Risale-i Nur’un Risale-i Nur İle Şerhi-2

Erdem AKÇA

Risale-i Nur’da Üstad Bediüzzaman çeşitli sahalara dair tecdidler yaparak o sahayla ilgili yenilikler getirir. Getirdiği yenilikler hem hakikat mesleği ve hakk meşrebi çerçevesinde o meselenin ileri seviyelerini ifade eder, hem o konunun zarar verici muhtemel boyutlarından din algısını kurtarıcı keyfiyettedir. Müteşabih hadisleri algılamaya dair getirdiği yeniliklerin, ümmet-i Muhammed (ASM) ve İslamiyetin, “hurafeci” olarak algılanmasını engellemesi gibi…[1]

Bediüzzaman’ın tecdid yaptığı sahalardan birisi tasavvuf sahasına dair uygulamalardır. Bunlardan birisi ise “rabıta-yı mevt” konusudur.[2] Kendisinin geliştirdiği rabıta-yı mevt ile ehl-i tasavvufun geliştirdiği rabıta-yı mevt hakkında Bediüzzaman şöyle izahatta bulunur:

“Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, “Râbıta-i Mevt”tir. Evet ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desîselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakîkat, Kur’ân-ı Hakîm’in [3] gibi âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir sûrette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi pek çoktur.

Hadîste [4] -ev kemâ kal Yâni: “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakîkat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmağa mecbûr değiliz. Hem meslek-i hakîkata uygun gelmiyor. Belki âkibeti düşünmek sûretinde, müstakbeli zamân-ı hazıra getirmek değil, belki hakîkat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayâle, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.”[5]

[Dikkat edilirse Üstad Bediüzzaman, bir kişinin bizzat diriliği yaşadığı hazır zamanda kendinin öldüğünü farz ederek rabıta-yı mevt yapmasının hakikate muhalif olduğunu fakat hakikat ehli âlim ve velilerin dahi hakiki rabıta-yı mevtin nasıl olacağını keşfedemedikleri için hakikate muhalif ve hayalî, tarikat ehline has bu rabıta-yı mevti yaptıklarını “meslek-i hakikata uygun gelmiyor” sözüyle ifade ediyor. Rabıta-yı mevt bir tefekkür ameliyesi olduğundan hakiki rabıta-yı mevtin tarzının mevti hazır âna hayalen getirmek değil, bilakis bu andan mukadder ve kesin olan şahsa ait mevt gününe fikren gitmek ve nazarla bakmak olduğunu keşf ve ifade eder. Bu çerçevede hakiki rabıta-yı mevt, ehl-i hakikatin mesleği ve ehl-i hakkın meşrebine daha muvafıktır. Bu yönüyle Üstad Bediüzzaman bu sahaya dair müceddidiyetini göstermektedir.

Bediüzzaman hakiki rabıta-yı mevti uygulamada anahtar rolü oynayan “fikir” ve “nazar” ayrımını Nokta Risalesi’nde şöyle açar: "Sahife-i âlemin eb'âd-ı vâsiasında Nakkaş-ı Ezelînin yazdığı silsile-i hâdisâtın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Tâ ki mele-i âlâdan uzanan şu selâsil-i resâil, seni âlâ-yı illiyyîn-i tevhide çıkarsın." Fikir, bir işin hakikatini bulur ve hakikati net olarak görür; nazar ise, o hakikatin hayata nasıl sirayet ettiğini, hangi sebep-sonuç sistematiği içinde tahakkuk ettiğini yani hikmetini müşahede eder.[6] Ölüm sürecinin başlangıcının, saç ve sakalların ağarması, hastalıkların bedende yerleşmesi ve sağlık problemlerinin bedeni vatan kabullenişi olması gibi… ]

Risale-i Nur’un mümtaz hasiyeti onda, bir sahaya dair tespitler yapıldıktan sonra meselenin teorik planda bırakılmayarak temsillerle maddî hayata yaklaştırılmasıdır. Hakiki rabıta-yı mevt konusunda İhlas Risalesi’nde yapılan tespit ve tahkikin gerçek hayatla bağını kuracak şekilde Bediüzzaman 17. Lem’a Risalesi’nde bizzat kendisi bir rabıta-yı mevt yapar. Hakiki rabıta-yı mevtin kilometre taşlarını ortaya koyar. Ayrıca bu hakiki rabıta-yı mevtte Risale-i Nur mesleği ve meşrebi, Esmaü’l-Hüsna’ya dayandığı ve her âlemde Esmaü’l-Hüsna’yı okuduğu ve okuttuğundan ruhun mevte ve kabir âlemine alışması sürecinde baskın olan İlâhî isimler olan Hannan, Mennan, Deyyan ve Rahman isimlerini sıklıkla işler.

