Merhamet, insanın ihtiyaçlarını tatmin etmesiyle, insanın “fakr” yönüne hitap eder. Şefkat ise insanın korkularını giderip onu teskin etmesiyle insanın “acz” yönüne nazar eder. Yani merhamet “fakir”e, şefkat ise “âciz” edir. Evet şefkat, yöneldiği âcizi, emniyet içinde görmek ister. Ona zarar gelmesindense kendisine zarar gelmesini seve seve kabul eder. Merhamet de yöneldiği fakirin hayatını selamette görmek ister. Gerekirse onun açlık ve susuzluğunu gidermek için kendisi aç ve susuz kalır. Bu manada merhamet ve şefkat, İlahî mukaddes ve münezzeh sıfatlardır. Kulların kalb ve ruhuna iki muazzam hakikat ağacı çekirdeği olarak yerleştirilmişlerdir.
Kalb, insanın fakr ve hüzün merkezidir. Kalbin yüzü ve gözü geçmişe dönüktür. Yaşadığı güzelliklerin daim hasretini, hüsranını yaşar. Onları bir cisr (köprü) yapıp “Ezelî Rahmet”i bulamadığı için bu hasret ve hüsranlarla kavrulur. Ruh ise insanın acz ve korku merkezidir. Ruhun özü ve kulağı, geleceğe dönüktür. Daima gelecekten haber bekler. Yaşayabileceği acılar, sıkıntılar, zorlukların endişesini, havfını cevfinde (içinde) taşır. Kendi özünde İlâhî ilmi ve nuru bulamadığı için bu korkuları kendine bela eder. Bu manada insanın kalbinin fakrını giderecek “derk-i Hakk”ın “feyz”idir. İnsanın ruhunun aczinin giderek “fikr-i Hakikat”in “nur” udur.
Bir kalb, zikr-i Hakk ile ancak itminana erer. Çünkü zikir, aşkı doğurur. Hakka karşı aşka, Hakk ise merhametle karşılık verir. O, merhametiyle kalbi mutmain eder. Kuddûs ve Selam isimlerinin feyziyle… Ruh da derk-i Hakikat ile teskine ve sükunete erer. Çünkü derk-i Hakikat, Allah'a karşı şevk verir. Nur-u Mutlak'a şevke ise O, şefkatiyle mukabele eder. Mü'min ve Müheymin isimlerinin nuruyla Onun üzerine sekîne ve sükunet indirir.
Rahman ve Rahîm isimleri, merhamet ve şefkati ifade eden iki muazzam isimdir. Kâinatı ihata eden iki sırdır. İnsanın bu iki ismin tecellilerini kalbine ve ruhuna celbedecek işler fakr ve şükür, acz ve şefkattir. Yani “ubudiyet” ve “iftikar” dır. Ubudiyet, acz ve şefkat ile tecelli eder ve tebarüz eder. İftikar ise, fakr ve şükrün cem’iyle tahakkuk ve tezahür eder.
Aşk, “Mutlak Mükemmel” ve “Samed”e; Şevk ise, “Mutlak Nur” ve “Ehad”e karşıdır. Kalbin ve ruhun bu duygularla kullara yönelmesi Nübüvvet makamına yakışmaz. Bu açıdan Hz. Yakub'un (AS) oğlu Hz. Yusuf'a (AS) karşı yaşadığı şiddetli hissiyat muhabbet ve aşk değil, şefkattir. Muhabbetin şiddetlisi, aşktır. Aşk, tek bir zâtı sevmektir. Aşkın hakikatiyle yöneleceği Zât ise, yalnızca Kemal-i Mutlak olan Zat-ı Samed'dir. Bu açıdan Hz. Yusuf'a (AS) karşı Hz. Yakub'un (AS) hissiyatı şiddetli şefkattir. Ki o şiddetli şefkatiyle hüzünden dolayı gözlerini kaybetmiştir. Yusuf suresinde aşk meselesi, Züleyha'nın Hz. Yusuf'a (AS) karşı duygularıdır. Aşk, sevmek ve sevilmek ister Vedud isminin sırları gereği... Şefkat ise mukabele istemez. (Mektubat, 8. Mektub)
"Her bir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur. Her bir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur. Her bir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlûkları sevindirmekle sevinir. Her bir âlicenap zat, başkasını mes'ud etmekle lezzet alır. Her bir âdil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi her bir san'atkâr, san'atını teşhir etmekle ve san'atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esmâ-i İlâhiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında izah edilmiştir."
