İnsan ruhu, ebediyetten geldiği için ebedden ve Ebedî Zât'tan başkasına fıtraten yönelemez. Ruh, âlem-i emirdendir. Âlemler ise Kur’anın işaret ettiği üzere iki ana sınıftır: Halk ve hilkat alemi ve Emir âlemi... Halk ve hilkat âlemi, suretler âlemidir. Bu âlemdeki her şey değişkendir. Emir âlemi ise, hakikatler âlemidir. Orada her şey bakidir. Bu açıdan ruhun ebediyet ihtiyacını beka-yı hakikat ve ebediyet-i hak verebilir. Cennette dahi ruh, ebediyeti hissetmezse ruhani saadeti elde edemez. Cennetin ebediliğini duyması onu tatmin etmez. Yaşadığı zevk ve lezzetler, cismani saadeti yaşattırır. Fakat Cennetteki ilim meclisleri hakikati ve hakkı, bekayı ve ebediyeti ders verdiği ve hissettirdiği için ruhun asıl istediği ve aradığı menzillerdir. Bu açıdan Hakikati bulmayan ve bilmeyen ve hissetmeyen bir ruh için, verilen her hangi bir lütuf ve ikram, Cennet dahi olsa, ruhun fıtri ihtiyacını tatmin edemez. Ruhun beka ve ebediyeti elde edip hissedeceği pencereler sıdk-ı hakikat, sadakat-ı hak, hakkaniyet üzere hayat, rıza-yı İlahi ve kabul-u Rabbaniye mazhar her türlü amel ve icraattır. (Lem’alar, 17. Lem’a, 1. Nota)
Hastalıklar manevi hayat ve ruhani gelişme için olmazsa olmaz bir özellik gibidir. Bu açıdan Cenab-ı Hakk en sevdiği kullarına hastalık, musibet ve meşakkatleri verir. Ta ki hizmetleri sâfi olsun; ubudiyetleri tam ihlaslı gerçekleşsin; hayatlarındaki cüz'î ifrat ve tefritler dengeye gelsin; nefis ve benliklerinin yapacağı bulanıklıklar giderilsin. Musibetler, enâniyet terbiyesidir. Meşakkatler, nefis tezkiyesidir; nefsin kalbin üzerindeki yaptığı perdeyi yırtar. Hastalıkların en tehlikelisi, maddi hayatı sona erdirir. Bu durumda kişi, manevi şehid olur. Hastalıkların daha hafif bir kısmı ise kişiyi sakat bırakabilir. Bu durumda kişi manevi gazi olur. Çok daha hafif bir kısmı ise misafir gibi gelir, konar, gider; fakat bir mürşid-i kâmil gibi vazifesini bir irşad ve ıslahat yapıp gider. (Lem’alar, 25. Lem’a, 16. Deva)
Ubudiyet, verilmiş nimetlerin sonucudur. Sonra kazanılacak mükâfâtın başlangıcı ve hak edilmesi değildir. Cenab-ı Hakk insana “pür hayır” olan varlık nimetini verdi. Sonra yeryüzünden göz ve kulağıyla istifade ettiren canlılık nimetini verdi. Yeryüzünü midesinin önünde rızık sofrası yaptı. Sonra insana, akıl ve kalb vererek maddi ve manevi âlemleri ona bir nimet sofrası yaptı. Sonra insanı yaratılış âleminden öteye geçiren ve Allah'ı Esma-i Hüsnası ve Mukaddes Sıfatları ile tanıtan iman ve islamiyet nimetlerini vererek istifade sofrasını zaman-üstü hale getirdi. İnsanı kâinatlaştırdı. Sonra insana muhabbet nurunu vererek ebedî bir nur âlemini insana ihsan etti. Bütün bu ihsanlar sonsuz bir ubudiyet ve hizmet isterler. Ubudiyet ise aklın marifeti, kalbin muhabbeti ve nefsin şükrüdür. Hizmet ise, insanın Allah'ın halifesi rütbesiyle diğer insanlara Allah'ı bildirmesi, tanıtması, sevdirmesi ve şükrettirmesidir. Yani diğer insanların Rabbi ile bağını kurdurup ubudiyet hakikatinin küllileşmesini sağlamaktır. (Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve)
İnsanın gençliği, ömrün gündüzü, senenin baharı gibidir. Gündüz yerini akşama ve geceye bıraktığı, bahar ve yaz yerini güz ve kışa bıraktığı gibi gençlik de yerini ihtiyarlık ve ölüme bırakacak. İnsanın gençliğini kullanma tarzına göre ise dünya ve ahiret hayatı şekillenecek. Meşru dairedeki keyfe kanaat ederek harama bulaşmayan bir genç için gençlik iffet ve istikamet dairesinde kullanıldığında hayırlı işler yapmak için bir hazine, bir fırsat ve bir vasıta olur. Bu şekilde yaşanan bir gençlik, ebedî ve baki bir gençliği insana kazandırabilir. Fakat nefsinin hazları ve tutkuları uğrunda yaşanan bir gençlik öfkesiyle cinayet işler, hayatını zindan eder. Şehvetiyle zina eder veya tecavüz ederek ömrünü zindana çevirir veya hastalıklarla, ruh sıkıntılarıyla, hayıflanmalarla, vicdan azaplarıyla maddi ve manevi hayatını berbat eder.
