İnsanın bizzat yaşadığı ve taşıdığı, mahiyetlerine ve âkıbetlerine karşı gözünü yumduğu dokuz mesele bulunuyor:
1) Cesedi
2) Canlılığı
3) İnsaniyeti
4) Ömrü
5) Bedeninin idaresi
6) Musibetler
7) An'da mahpus mevcûdiyeti
8) Manevi vücudu ve hakikati
9) Dünya lezzetleri
Bu dokuz meselenin mahiyetlerine ve âkıbetlerine göz yumduğu için, nefs-i emmaresinin ve benliğinin kulu ve kölesi konumuna düşerek, ömür sermayesini zayi ederek, ruhunun inkişafı ve ebedî saadeti için bir kez verilen fırsatı kaybeder. Kaybetmekle de kalmaz, dünyanın en bedbaht mahlûku olarak dünyadan zelil bir şekilde dışarı atılacak bir duruma düşer.
Fakat bu dokuz meselenin mahiyetleri ve âkıbetlerini basiret gözüyle görerek bunlara iman eden bir kişi dünya hayatını bir misafirhane olarak algılar ve dünyadan aziz bir misafir olarak göçer. Ebedî saadetgâhı olan Âhiret Âlemlerine doğru ebediyet yolculuğuna devam eder. Dünyayı bir ganimet ve sonsuz şükre layık bir fırsat olarak görüp ömrünü en güzel fiillerle değerlendirir.
İnsanın mahiyetinden gafil olduğu meselelerden birisi de “manevi varlığı” dır. Yani hakikati ve iradesidir. Bu hakikati Allah'a adayabilir veyahut kendi istediği şekilde kullanır. Adamazsa insaniyet hakikati, hayvanlardan daha beter fiillerde kullanılacak şekilde değersiz hale düşer. Kırılmaya mahkûm bir lambaya dönüşür. Fakat Allah'a adanan bir hayat, insanın hakikati olan ruhunun inbisat ettiği bir tarla olur. Ruhun küllileşmesiyle ilim nuru ve şefkat sıcaklığı ile insan Şems-i Hakikat'in bir aynası haline gelir. Dünyaya gelmenin sırrı da budur. Bu boyutu elde eden kişilere Kur’anda “Ashab-ı Meymene” adı verilir. Müminler iki sınıftır:
a) İman ederek ruhunu koruyanlar... Bunlar “Ashab-ı Yemîn”dir. Bunlar Cennet'in vatandaşlarıdır.
b) İmanın hakikatiyle ruhunun küllileştirenler... Bunlar “Ashab-ı Meymene”dir. Bunlar Âhiretin saadetli sultanlarıdır, dünyanın emin hâlifeleridir.
Ruhunu kilitleyip onu bedbaht eden, ruhani potansiyellerini kullanılmaz hale getirenler ise “Ashab-ı Şimal”dir.
Her insan bu üç sınıftan birine dahil olarak yaşar ve bu üç sınıftan biri olarak ölür. Bu hakka'l-yakîn bir mevzudur. Vakıa suresinde bildirildiği üzere...
İnsanın kaderi kendine dayanmak veya Allah'a dayanmak arasında çizilmiştir. Âciz nefsini Kadir-i Mutlak zannedip kendine dayananların akıbeti helak olmak, günden güne tükenmektir. Âciz nefsini, Kadir-i Mutlak'a satanların âkıbeti, Onun icadıyla, ölümün hakikatini bilip berzahî bir vücudla icad ve ihya edilmektir. Bu şekilde sabit bir vücuda kavuşarak, yokluğun imkansızlığını iliklerine kadar hissetmek, Allah'ın mutlak varlığını, nurunu bütün ruhuyla hissedip yaşamaktır. İlahi emirleri ruhunun nuru, huzuru ve saadeti olarak görmek ve kabullenmektir.
İnsan ne kadar güçlüyüm dese de güçsüzdür. Yırtınsa da, bildikleri, bilebilecekleri sınırlıdır. “Sahibim” dese de her şey elinden çıkacaktır. Hepsi onu yaralayıcı bir hal kazanacaktır.
Dünya her şeyiyle aldatıcı bir metadır. Zevki zehir, lezzeti bir kirdir. Nefsani maddi zevk ve lezzetleri, insanın ruhunu setreden, kalbini kirleten bir çamurdur. Bu çamurda debelenip yüzüne gözüne bulaştırmak, akıbetine karşı kör olmaktır. Bir gün bütün kurbağalar öldüğü ve timsahlar öldürüldüğü gibi, dünya çamurunda debelenen geveze ve hasetçi insanların da akıbeti ölümün idam ipinde sallanmaktır.
