Kur'an’da vurgulandığı üzere her nesne Allah'ı hamd ile tesbih ediyor. "Ve in min şey'in illa yüsebbihu bihamdihi" (Hiç bir nesne yoktur ki Onun hamd ve tesbih ediyor olmasın).[1] Bu âyetin gramerinde bir incelik "yüsebbihu bihamdihi" cümlesinde var. Kur'an son inen sure olan Nasr suresinde de bu vurguyu "fe sebbih bihamdi Rabbike vestağfirhu) diye tekrar göz önüne sunuyor. O sır şu: Tesbih yapabilmek için önce hamd etmek gerekir. Bu ise insanın iç dünyasına dair bir sırrı açıyor: Kendini beğenen ve medheden Allah'a hamdedemez, hakkıyla onu medhedemez. Bu açıdan ilm-i maneviyatta "hamd"in zıddı, "ucub"dur. Yani Allah'ı hakkıyla tesbih, ona hamdetmekle olur. Hamd, insanın iç dünyasını tedavi eden, ona verilen nimetleri gösteren bir gözlüktür. O gözlük olmadan nimetlerin ihtişamı, onların yaratılışı için gerekli nizamın mükemmelliği görülemez. Hamd, insanın iç dünyasındaki hastalıkları gidererek kalb ve ruh gözlerini açan; ezelden-ebede kadar yayılan İlâhî sanat ve hikmetin cemal ve kemalini görecek pencereleri ona açar. Fakat ucub ile insan kendinden gayrıya karşı "kör", gururu ile kendinden başkasına "sağır" kesilir. Yeis, insanı bir “şey” olmaktan düşürüyor. İnsanın kemali, hamd ve tesbih ederek şuurlu bir “şey” olmak, bütün şeylerin hamd ve tesbihini huzur-u Hakka takdim eden halife-i ru-yı zemin ve şey-i külli makamına yükselmektir.
Kur'anın "şey" tabiri, yürüyen varlık anlamına gelerek meşiet sıfatının eseridir. Ki kâinatta yürümeyen ve faal halde olmayan bir nesne var olmadığı ve olamadığını bildiren mucize bir tanımlamadır. Bu manada her nesne, faal haliyle kendisini yaratanı tesbih ederek, kudret denizlerinde yüzer. Onun celalinin ihtişamını varlığıyla sergilediği gibi, ölümüyle de onun celalinin Kahhariyetle yıkıcı, değiştirici boyutunu gösterir. Her nesne İlâhî sanat, lütuf, ikram, nimet boyutlarını sergilemesiyle de Allah'ın cemaline hamd eder. Bu manada hamd ve tesbih yapana "şey" denilir. Bunları yapmayan hakikatte “şey” bile sayılmaz.
İnsanın ruhu, bir kelime-i Rabbaniyedir. Hz. İsa hakkındaki "kelimetün minallahi”[2] ve “ruhun minhu"[3] âyetlerinin bildirdiği üzere... Bu manada aslı, bir kelime olan insanın tesbih ve hamdi, kelimelerle olması gösterir ki her şey kendi mahiyetinden nesneler üretmekle Rabbini hamd ve tesbih eder. Bu gözle bakılınca, bütün nurlar, ziyanın; bütün nehirler, suyun; bütün çiçekler, nebatların tesbihâtıdır. Bu gözle bakılınca bütün gezegenler güneşlerin; bütün kayalar, lavların; bütün topraklar, kayaların; bütün hayvanlar ve bitkiler, toprağın bir tesbihatıdır. Bütün kâinat sayısız diller ve haller, görüntüler ve faaliyetler ile Allah'ı tesbih ediyorlar.
Gökler, burçları ve yıldızlarıyla; felekler güneşleri, gezegenleri ve aylarıyla; cevv-i sema, gök gürültüler, şimşekleri ve yağmurlarıyla; küre-i arz hayvanları, bitkileri ve ağaçlarıyla Allah'a hamd edici olarak yaratılmıştır. Ağaçlar, yaprak ve çiçekleriyle Allah'ı tesbih ettikten sonra meyvelerinin düzenli ve ölçülü halleriyle Allah'a hamd ederler. Bu şekilde ağaç, bir "şey" olduğunu isbat ederek Allah'ın varlığını dilediği ve varlığından razı olduğu bir varlık makamını ihraz eder. Bu şekilde beka âlemine kabule hak kazanır. Kur'an’ın hamd ve tesbihe dair vurgusu, insanın şuurlu şekilde bu vazifeleri yapmadığı zaman rızaya ve bekaya eremeyeceğine, yokluk ve hiçlik âlemi olan Cehennem'e düşeceğine dair bir vurgudur.
