İnsan kalbi, cisminin bekasını istiyor. Fakat hikmet-i İlahiye fâniliğini istiyor. Hüküm, hikmetindir. Ölüm her insan için mukadderdir. Ölümünü düşünen, dostlarından ve ahbabından ayrılacağını hisseden kişi bir çare arayışına girer. Ölümü sorgular. Bu noktada Kur'an, merhamet-i İlâhiye olarak ölümün sırlarını, ölüm ânında neler yaşanacağını kesin beyanlarıyla ve sistematiğiyle anlatır. Bu sırları bilen Hz. Peygamber (ASM), ölümün her gece yaşanılan bir hakikat olduğunu, her sabah uyanmanın bir diriliş olduğunu ifade eder. Bizim bildiğimiz ölümün, ölüm konusunda bir cehaleti gösterdiğini ifade eder.
Ölüm ecel ânında bir kez yaşanan bir hakikat değildir; Mümît isminin tecellisi ile her gün yaşanan bir realitedir. Ölmek rüya, misal, berzah, Âhriet âlemleri arasında bir yolculuk yapmaktır. Hakikat bu minvaldedir. Rahmeten li'l-âlemin olan Hz. Peygamber (ASM) yaşayan Kur'an olmakla, merhametin misalidir; onu ilan eden bir lisanıdır; onun mücessem hali bir timsalidir; onun temsilcisi ve dellalıdır. İnsanlığa getirdiği tevhid nuru ve ehadiyet sırrı ile insan ruhunun hakikatini açıp ölümü insan için “şuhûd” âleminden “huzur” âlemine dönüşe çevirmiştir. İnsan için iki âlem söz konusudur. Ya huzûr âlemi, ya şuhûd âlemi... Huzurda olan şuhûdda değildir; şuhûdda olan ise huzûrda değildir. Gayb, huzûr âlemi; şehâdet ise şuhûd âlemidir.
Huzûr âleminden dünyaya gelen ruhlar, inkişaf edip kendilerini tanıyıp ve yaşayıp, kendilerini yaratan ve yapanı tanıyıp Onun hayatına ayna olarak zenginleşip “yümn-ü iman” a erdikten sonra tekrar huzûr âlemine geri dönerler. Fakat “ehl-i hudûr” değil “ehl-i khudur[1]” olarak. Bu iki âlem, ilim âlemleridir. İnsanın ilim âlemi dışında olması mümkün değildir. Çünkü insanın kendisi İlâhî bir ilimdir; kâinat da, zaman da her şey İlâhî bir ilimdir. Hidayet hakikatiyle, sırat-ı müstakim üzere, bu ilmi, “hikmet” şeklinde itidal üzere yaşamak dinin temeli, hayrın özü, ebediyetin sırrıdır. (Lem'alar, 26. Lem'a, 3. Rica)
Ölüm, bir yolculuktur. Yok oluş değildir. Çünkü mutlak yokluk, hakikatte yoktur. İmkansızdır. Göreceli yokluk vardır. Göreceli yokluk ise, “hiçlik” tir. İnsanı Cenab-ı Hakk, hiçlik denilen ilminden yaratır. İnsan hiçten gelip hiçe döner. Becerebilirse “hiç-ender-hiç” olacak seviyeye yükselir. Dünya imtihanı, bir hiç olan ruhun ve nûrun, hiç-ender-hiç olan “sırr” ve “şuur” a yükseliş yolculuğudur. İnsanın ruhu ve sırrı, ilm-i İlâhînin farklı tecelli tabakaları olan hakikat ve zatiyeti ifade ederler.
Ruhu, “nur” besler; sırrı ise, “şuur” besler. Nur-u hakikat ve şuur-u hakk ile kâinata, insanın fıtratına bakan ve gören için ölüm, ilm-i İlâhînin şuhudî boyutundan huzurî boyutuna dönüş olarak görünür. Doğum ise, huzurî boyuttan şuhûdî boyuta geliştir. Asıl iş, şuhudî boyut içinde ilmi, şuura dönüştürecek kıvama yükselmek; “kudret vücudu” ile “hiçlik ilmi” ni cem edip “hiç-ender-hiç” makamına yükselmek, Alîm isminden Habîr ismine mazhariyete çıkmaktır. Bu yolculuk Musavvir-Latîf-Alîm-Habîr isimlerinde bir seyahattir.
Ölüm, bu dünya hayatına “bir” defa gelen ruhların fırsatının bitişidir. Bir daha dünyaya gelemeyecekler... Cenab-ı Hakk dünyaya gelişi sevdirdiği gibi, dünyadan gidişi de sevdirir. Bunu çeşitli icraatlarıyla yapar. (Sözler, 17. Söz, 1. Makam)
Misal Âlemi, Kur'anî sâbit bir hakikattir. Fakat bazı ilim ehli bunu reddediyorlar. Onların Misal Âlemi’ni reddetmeleri gayet normaldir. Çünkü onlar o sahada söz sahibi ve mütehassıs değiller. Her sahanın mütehassısları o sahada söz söylemeye yetkilidirler. Kur'an, MSL kökünü putlar hakında "temasil" tâbiri kullanmakla, Hz. Meryem'e görünen Ruhu'l-Kudüs için "Fetemessele leha rûhena beşeran seviyye" (Ruhumuz ona bir beşer seviyesi ve suretinde temessül etti) şeklindeki ifadeleriyle kullanır. Temessül, bir kanundur. Cam ve su gibi şeffaf şeylerde cisimler sürekli temessül ederler. Bu görüntülere “misali vücud” denilir. İnsanın aynadaki görüntüsüne “beden-i misali” adı verilir. O görüntüye yok denilemez. Çünkü göz ile görünüyor. Maddi manada var denilemez, cisim değildir ve bir ağırlığı yoktur. O ilmî ve nuranî bir yapıdır.