Maddi zevk ve lezzetler öyle bir beladır ki, kişiyi maddeye kilitler. Kişi, maddesiz hiç bir şey düşünemez hale gelir. Katı bir materyalist olur. Lezzeti ve zevki madde kayasından akan bir şerbet ve bal gibi hisseder. Oysa kayadan, taştan başka bir şey çıkamazken. Kişi körleşir. Maddeye böyle aşk ile bağlanan ve gayrıya kör olan biri için Âhiret kilitli ve bilinmez kalır. Tek bir şekilde Âhiret kapısı açılabilir: Zevk ve Lezzetleri geçici süre azaltmak ve terk etmek... Bu şekilde ruh nefes alır, kalb uyanır. Riyazet ve çile, tam da budur. Riyazet ve çilede insan, insaniyetini keşfeder. Varlık ve hakikati âlemi, faaliyete dayandığı, faaliyet ise varlık ve hakikati zuhur ettirdiğinden, varlığın zuhuru lezzet, hakikatin zuhuru zevk verdiğinden, maddi lezzetleri veren yeme-içme-şehvet gibi faaliyetleri oruç gibi ibadetlerle terk edip tefekkür, zikir, tesbih, istiğfar, Kur'an okuma gibi manevi faaliyetlere başlayan kişiye Rahmet-i İlâhiye, manevi, külli, daimi zevk ve lezzetleri nasip eder. Bu şekilde kişi, ruhunun aşkı olan saadeti elde eder. Ondan sonra maddi zevk ve lezzetler onun için bir şükür aracı ve Allah'ı hissediş penceresi olur.
Zevk ve lezzetler, en muazzam ve en mükemmel hakikatlerdir. Dindar ve dinsiz kim olursa olsun, lezzet ve zevkten memnundur. Onları sever. Onların ziyadesi için çabalar. Onlar insan nefsinin kıblesini belirler. Zevk ve lezzet Allah'ın kendisini en çok hissettirdiği yerlerdir. Allah'a aşk ve şevk ile yönelecek kıvama gelenler, Allah'ın varlığını mutlak hissedişin verdiği lezzetle cezbelere kapılmışlar. Allah'ın mutlak hakikatinin şevkinde, her şeyden geçmişler. Asıl ve mukaddes lezzetler, Allah'a aşk ve şevk iledir. Allah'sız bir hayat azap içinde azap, elem içinde elemdir. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Şule Risalesi)
"Gençlerinizin en hayırlısı odur ki ihtiyarlar gibi ölümünü düşünüp Ahirete ciddine çalışandır. En şerli ihtiyarlar ise, heveslerine tabi olmakta gençlere benzemeye çalışandır." hadis-i şerifi ideal bir gençlik modelini sunduğu gibi, merdud bir ihtiyarlık şeklini de bildirir. "Mahşerde Allah'ın muhatap almayacağı zinakâr ihtiyarlar" heveslerine tabi olmada gençlere benzeyen zavallı ihtiyarlardır. Allah'ın özel muhatap alacağı kullar ise gençlik çağında takva ile haramlardan uzak duran Allah’a aşk u şevk ile kalbini ve ruhunu tahsis eden bahtiyar ve ihtiyar gibi yaşayan gençlerdir.
Bir gencin muhtaç olduğu en temel beş şey şunlardır:
1) Dost.
2) Ahbab.
3) Mal.
4) Düşman.
5) Nasihat.
Dost ihtiyacı açısından, en mutmain edici dost Allah'tır.
Ahbab ihtiyacı için, en hayırlı arkadaşlar ve sevgililer peygamberler ve meleklerdir. Onlarla görüştürücü vasıta ise Kur'an’dır. Kur'an yeterli bir ahbabdır.
Mal ihtiyacı, duyguların susuzluğunu gidermek içindir. Duyguların susuzluğunu giderecek tek şey, hakikatte zenginlik değil, kanaatkârlıktır. Kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden bereket bulur.
Düşman ihtiyacı, bir genç açısından temel bir ihtiyaçtır. Çünkü düşmanlık, savaşa yol açar. İnsan ruhu, savaşçı fıtrattadır. Bu savaşçı ruh, bir gençte tam kendini gösterecek zemini bulur. Duyguların da galeyanda olduğu o dönemde gencin içindeki düşman arayışında karşısında bulacağı en büyük düşman kendi nefsidir. Nefsini günahlara daldıran, yeise düşer. Yeis ile Allah'tan ayrı düşen kişi, bütün bütün çökmemek için savunma psikolojisiyle kendinde iyi yönler arar. Ta ki " Ben o kadar da kötü biri değilim" diyebilsin. İşte bunu diyen biri tam belayı bulur. Kendini beğenme batağına düşen biri kendini öyle beğenir ki kimseyi beğenmez ve neticede kimseyi duyamaz bir hale gelir. Kimseyi ve hiç bir şeyi beğenemeyecek hale geldiği için her şeyi çirkin görecek bir külli su-i zanna düşer. Bu açıdan bir genç açısından en büyük düşman, “nefs-i emmare”sidir.
Nasihat ihtiyacı için hakkı ve hakikati bir gence en net gösteren, “ölüm”dür. Yani kendisinin de ölümüdür. Hastalıklar da bu vazifeyi gördüğü için genci dünyadan soğutup Ahirete yöneltir.
Bütün bu boyutlarıyla gençler için Kur'an doğumlarından ve çocukluklarından itibaren ömürlerini anlattığı peygamberleri model gösterir. Yahya (AS), İsa (AS), Musa (AS), Yuşa (AS), İbrahim (AS) ve Yusuf (AS) gibi... (Mektubat, 23. Mektub, 7. Sual)