Risale-i Nur’un şerhi konusunda Üstad Bediüzzaman’ın Mektubat kitabının 29. Mektub kısmının Hücumat-ı Sitte ismiyle meşhur 6. Kısmı’nın 5. Desise-i Şeytaniye: “Enaniyet” bahsinde şu şekilde izahı bulunmaktadır:
“Bu durûs-u Kur'âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhâtıdır;[1] bizler, taksimü'l-a'mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.”
Şerhte iki usul bulunuyor:
- Risale-i Nur’u Risale-i Nur ile şerh etmek… Bu durum, Külliyat’ın ilgili bölümleri bir birini açtığında geçerlidir. Bu tarz bir şerhi yapabilmek için hem Külliyata çok hâkim olmak, hem Risale-i Nur’un bahisleri arasındaki ilişki ağlarını görebilecek ve gösterebilecek derecede Risale-i Nur’a nüfuz etmek şarttır.
- Risale-i Nur’u Kur’an, hadis, sünnet, İslam ilimleri ve fen bilimleri gibi ilmî müktesebatı ile şerh etmektir. Bu durum ise Üstad Bediüzzaman’ın meseleyi hiçbir yerde açmadığı ve kapalı bıraktığı veya açamadığı durumlarda yapılabilir.
Bu iki boyut şerhin varlığına delil ve en güzel örnek Hz. Peygamber’in (SAV) Yemen’e vali tayin ettiği Muaz bin Cebel (RA) ile arasında geçen konuşmadır:
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Muaz b. Cebel -radiyalallahu anh-‘ı Yemen’e vali olarak gönderirken ona şöyle sormuştur:
-“Ey Muaz neye göre hüküm vereceksin?” Muaz:
-‘Allah’ın kitabına göre’ diye cevapladı. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
-‘Allah’ın kitabında herhangi bir konuda hüküm bulamazsan neye müracaat edeceksin?’ diye sordu. Muaz:
-‘Allah’ın Resulünün sünnetine müracaat ederim.’ dedi. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
-‘Onda da bulamazsan?’ diye sordu. Muaz:
-‘O zaman ben kendim içtihat ederim.’ dedi. Bunun üzerine Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun göğsüne elini koyarak
-‘Peygamberin temsilcisine Peygamberin sevdiği yolu benimseten Allah’a hamdolsun.” diye buyurdu. (Müsned-i Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi, İbn-i Mace)
Bu çerçevede Kur’anın ilk müfessiri kendi âyetleri olduğu, ikinci müfessiri sünnet-i seniyye olduğu gibi Risale-i Nur’un da ilk şerhi diğer Risale-i Nur nüshalarıdır. Hatta Yeni Said dönemi eseri olsa da Risale-i Nur’un bazı bahislerinin şifre ve anahtarları Eski Said eserlerindedir. Bunu çeşitli örneklerle yazı dizimizin ileri safhalarında göstereceğiz. Bu minvalde Risale-i Nur’un ikinci şârihi de Ağabeylerin aktardığı hatıralardaki bazı anahtar bilgilerdir. Sonrasında ise kişi Külliyatta bulamadığı ve hakikaten izahı olmayan, hatıralarda da izahına ulaşılamayan konularda Hz. Muaz (RA) gibi re’yini ve içtihadını ortaya koyarak bir şerh yazabilir. “Kızıl Îcaz Merkezli Bir Şerh Nümunesi: Besmelenin Başındaki “Bâ” Harfinin Manası” makalemizde gösterdiğimiz üzere…
Bu çerçevede bu yazı dizimizde Risale-i Nur’un Risale-i Nurlarla Şerhine dair çok sayıda örnekler ele alarak, Üstad’ın Külliyat’ta ve hatta Eski Said eserlerinde yaydığı anahtarları, ilgili pasajları aktararak Risale-i Nur’un Risale-i Nurlarla şerhinin nasıl olacağını göstermeye çalışacağız. Gayret bizden muvaffakıyet Allah’tan…
Risale-i Nur’un Risale-i Nurlarla Şerhi: 1. Misal
Üstad Bediüzzaman Şualar kitabının 7. Şua bölümünün 1. Makamının 16. Mertebesi’nde şöyle denilmektedir:
“İkincisi: Elinde, bu kâinat Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur'ân-ı Azîmüşşanın, yedi vech ile harika olmasıdır. Ve bu Kur'ân'ın, kırk vech ile mu'cize olduğu ve Kâinat Hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mu'cizat-ı Kur'âniye namlarındaki ve Risale-i Nur'un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: "Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz."