Rabıta-yı mevte girişi ise, birazdan göreceğimiz üzere, Rabb ve Halık isimleriyle yapar. Çünkü bir insanın dünyaya gelişini isteyen Rububiyet, onu dünyaya getiren ise Halıkıyet hakikatidir. Bediüzzaman bu iki ismi rabıta-yı mevtte sürekli “Rahîm” ve “Kerîm” isimleriyle beraber ele alır. Rahîm ve Kerîm isimleri Külliyatta beraber ele alındığında Rahîm ismi, insanın “fakr” ına medet eden rahmet, Kerîm ismi ise insanın “acz” ine şefkat eden bir inâyet manasındadır. Acz ve fakr, bütün mahlukat gibi insanın da zâtî ve ondan ayrı düşünülemez vasıflarıdır.

Üstad Bediüzzaman’ın vurguladığı üzere, inayet sıfatı Kerîm isminin tecellisi[7] olup âcizlere[8] odaklanır. Rahîm ismi ise, bereketiyle fakirlere odaklanır.[9] Yaratılan her şey, mahlukiyeti gereği mutlak mef’ul ve münfail olduğundan ve “mutlak acz” i taşıdığından inayet ona tahsis edilir manasında Bediüzzaman, “Halık-ı Kerîm” terkibini; yaratılan her şey kemaline ermek için dünyaya gelir, duası ve gayretiyle kemal yolculuğu yapar manasını ima eder maksadıyla Bediüzzaman “Rabb-i Rahîm” terkibini hakiki rabıta-yı mevt bahsinde kullanır.[10] Sonraki süreçte insanın aczine şefkat eden Hannan, fakrına özel nimetlerle medet eden Mennan[11] isimleriyle kabir âlemi sürecine girer; ilerleyen safhalarda Hannan ve Mennan isimlerine, Deyyan ve Rahman isimlerini de ekler. Kabir sualini Deyyan isminin istediğini ima ettiği gibi, fani hayatında Rahmaniyetin eseri olan Kur’an ile, imanı ve salih ameli elde edenlerin kabir sualini aşacaklarına da Rahman ismiyle işaret eder.

Bediüzzaman’ın Lem’alar kitabının 17. Lem’asının 12. Notası’nda yaptığı hakiki rabıta-yı mevt, İhlas Risalesi’ndeki tespiti şu şekilde şerh eder:

ON İKİNCİ NOTA: Ey bu Notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki; ben hilaf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru ve niyaz ve münacâtını ba’zan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü Rahmet-i İlâhîyyeden rica etmektir. Evet kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lîsanımın tevbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sâbit ve bir derece dâim olan kitabın lîsanı daha ziyâde o işe yarar. İşte on üç sene evvel[12], dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said’in gülmeleri, Yeni Said’in ağlamalarına inkılâb edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahiyle uyandığım bir anda, şu münacât ve niyaz Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meâli şudur ki:

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zâyi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gâyet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.[13] Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’i bir yakîn ile anladım ki; hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcûdât dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Husûsan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim![14] sırriyle ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lîsan-ı haliyle, ruhumun lîsan-ı kaliyle bağırarak derim: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı Rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!

İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi’ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce’ ve mence’ yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-amân, el-amân! Yâ Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir.

İlâhî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmetenli’l-Âlemîn olan Habibin, senin rahmetine yetişmek için vesîlemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum.[15]

Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnûun ve abdin; hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra[16] nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını i’tirâf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtelâ olmuş. Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zaten o senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen; senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab[17] yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Ma’bûd yoktur ki, ona iltica edilsin!..”

[18]

[Dikkat edilirse metinde geçen: “Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim” şeklindeki cümle hakiki rabıta-yı mevtin anahtarıdır. Hadiste ifade edildiği üzere, geleceği kesin olan her şey, uzak değil yakındır. Üstad Bediüzzaman bu yakınlığı yakinen bilip iman ederek, o ecel-i mukadderi fikren görüyor, aklen ona nazar ediyor.

