Risale-i Nur Okuma Notları-34: İslam ve İnsan Âlemindeki Farklılıklar

Erdem AKÇA

Ey kardeş! Senin de içinde olduğun bir gemide veya bir hanede dokuz masum ile bir cani bulunsa hiç bir kanun-u adaletle o gemi batırılmaz ve o hane yakılmaz. Batırmaya ve yakılmaya çalışılsa yapılan zulmü semavata işittirecek derecede feryad edilir. Sen de feryad edersin. Eğer dokuz cani, bir masum bulunsa yine o gemi batırılmaz ve o hane yakılmaz. Hiç bir kanun-u adalet buna müsaade etmez.

Her bir mümin, ya İlâhî bir gemidir veya Rabbânî bir hanedir. Onda iman, islamiyet, komşuluk gibi on değil belki yirmi belki yüz tane masum sıfatları varken sana muzır olan veya hoşuna gitmeyen bir fiilinden dolayı o mümini hayatından silmen, onunla irtibatını kesip alakanı koparman o gemiyi batırmak, o haneyi yakmak ile aynı derecede şenaatli bir zulüm ve gaddarlıktır.

İnsanların fikir ayrılıkları çok normal ve hakikat açısından da istenen bir durumdur. Hiç kimse bizim gibi düşünmek zorunda değildir. Kimse bizim anladığımızı anlayacak diye bir şart yoktur. Veya bazılarında anlayacak potansiyel de zaten yoktur. Fıtrat âlemi bir bozkır gibi iken gül bahçesine çevirmeye çalışmak bir zulümdür. Halık-ı Semavat ve’l-Arz fıtrat âleminde papatya, gelincik, lale, sümbül ve saire sayısız çiçeği de görmek istediği gibi insanlık dünyasını ve bu dünyanın her bir ferdini de, ömrü boyunca değişen duygu dünyasıyla bir bozkır haline getirmiştir. Dünün ısırgan yapılı insanları bugün mis kokulu gül haline gelebiliyorlar. Dün sana zarar veren biri yarın senin zarara uğramaman ve hatta ölmemen için zarar görüp ölebilecek hale gelebiliyor.

Hz. Peygamber (ASM) bütün bunları bizzat yaşadı. Mekke Fethi’ne kadar aleyhinde olan niceleri, dilleri ve kılıçlarıyla onu inciten nice müşrikler Huneyn günü onun etrafını aşılmaz çelik bir sur gibi saran kişiler oldular. Bu açıdan bir kişiden sana eğer bir zarar geliyorsa o zarar gelen yönü mühürlersin, diğer hayırlı kapılarından o kişiyle irtibat ve alakanı devam ettirirsin. "Dost ile ye, iç alışveriş etme" şeklindeki dengeli ve tecrübeye dayalı sözde olduğu gibi... Ne bağını tamamen kopartabilirsin, bu zulüm ve gaddarlık olur; ne de onun o zararlı yönüne açık kapı bırakır kendini sürekli ısırtırsın. Bu da ahmaklık olur. İtidal en doğru tavırdır. Gül dikeniyle güldür. Ondan bu şekilde istifade edilmeli ve o, bu şekliyle mükemmeldir. Isırgan, yakıcılığıyla mükemmeldir. Onu da o şekilde görüp zararından korunarak ondan istifade etmek İlâhî hikmetin gereğidir. Aksi takdirde kusursuz dost ararız. Mevlana Hz.lerinin (KS) dediği gibi: "Kusursuz dost arayan dostsuz kalır." (Mektubat, 22. Mektub, 1. Mebhas, 1. Vecih)

Meslekler ve mezhepler, ne kadar batıl da olsalar temelde bir hakka veya bir hakikate dayanırlar. O hak ve hakikat, onların meslek ve mezhebinde ukde-i hayatiye hükmüne geçer. Bunun sebebi insanın fıtratının mükerrem olmasıdır. İnsan fıtraten mükerrem, kaliteye ve değerli şeylere meyyal olduğundan daima hakka ve hakikate taraftardır. Daima hakkı ve hakikati arar. Fakat imtihan gereği bazen karşısına sınırlı sahayla ilgili bir hak ve hakikat çıkar. O da onun cazibesine kapılır. Fakat o sınırlı hakkı ve hakikati genelleme mantığıyla yayar. Bu durumda batıla yol açar. Ayrıca siyasi garezler, bazen de inad gibi hususiyetler o meslek ve mezhebi etkisi altına alıp batıl cephesini hak cephesine galip hale getirir.

Eğer bir meslek ve mezhebin hak cephesi eserlerine ve neticelerine hükmediyorsa ve batıl cephesi çok gerilerde kalıyorsa o meslek, hak; o mezheb de hakikattir. Fakat batıl cephesi sonuçlarına ve eserlerine hükmediyorsa, hak cephesi geride kalıyorsa o meslek, “ehl-i bid'at” ve o mezheb, “ehl-i dalalet” olur.