Haram sevmekteki lezzet cazip gelse de, bu sevgi evlilikle neticelenmeme ihtimalinden dolayı ayrılık acısını taşır. Bu ihtimal dahi acı verir. Bazen seven kişi sevgisine bir mukabele görmez. Bu diğer bir acı kaynağıdır. Bazen sevilen kişiyi bir kaç kişi sever, bu manada seven ve sevilen arasında nikah ile aidiyet olmadığından kıskançlık duygusu devreye girer. Bu da diğer bir acı kaynağıdır. Bu manada sevmenin verdiği bir lezzete mukabil, kıskançlık, mukabele görmeme, ayrılığın şiddetli acılarını o genç peşinen kabul etmiş olur, kendine çektirir... Üstad’ın dediği gibi " Helal dairesi geniştir, keyfe kâfidir. Harama girmeye lüzum yoktur. " İffet ve istikametle ömrünü hayır ve hak, hasenat ve hizmetlerde geçiren gençler Hakk katında bir melek gibidir. Kendindeki kuvvetleri bir melek gibi, kontrolü altına alır ve hayra kullanır; Mâlik ismine mazhar olur. Yusuf (AS) gibi… Eğer Hak yolunda kendindeki kuvveti küfre karşı şiddet, nifaka karşı hiddet ile kullanırsa Esma-yı Hüsna’dan Melîk-i Muktedir isimlerine ayna haline gelir. Süleyman (AS) gibi… (Şualar, 11. Şua, 5. Mesele)
Meleklere iman, imanın temel bir unsurudur. Cenab-ı Hak, canlıları ruhlarıyla idare edip yönettiği gibi; cansız nesneleri de melekleriyle yönetir. Madde, kâinatta asıl unsur değildir. Lüb, esas, hakikat değil bilakis bir kabuk, köpük ve surettir. Değişir. Fânidir. Maddi hayat sahibi nesnelerde madde ve kuvvetin hâkimiyeti yoğunlaştıkça, fil ve balinada olduğu gibi, hayat ve ruhani özellikler daha belirsiz hale gelir. Fakat mikroskobik bir canlının kendi kardeşlerini görmesi, onları işitmesi, onlarla irtibatı, çoğalması, rızkını bulması ve elde etmesindeki hassasiyet, gelişmişlik ve hız gösterir ki madde küçüldükçe hayat ve ruh kendini daha iyi ifade ederler.
Madde, kudret-ilim ve iradenin sabit görüntüsüdür. Madde, kudretin ilimle şekillendirilmiş halidir. İlim, manevi bir kalıptır. Maddenin şeklini manevi ilim kalıbına irca etmediğimizde maddi kalıplarla olduğunu iddia etmiş oluruz. Gözle görüldüğü üzere dağları ve kayaları şekillendiren maddi kalıplar bulunmuyor. Kuvveti şekillendirip zerre haline getiren; aynı kuvvet malzemesinden farklı özellikte 114 element yapan, bunları birleştirerek cisimleri renklendiren, şekillendiren, sanatlı bir yapı haline getiren ilimdir. Bu manada insan aslında daima ilmi görür. Nereye bakarsa baksın ilim karşısındadır.
Canlılarda ise ilim kendini canlılığın değişkenliği ve faal yapısı içinde daha net ve berrak olarak gösterir. Bu manada canlılarda, ilim ve irade hâkim unsurdur. Cansızlarda ise, kudret... Cansız nesnelerin kudretle idaresini Kur'an " Arş " çatısı altında toplar. Canlı nesnelerin ilim ve irade ile idaresini ise " Kürsi " adı altında...
Madde, hayata hizmetkârdır. Hayat ise, şuur ve iradeye... İnsanlar arasında en üstünleri olan ve her biri bir ruh insanı olan peygamberlerin içinde en üstünleri “ülü'l-azm resuller” dir. Onları büyük yapan “azimleri” dir. Azim ise, iradenin kemikleşmiş, sabit ve hakikatli haline verilen isimdir. İradenin karşısında kudret ve ilim, edilgen boyuttadır. Bu manada irade, Cenab-ı Hakk'ın zâtını bildiren en büyük sıfattır.
Bu manada bir insan için kemal seviye, ihlas-ı hakiki ile cüz'î iradesini Külli İrade'de fâni etme, Onun emrini kendine irade olarak kabul etmektir. Bu manada takva da, ihlaslı bir hayatı göstermesiyle kişinin Hak katında kereminin belirtisidir. İnsan ihlası ve azimli iradesi ile melekiyeti yaşadığı ve meleklere imanı hakkalyakin elde etiği gibi, takva ve veraı ile de melekleri aşar, ruhlaşır, kendi ulvi ve nurani potansiyellerini aktif hale getirir. (Nokta Risalesi, Melâikeye İman Bahsi, 1. Mes’ele)