"Ve in min şey'in illa yüsebbihu bimahdihi" âyetindeki "bihamdihi" lafzında "bâ" harfi, "Allah'a hamd etmeyen, Onun ihtişamını, kusursuzluğunu idrak edemez" deme manasında "Hamd ile tesbih eder" manasına gelir. Bu açıdan nimete karşı kör olan birisi, celal ve ihtişamın hayrını göremez. Bu açıdan insanın maneviyat yolculuğu ve bir ârifin terakki yolculuğu tesbih-i Rabbani'den ibarettir. Münezzehiyet ve mukaddesiyeti idrak edemeyen bir kişi hakiki manada hamd edip varlık ve hayatın zerre zerre, hücre hücre zevkine eremez. Bu açıdan "bâ" harf-i cerri "için" manasıyla yaratılışın kemalini şöyle ifade eder: "Hamd için tesbih ediyor." Kâinatın kuruluş gayesi, Allah'ın kemalini izhar ve ilan etmektir. Yani Ona kemaliyle ayna olmaktır. Ayna olmak demek, tevhid-i zuhurî ve şuhudîdir.
Bir âlimin zihnine hakikat yerleşse ve açılsa, onu Allah'ın ihsanı olarak görüp hissederse bu tevhid-i huzurî ve bâtınîdir. Bunu eğer tahdis-i nimet, şükür ve hamd ile dış dünyaya ilan ederse bu tam manasıyla aynalık ve hakiki tevhiddir. Çünkü bu durumda tevhid-i bâtın u zâhir ve tevhid-i huzurî ve şuhudî birleşir. Bunun yolu ise, hevâsını Hakka teslim etmektir; ihlasın sırrına erişmektir. Aksi takdirde nefs-i emmare ve enaniyet mutlaka perde olur, kendine perde yapar. O nur-u tevhid, ona nâr-ı şirke ve ucba dönüşür.
Bu durumda insan "şey" makamından düşüp "Allah'ın varlığını dilediği varlık" ve "razı olduğu varlık" hakkını kaybeder. “Lâşey” veya “Leys” olur. Fakat bu leysiyyet, eysiyet (varlık) tecellilerine erdiren bir yokluk ve hiçlik değildir. Leysullah olan Hz. Hamza (RA) da olduğu gibi... Bilakis dipsiz bir zifirî karanlıktır.
Bütün kâinat bu manada kendi özlerindeki İlâhî sıfat tecellilerinin ve isimlerinin tecellilerini göstermek ve sergilemekle tevhide ve Zât-ı Vâhid-i Ehad'e hizmet ederler. Bu hizmet, onların ürünüdür. Fıtratının ürününü veren halinden memnun olur. Hamd eder.
Memnuniyetsizliklerin, manasızlıkların, kendini değersiz hissetmelerin, yok olmayı istemelerin temelinde ürün verememek ve fıtratını ifade edememek yatar. En mutlu insan kendi özünü bulan ve özüne göre yaşayan ve özündeki İlâhî tecellileri sergileyen ve Allah'a aynalık edendir. Mahlukat, İlâh olamaz. Ne Arş, ne Kürsi, ne Peygamber, ne melek... Fakat mahlukat, potansiyeline göre Allah'a ayna olur. Kimisi yıldız, kimisi ay, kimisi güneş gibi...