Dikkat edilirse Bediüzzaman Kur’an hakkında: “…o ferman olan Kur'ân-ı Azîmüşşanın, yedi vech ile harika olmasıdır. Ve bu Kur'ân'ın, kırk vech ile mu'cize olduğu ve Kâinat Hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mu'cizat-ı Kur'âniye namlarındaki ve Risale-i Nur'un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden…” denilmekte fakat mesele bu bahis ve devamında izah edilmemektedir.
İlgili bahis “harika” ve “mu’cize” vurguları üzere dönmektedir. İlgili bahsin anahtarı bu iki kavramın beraber kullanıldığı Sözler kitabı 5. Söz’deki şu ifadede saklıdır: “Evet, en parlak bir mucize-i san'at-ı Samedâniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de O’dur.”
Şualar’daki bahis Risalet-i Ahmediye’nin (ASM) ispatı merkezlidir. Bu merkeziyette Hz. Peygamber’in (ASM) bir mucize-i ekberi olan Kur’anın delillik ciheti incelenmektedir. Kullanılan “harika” ve “mu’cize” kavramları bizi 5. Söz’e ve dolayısıyla “hayat” hakikatine götürdü. Bediüzzaman Kur’anın i’caz cihetinin, ondaki “san’at” lara dayandığını, harikalık cihetlerinin ise “hikmet” e dayandığını 5. Söz’de işaret ediyor. Dolayısıyla Kur’an da Sani-i Hakîm isimlerine mazhardır.
Kur’anın sanat cihetindeki i’cazını görebilme şartı Badıllı tercümesi Mesnevi-i Nuriye’de şöyle izah edilir: “Evet ben kat’iyyen gördüm ki; Kur’anın cemal-i i’cazını görmeklik, kalbin selâmet ve sıhhat derecesine tabidir ve ona göre görünür. Binaenaleyh mariz kalbli kimse, Kur’anın cemalini göremez. Ancak onun marazının ona teşvih edip çirkinleştirdiği bir sureti görebilir. Demek Kur’anın üslûbu ile kalb, ikisi karşılıklı iki ayna tarzında birbirleri içinde in’ikas ediyorlar.” (Katre Risalesi, Hatime)
Kur’anın hikmet cihetindeki harikalığının idrak şartı ise 6. Söz’de şöyle ifade edilir: “Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz ve muzır bir alet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'aç ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsine[2] satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.”
Kur’anın hayat hakikati ile ilgisinin izahı, Kur’anın mahiyeti ve Risalet-i Ahmediye’nin (ASM) ferdî ve sosyal, insanî ve kevnî vücud ve hayat hakikatleri ile ne derece köklü bir ilişkisi olduğunu Bediüzzaman Lem’alar kitabının İsm-i A’zama dair olan 30. Lem’anın ism-i Hayy’e dair 5. Nüktesi’nde şöyle izah eder:
“Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, peygamberlere iman rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san'at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o Hayat-ı Ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitaplardır.) Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir surette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan "irsâl-i rusül" ve "inzâl-i kütüb" rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur'ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.
Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan[3] süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.) , kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) , âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.”
[1] Üstad’ın bu metinde vurguladığı tereşşuhat lafzı, “reşha” şeklinde Kur’an feyizlerinin kalbe akışına işaret etmektedir. Bu ifade göstermektedir ki, Risale-i Nur’u şerh edecek kişinin 24. Söz’deki “reşha” makamında bir kalb sahibi olarak Risale-i Nur’a ve onun üstadı ve mürşidi olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’a muhatabiyeti şarttır. Ta ki, yapacağı şerh Risale-i Nur gibi feyizli olabilsin, kalplere Hakikat Güneşi’ni ve akıllara Hakk Hilali’ni gösterebilsin. Ölü kalpleri “ihya” edecek ve onlara ebediyet kazandıracak bir “âb-ı hayat” olabilsin. Aksi takdirde yapacağı şerh “katre” misali aklıyla olur. Bu durumda yapacağı şerh de yalnızca akıllara Hakk Hilali’ni, belki tabiat gecesini göstermekten öteye varmayacaktır.
[2] Allah’a satılan bir aklın keşfedeceği ve insana sindirteceği sır, “malikiyet-i mutlaka” dır. Bu sır oturmadan kişi “ucub” dan da, “gurur” dan ve “kibir” den asla kurtulamaz. Çünkü bu idrak, enfüsî tevhidin temelidir. Bu cihetten dolayı Bediüzzaman “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim.” dedikten sonra öğrendiği dört kelamdan ilkinin “İnnî lestü Mâlikî” (Ben, benim Mâlikim değilim, ben bir memluküm) olduğunu içsel yolculuğunun başlangıcı olan Katre Risalesi’nin girişinde ifade eder.
[3] Kâinattan maksad, “vücud” (varlık) âlemidir.