbiya ve sıddık kullar ise başkalarının ebedî hayatları için dünya ve ahiretlerini feda edebilecek bir kudsiyet tecellisini kendi hayat aynalarında sergilerler. Bu mana ve çerçevede "zalûm” tabiri, ifrat-tefrit ehlinin; "adûl” ve "mükerrem” tabiri ise sırat-ı müstakim ehlinin hakkı olur.
İnsan dünyaya her şeye karşı cahil gelir. İki yılda ayağa kalkar. On beş yılda yarar ve zararını fark eder. Ömrü boyunca öğrenmeye mecburdur. Yoksa hayatını ne muhafaza edebilir, ne de ihtiyaçlarını giderebilir. Fakat hayvanlar bütün hayat şartlarını bir iki saatte veya bir iki ayda veyahut bir iki yılda tamamen öğrenir, mükemmel şekilde yaşar. Başka bir âlemde mükemmel ve tecrübe edilmiş gibi bir bilgi ile dünyaya geliyorlar, daha doğrusu gönderiliyorlar. Yumurtadan çıkan ördek ve kaz yavrularının gölete gidip kusursuz yüzmesinde gördüğümüz gibi... Bu manada insan "cehûl”dür.
Fakat insanın sergilediği hakiki cehalet, hakkı ve hakikati bilmediği halde biliyor gibi davranması, yarım yamalak bilgisi ile hak ve hakikate sağır ve kör kesilmesidir. Cahiliye döneminde olduğu gibi... Ebu Cehil'de gördüğümüz üzere... Buna “cehl-i mürekkep” (üst üste cehalet) denilir. Hak ve hakikati bilip ona tabi olan bir akıl ilmin hakikatine erer, "alûm” olur. Hakka ve hakikate hayatını uydurur “adûl” olur. Evet, emanet âyetinin devamının bildirdiği üzere zalûmiyet, “münafıkların”, cehuliyet ise “müşriklerin” vasfıdır. Bu çerçevede alûmiyet de “müminlerin”, adûliyet ise “muhlis kulların” vasfı olmaktadır. Başka perspektiften bakılırsa “zalûmiyet” müşriklerin, “cehûliyet” ise münafıkların sıfatı olur. “İnne’ş-şirke le zulmün azîm” âyetinin bildirdiği üzere… Bu perspektiften bakılırsa “adûliyet” müminlerin, “alûmiyet” ise muhlislerin ve muhlasların vasfı olmaktadır, denilebilir. (Mektubat, 26. Mektub, 4. Mebhas, 3. Mesele)