Yaratılışın temel bir sebebi, sayısız mahlukatın yaratılmalarının ana nedeni, yaratılanlara bakar. Yaratılanlar, var olmaya ve varlıkta kalmaya muhtaçtırlar. Hayat sahipleri, bu ihtiyacı tam hissediyorlar. Canlılar, yokluğa ve ölüme yol açacak hususiyetlerden alabildiğine kaçıyorlar. Varlığa aşk derecesinde bağlılar. Varlığı hissettiren “zevk” ve “lezzet”lerden son derece memnun oluyor, seviniyor, minnettar oluyorlar. Hatta yavrulu hayvanlar yavrularını kurtarmak için fıtratlarındaki şefkat ve merhamet gereği aç kalıyor ve hayatlarını feda ediyorlar. Bu şekilde varlık ve hayatta kudsiyet hakikatini sergiliyorlar. İnsan ve cinler gibi şuur sahipleri ise, "var olmak" ne demek, "varlığın lezzeti" gibi hususları bilebilecek bir idrak, akıl, his yoğunluğu ve canlılık seviyesiyle yaratılanları inceleyerek Yaradan’a, Sanatkârına yolculuk yapabiliyorlar. Onun mutlak ve zâti ve bâki varlığını hissedecek şekilde bir iç arınma ile manevi gelişme kaydedebiliyorlar. Kendi zatî acz ve çaresizliğinde Onun zâtî kudret ve icadını, görebiliyorlar. Kendi zâtî fakr ve ihtiyacı içinde Allah'ın zâtî rahmetini ve servetinin tecellilerini kendinde ve yarattıklarında görebiliyorlar. Acz ve fakrını hissetme külliyet ve mutlakıyete doğru ilerledikçe, hiçlik ve hiç-ender-hiçlik algısı yerleştikçe her şeyin varlığı, devamı, gelişimi noktasında Allah'ın icadını, devamlılığını müşahede edebiliyorlar. İnsan aklının geçmiş-gelecek algısı, kalbinin ezeliyet aşkı, ruhunun ebediyet şevki insana zaman ve mekanı büyük bir sofra kılıyor. Bu küçücük insanı sınırsız duygularıyla maddi-manevi âlemlerden beslenir hale getiriyor. Bu noktada Yüce Merhamet ve Ebedi Şefkat vahiyler ve peygamberler göndererek insanın dünyasını ve ebedî hayatını Cennet'e dönüştürmek istiyor.
Yaratmak, vermektir. Başkasının varlığını istemektir. Beslemek, geliştirmektir. Ölümsüzleştirmek, hak ettirmektir. Adam etmektir. Allah, bencil değildir. Bencillikten Mutlak manada uzak olan ve bencillikten kullarını da kurtarmak isteyen Kuddûs-u Mutlak’tır. Bencil olan başkasının varlığını istemez; başkasına ve varlığına tahammül edemez. Allah'ın, yarattığı bunca varlığa ve verdiği bu kadar ihsana rağmen insanların çoğunluğunun Ona âsi, kâfir, hakaretçi ve nankör kesilmelerine karşın onları yok etmemesi, yalnızca Onun mutlak merhamet ve şefkatindendir. Allah Odur ki, kendi düşmanını bizzat kendi yaratır. Kendi düşmanını bizzat Kendi yaşatır. Bizzat Kendi besler. Onun icraatlarını insanın dar kafa ve duygu terazileri tartamaz. Ve tartamıyor. (Lem'alar, 30. Lem'a, İsm-i Kayyum Bahsi, 4. Şua)
Hastalık ve musibetlerin bir cephesi insanın ve canlıların yaratılış sırlarına bakıyor. Bu cepheyle bütün canlılar, İlâhî birer modeldir. Vücutları ise, bir elbise hükmündedir. Cenab-ı Hak sanatının farklı farklı yönlerini göstermek, farklı Esma-yı Hüsnâsına kişiyi ayna kılmak, insanın hayatını çeşitli hakikatlerle değerli kılmak için onu musibet ve hastalıklara giriftar eder. Rezzak isminin tecelli edebilmesi için, açlık acısı; Aziz isminin tecelli edebilmesi için zillet acısı, Şafi isminin tecelli edebilmesi için hastalık acısının çekilmesi gerekir. Ta ki rızkın, izzetin, şifanın kıymeti, manası ve hakikati bilinebilsin.
Diğer yönüyle hayatın mahiyeti, hastalık ve musibetleri ister. Çünkü monoton bir hayat saf hayır olan varlıktan ziyade saf şer olan yokluğa yakındır ve oraya doğru kayar. Tembellik döşeğinde bir hayat, bir çürüme ve yok oluştur. Hayat, hastalık ve musibetlerle tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Kalp grafisinde dirilik alameti, zikzaklar olduğu; ex olma belirtisi sabit sinyal olduğu gibi; insanın maddi ve manevi diriliği yaşadığı hayattaki acı-tatlı tecrübeler ve zikzaklardaki manalarla belli olur.
Diğer yönüyle de dünya hayatının bir imtihan meydanı ve hizmet diyarı olmasıdır. İmtihan, zahmetler çekerek özündeki cevheri ortaya çıkarmak içindir. Hizmet ise, cevherleşen yönlerini işleyerek “mücevher” haline getirmek demektir. Bu manada insanın ömrünün dakikalarını bir ibadet, kulluk, halis bir yöneliş haline getiren hastalık ve musibetler dine hizmet ve kulluk açısından uygundur. Bu açıdan "En çok belalar, nebilere; sonra velilere gelir..." hadisi bu meseleyi anlatır. İnsana zaaf ve aczini hissettiren hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek, hikmetini bilip şükretmek şartıyla halis ve kıymetli bir çeşit ibadet olarak amel defterine yazılır. (Lem'alar, 2. Lem'a, 2. Nükte)