Şiilerin, Ehl-i Beyt sevgisine dair Kur'andaki emri imtisali hak iken, İran milliyetçiliği ve intikamı onların bu muhabbetini istila ederek onlara İslam’ı getiren Hz. Ömer'e (RA) ve Hz. Osman'a (RA) düşmanlığa yol açtı. Hz. Ali'yi (RA) sevmelerindeki aşırılık, hilafet hakkını ondan çaldı diye Hz. Ebu Bekir'e (RA) düşmanlığa; Cemel savaşında Hz. Ali'ye (RA) karşı savaştı diye Hz. Aişe-i Sıddıka'ya, Aşere-i Mübeşşere'den Hz. Zübeyr ve Hz. Talha'ya (R.Anhum) karşı nefretlere yol açtı. İslam ümmeti iki kola ayrıldı. Târihen sabittir ki, Şiilerin ehl-i küfür ve nifaka karşı zararı hiç olmamış, tarih boyunca bütün savaşları ehl-i Sünnete karşı olmuştur.

Vehhabiler de şeriatın, nasların, âyetlerin sarih hükümlerine, hadislerin zâhirine bakarak putperestliği çağrıştıracak bütün hususları reddettiler. Bu uygulama hakka uygun bir tavır iken, onların da ecdadının Hz. Ali (RA) tarafından öldürülmesi, Hz. Ali'nin (RA) evliyaların babası olması ve velayet yollarının başı olması, onlarda türbelere karşı bir kin oluşturdu. Kabir ziyaretini şirk iddia ettiler. Oysa sünnet-i seniyyede var iken… Sahabelerin ve evliyaların kabirlerini yıktılar. Onlara hürmeti de bir şirk olarak ifade ediyorlar. Şu an da öyle! Bu ise İslam'a zarar verecek bir husus teşkil ediyor. Allah rızası için Allah'ın dostlarını sevmek, onlara değer vermek, Onların duasını almak Kitap ve Sünnete uygun, Selef-i Salihînce uygulanmış durumlardır. Şühedanın ve Peygamberlerin kabirlerini ziyaret edip onları şefaatçi kılarak Allah'a dua etmek ve yağmur gibi ihtiyaçları için onlardan ricâda bulunmak sünnette ve Sahabe tatbikatında yeri olan uygulamalardır. Şu anki Vehhabi ve Selefî kesimin ehl-i küfür dururken, ehl-i kıble, namazlı ve zikir ehli kişilerle uğraşmaları İslam’a kan kaybettiren, ümmeti bölen bir husus olarak görünüyor. Bu durum Vehhabileri “ehl-i bid'at” yapıyor. Vehhabi Suud hükumetinin ABD, İsrail gibi devletlerle işbirliği yapıp Filistin gibi mağdur müslümanlara destek yapmaması batıl bir davranıştır. (Mektubat, 28. Mektub, 6. Mesele, Vehhabiler Risalesi, 3. Nükte)

Vahiyler, insanlığın eskiyen fıtratlarını yenilemek için gelirler. Bunu yapmak için önce onu çocuk masumiyetine ve ülfetsiz çocuk algısına döndürerek kendini ve kâinatı yeniden görüyor ve okuyor ve algılıyor hale getirir. Sonrasında kendi aslî fıtrat çekirdeğinin içindeki cevherleri açacak şekilde terbiye eder. Bu şekilde insan vahyin ışığı altında işleyen akıl-kalb-ruh fabrikalarıyla yenilenmiş olur.

Üstad Bediüzzaman, Kur'anı kendine bir üstad ve mürşid kabul ederek Eski Said'den Yeni Said'e geçiş yapar. Kendi akıl, kalb ve ruhunu vahyin eline “gassalın elindeki meyyit” gibi teslim eder. Kur'anın mutlak ve muhit, külli ve zamanüstü hakikatleriyle akıl cevherini yontar, İlâhî hikmeti algılayabilecek hale gelir. Kur'anın hikmet dediğinin hakiki hikmet olduğunu, felsefenin hikmet dediğinin çoğu zaman abesiyet olduğunu veya abesiyete vardığını müşahede eder. Kur'anın irşadıyla nefs-i emmaresinin vesveseleri, şüpheleri ve hevâcisine; şeytanın ve cinlerin vermeye çalıştığı vesveseler, şüpheler ve attığı ilkaata Kur'anın feyiz ve nurlarıyla cevaplar verir. İmanın, İslamın, İhsanın hakikat ve sırlarını Kur'an hazinesinden akıl, kalb ve ruhuna akıtır. İç dünyasını tam bir acz ve fakr, hiçlik ve yokluk ile Allah'a teslim eder. Bu şekilde bir seyr-i süluk-u aklî, kalbî ve ruhî yaşar. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Mevlana Celaleddin-i Rumi (Kaddesallahu Esrarehum) gibi...