Kur'an, "Oku" diyor. Sonrasında ise kendi hilkat sürecini “alaka” konumundan bulunduğun âna kadar ki gelişimini oku diye tefsir ediyor. Bu şekilde insan kendi hilkat sürecini, o süreçte zuhur eden İlâhî sanatı, her şeyin hikmetli yapısını görebilir. Sonra tekrar Oku, diyor. İlk okuma, işin hakikatini buldurur. İkinci okuma işin sırrına ve hikmetine erdirir. Alak suresi vurguluyor ki: İnsan kendini ve kâinatı akıl gözüyle okumak için yaratılmıştır. İnsan bir okuyucudur. Doğru okuma tevhide ve teslimiyete götürür. Teslimiyetin göstergesi olan ve doğru okumanın sadece akılla değil akıl-kalb-nefis bütünlüğü içinde olmasının ifadesi olan, aklın marifet ve hayretinin, kalbin muhabbet ve vuslat arzusunun, nefsin şükür ve minnetinin beyanı olan “salat ve secde” ye Alak suresinin vurgusu tesadüf değildir. Ayrıca surenin "secde et ve yakınlaş!" demesi, insanın Allah'a yakınlık kazanmasının yaratılışının sırrı olduğunu bildiren bir anahtardır. Secde, nura erme; Gökler ve Yerlerin Nur’u olan Allah'a yakınlık kazanma, nurlanma, nurlaşmadır.
Alak suresi, bu okumanın enfüs cephesini ifade ederken Gaşiye, A'la, Nahl, İbrahim suresi gibi sureler ise dış dünyada bu okumaya dair manzaralar bize sunar.
Her nesne bir tefekkür malzemesidir. Üstad bir ağacı beş farklı cepheden okuyarak onun gördüğü vazifeleri, sergilediği manaları, yaratılış gayesini okuyor ve izah ediyor.
Bu derinliğine okuma, her nesnenin hal dili, sergilediği güzellikler ve eşsiz sanat noktasında kendi Sanatkarını ve Yaratıcısını bildirdiğini bize açıyor. Bu manada her şey Allah'a hamd ü sena ettiği gibi, Onu tanıttıran bir vesile ve vasıta oluyor. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Kur'anın Envârından Bölümü)
Sübhanallah ve Elhamdülillah, cümleleri Kur'anda "bakiyat-ı salihat" denilen dinin özünü ifade eden cümlelerdir. Esmaü'l-Hüsna'nın celâlî, cemâlî ve kemâlî sınıflarından ikisini ifade eder. Sübhanallah, celal sıfatını tavsif eder. Elhamdülillah cümlesi, cemal sıfatını tavsif eder. Cenab-ı Hakk, rahmet ve lütfuyla kuluna yakındır. Bu noktada Onun rahmetiyle sana yakınlığı noktasında hamd et! Vacibü'l-Vücud, Aliyyü'l-Azim olan Cenab-ı Hakk’a, abdiyetin, mümkinliğin, mahlukiyetin, mukayyediyet ve kusurluluğun ile nihayetsiz uzaksın. Bu yönü düşündüğün zaman onu tesbih et! Güneş nasıl ki, insana göz bebeğinden daha yakındır. Isısı ve ışığıyla... Fakat insan ona uzaktır. Güneş insan üzerinde tesir sahibidir, onu değiştirir. Fakat insanın eli ona ulaşamaz, yaklaşamaz. Aynı onun gibi Cenab-ı Hakk da kuluna ondan daha yakındır. Onun rahmetiyle yakınlığını hissettiğinde Ona hamd edebilirsin. Fakat Onun uzaklığını ve kendi sınırlılığını düşündüğünde Onu tesbih edebilirsin. Bu iki makamı karıştırmamak gerekir, der Üstad. Aksi takdirde kişi, kendisini olmazsa olmaz, vaz geçilmez bir varlık gibi görmeye başlar veya tamamen terk edilmiş gibi algılar. Her ikisi de hakka ve istikamete aykırıdır. Fakat her iki makamı karıştırmadan Cenab-ı Hakk'ın celâli içinde cemâlini, cemâli içinde celâlini düşünülebilir. Kâinatı idare ettiği aynı anda bizzat benim iç dünyamı da idare ediyor, diyebilirsin. Veya bizzat beni duyduğu gibi, bütün insanları, canlıları, cinleri, melekleri ve her şeyi de duyuyor, onları da unutmuyor, diye düşünmek bu ufukta mümkündür. Bu iki algı “Kibriya ve Kemal” idrakine yükselmeye yükseliştir. "Sübhânallahi ve bihamdihi" cümlesi bu boyutu ifade eder. (Mesnevi-i Nuriye, Habbe Risalesi)