Bütün şekiller, ilme dayanan bir suret ve kalıptır. Bütün suretler, Musavvir isminin tecellisidir. Şu an görünen bütün nesnelerin ve canlıların suretleri de ilm-i İlâhiye dayanan bir surettir. "Ela ya'lemu men halaka ve hüve'l-latîfü'l-habîr" (Uyanın! Yaratan ve yapan yarattığını ve yaptığını bilmez olabilir mi?) âyetinin bildirdiği üzere nesnelerin maddî vücudlarından evvel, ilmî vücudları ve ilmî suretleri vardır. Bu suretler âlemine, "misal âlemi" veya "suretler âlemi" denilir. Her şey, bir surettir. Onun suretinin aslı, misal âlemindeki ilmî surettir. Misal âleminin varlığı bu âyetin ışığı altında zaruridir. Nesnelerin değişken ilmî yapılarına mantık ilminde "suret", sabit ilmî yapılarına ise "hakikat" denilir. Hakikatler, Hakk isminin; suretler ise, Musavvir isminin tecellisidirler. Ki Haşir suresinin bildirdiği üzere yaratmak, tasvir yapmak ve bir suretlendirmektir.
İmam-ı Mübin ve Kader açısından Misal Âlemi bu şekilde sabit olduğu gibi, Kitab-ı Mübin ve Kaza açısından da Misal Âlemi sabittir. Çünkü nasıl insanın hafızası, dış dünyanın suretlerini kendinde temessül ettiren bir şuurlu aynadır. Kişinin bütün amellerinin de arşividir. Aynı şekilde Misal Âlemi de bütün insanlığın, kâinatın olan biten bütün fiillerinin görüntü, ses, koku ve saire sayısız yönlerinin arşividir. Zilzal suresinin "Fe men ya'mel miskale zerretin hayran yerahu ve men ya'mel miskale zerretin şerren yerahu" (Kim zerre miktar hayır işlemişse o ona gösterilir ve kim zerre miktar şer işlemişse o ona gösterilir ve o da görür) cümlesi bütün yaşananların görüntü arşivleri ve misallerinin alındığını bildiriyor. Bu manada hava, Misal Âlemi’nin bir fotoğraf makinası gibidir; yaşanan her şeyi kaydediyor.
Misal Âlemi’nin ve Levh-i Mahfuzun varlığının bir delili de insandaki hayal gücü ve hafızadır. Çünkü bir şey yoksa külliyen yoktur. Varsa, külliyen vardır. Zâtî hassa gereği hakikat bu şekilde cereyan etmektedir. İnsanlar gibi şuur ve akıl sahiplerindeki sayısız hayal güçleri ve hafızalar, külli bir Misal Âlemi ve Hafıza Âlemi olduğunun delilidir. İnsan bu iki âlemin ehadiyet ve cemal boyutuna, kâinat ise vâhidiyet, kanun ve celal boyutuna mazhardır.
Ayrıca insanların gördükleri sâdık rüyalar, evliyanın gördüğü sadık keşifler, şeffaf şeylerdeki yansımalar da Misal Âlemi’nin maddi ve manevi gözlerle görülen pencereleridirler. Çünkü rüya ilmi çerçevesinde diyebiliriz ki, rüya içinde rüya görme esnasında kişi Misal Âlemi’ne girer. O âlemde rüya ilmi tekniğine göre “te’vil” rüyası denilen hakikatli, sadık ve sembolik rüyalar görür. Rüyalar, tasavvuf ilminde “kalb gözü” ve “sır” adı verilen “latife-i Rabbaniye” adlı latifeyle görülür. Keşif ise, sembolik görüntüler eşliğinde insana, kâinata, Ahirete ve İlâhî hakikatlere dair tablo tarzı sabit bir görüntü görmedir. Keşfin kısa film tarzında olanına ise “vâkıa” adı verilir. Ki keşf de, vâkıa da “hayal gözü” ile görmedir. Bütün bu yönlerle bakıldığında Misal âlemi, şehadet âlemi kadar varlığı kat'î, Kur'an,hadis ve sünnette yeri olan sabit bir hakikattir. (Barla Lahikası, Re'fet Bey'in Âlem-i Misal Sorusuna Dair Mektub)
[1] Yani “Makam-ı Hızır” dan feyz almak, hayat-ı kudsiye-i İlâhiyeye ayna haline gelmektir.