Kütüphaneler dolusu felsefî ve bilimsel kitapları okumanın aklında açtığı yaralardan, ruhuna verdiği karanlıklardan kurtulur. Kur'anın şifa olduğunu kendi iç dünyasında hakka'l-yakîn zevk eder, yaşar. Bu süreçte nefsini tezkiye eder; enâniyetinin mahiyetini, sırlarını ve sınırlarını da keşfeder. Bu şekilde kalbini ve ruhunu İlâhî feyiz ve nurlara ayna olacak şekilde şeffaflaştırır. Hakk'ın mutlak huzurunda kendi çaresizlik ve hiçliğini, yokluk ve muhtaçlığını hissedecek şekilde gelişir. Kendini yeniler. “Cedîd” olur. Kendini Kur'an ile yenileyen sahabeler gibi o da başkalarının hayatını yenileyebilecek bir makama çıkar; “”Müceddîd” olur. Evet, kendi nefsinde “cedîd” olmayan, başkasına “müceddîd” olamaz. Her hakiki sahabe bir müceddid idi. Câhiliye kirlerinden ve elbiselerinden sıyrılıp Kur'an ile kendilerini iman, islam ve ihsanla inşa ettikleri gibi Üstad Bediüzzaman da Kur'anın hakikat ve nurlarıyla kendini baştan sona inşa etmiş, Kur'anın istediği haşyet, huşu, takva, ibadet, ciddiyet, emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker gibi hakikatleri ömrünün sonuna kadar hassas şekilde yaşamış ve diğer insanlara bir numune-i imtisal olmuştur.

Bu manada Risale-i Nur, Kur'an ile kendini yenilemek isteyen kişiler için günümüzden bir örnektir. Bilhassa Mesnevi-i Nuriye kitabı[1] bu manada nefis ve şeytanla, bâtıl fikir ve akidelerle savaşma; kalbini, ruhunu, aklını sınırları ile keşfetme, haddini bilme, kendini bilme, haddi dahilinde ebedî bir hayatı elde etme yolculuğudur. Kişiyi Hakikat'e ve Hakikatü'l-Hakaik'a eriştiren Kur'anî bir sırat-ı müstakîmdir. Delilli, ispatlıdır. Sadece aklî değil, kalbî ve ruhî bir sebîlillahtır. Nefsi tezkiye, enaniyeti terbiye edip istikamete getiren Kur'anî ve tevhidî bir caddedir. Kendi iç dünyanızda bu ilacı siz de tecrübe edebilirsiniz. Üstad'ın dediği gibi: "Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez." (Mesnevi-i Nuriye, Mukaddime)

Mesnevi-i Nuriye kitabı, Eski Said'i Yeni Said'e dönüştüren yolculuğun detaylarını bize gösteren bir kitap… Bu kitapta Bediüzzaman, Kur'anı akıl, kalb ve ruhu için bir “üstad”; nefsi ve enaniyeti için bir “mürşid” olarak kabul ederek kendini dergah-ı Samedaniyet-i hakka, medrese-i vahdaniyet-i hakikate gassalın elindeki meyyit gibi teslim ediyor. Aklıyla Kur'anı te'vil değil, Kur'anla aklını yontup aklını itidale ve “hikmet” e getiriyor. Allah'ın “Bak ve gör” dediği gibi insana ve kâinata aklıyla bakabilecek hikmetle bir gelişme kaydediyor. Aynı şekilde “Allah'ın sev ve merhamet et” dediği gibi insana ve kâinata yönelebilecek bir kalbî ve ruhî gelişimi bu süreçte kazanıyor.

Mesnevi-i Nuriye doğrudan Kur'an medresesi ve tekkesinden alınan ders ve irşad hükmünde olduğu, kitabın içindeki konu zenginliği, çap büyüklüğünü gösterdiği üzere Bediüzzaman'a saldıran nefis, benlik ve şeytanı sıra dışı derecede büyük ve güçlü olmalarına rağmen Bediüzzaman'ın bildirdiği üzere Kur'an hakikatleri karşısında balyozun altındaki cam parçaları gibi tuz buz olacak derecede zelil hale gelmeleri gösterir ki Mesnevi-i Nuriye kitabı dönemimiz insanlarının tamamının akıl, kalp, ruh, nefis ve benliklerini talim ve irşad edecek bir zenginliktedir. Nefs-i emmare, ancak gördüklerine itibar ettiği için Mesnevi-i Nuriye şuhudî bir tefsirdir; hakikatlerin varlığından değil içerdiği güzelliklerini gösterecek şekilde izahlar ve ispatlardan meydana gelir. Bu açıdan aklı gözünde olana da, gözü gaybda olana da bu kitap hitap eder. (Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Mukaddeme, Tenbih, İhtar, İ'tizar)

[1] Son devir Kadirî meşayıhından ve en büyük kelam âlimlerinden olup Bediüzzaman ile hayattayken de görüşen İsmail Çetin Hocaefendi “ Mesnevi-i Nuriye bütün bâtıl akidelere cevap verecek mahiyettedir.” diyerek kitabın ilm-i kelam boyutundaki kıymetini beyan ve tasdik eder.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.