  • “Küllü nefsin zaikatü’l-mevt” âyetindeki külliyete dahil bir ferdin şahsî fani hayatı olduğunu;
  • “İnneke meyyitun ve innehum meyyitun” âyetindeki inne-i tahkikiye ile ifade edilen hakikat-i mevte kendisini bir gün bulacağını,

hakikat mesleği gereği ilme’l-yakîn ile biliyor, hakk meşrebi gereği ayne’l-yakîn ile görüyor.[19] Bu fanilikten, feyz ve nur alıyor. Evet dünyanın faniliği nefs-i emmâreyi ürkütür ve korkutur; fakat Allah’a aşk ile bağlı ve diri bir kalb için dünyanın faniliği bir sürur, Allah’a iştiyak ile diri bir ruh içinse dünyanın faniliği ve ölüm bir ferah penceresidir. Bu çerçevede, İhtiyarlar Risalesi, genç ve yaşlı ruhlara nefes aldıran muazzam pencerelerdir, denilebilir. 33. Söz nasıl ki akıl için hakikate açılan pencerelerse, İhtiyarlar Risalesi’ndeki her bir rica, aşk-ı bekaya mübtela, şevk-i ebediyete meftun kalb ve ruh için ebedî teneffüs pencereleridir.

Rabıta-yı mevtin en büyük kârı kişiyi, ihlasta ilerletmesi ve amelleri Allah rızası için yapılır hale getirmesidir. Bediüzzaman’ın 12. Nota’da yaptığı bu hakiki rabıta-yı mevt, şahsî mevti ile ilgili olup kişiyi ihlasta “halisiyet” makamına çıkartacak keyfiyettedir. Kişiyi “kendi hakikatini” keşfe de götürür. Bu rabıta-yı mevtin bir ileri seviyesi kişinin doğduğu ve yaşadığı asrın ve içindekilerin ölümü şeklindedir. Bu seviyedeki rabıta-yı mevt kişiyi ihlasta, “muhlisiyet” seviyesine çıkartır. Üstad’ın belirttiği üzere… Daha ileri seviye rabıta-yı mevt ise insanın yaratıldığı, kalbî alaka ve muhabbet, ruhî irtibat ve şevk ile bağlandığı dünya ve kâinatın ölümüne dairdir. Bu seviyedeki bir rabıta-yı mevt ise kişiyi “muhlasiyet” seviyesine ve “hakikat-i ihlas” a eriştirir.

Âfâkî boyuta uygulanan rabıta-yı mevt, kişiyi dünya ve kainatın hakikatini keşfe de götüren bir yoldur. Aynı zamanda “insanla diğer insanların”, “insanla dünya ve kâinat” ilişkisinin sırlarını da açar.

Hakiki rabıta-yı mevt ile, kişinin yaşadığı asrın ve hem-asırlarının ölümünü görmesi, insana “bir gün unutulacağı hakikati” ni kesinkes bildirdiği gibi Zât-ı Bâki-i Dâimî’nin zikrini çare-i necat ve “Mezkuriyet kapısı”[20] gösterir. Kâinatın ölümünü insanın aklen ve kalben görmesi ise Allah’tan kopuk bir mevcudiyetin âkıbetinin “bir helak (tükeniş) ve yokluk” olduğunu[21] insana net olarak bildirdiği gibi yalnızca Allah’a teveccüh ve Onun rızasını[22] kazanmanın bir insan için ebediyet ve beka kapısı olduğunu fark ettirir. Çünkü Bâki-i Mutlak yalnız O’dur.]

[1] Sözler, 24. Söz, 3. Dal’da ve Şualar, 5. Şua kısımlarında gördüğümüz üzere…

[2] Bu makalede de Külliyattaki hakiki rabıta-yı mevt ile ilgili kısımlar bir araya getirilerek Risale-i Nur’un Risale-i Nur ile Şerhi konusuna bir örnek ortaya konulacak…

[3] İlgili ayetler ve mealler sırasıyla şu şekilde: "Her nefis ölümü tadıcıdır." (Âl-i İmrân Sûresi, 3:185) ve "Hakikat bu ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer Sûresi, 39:30.)

[4] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

[5] Lem’alar, 21. Lem’a, 4. Düstur.

[6] Üstad Bediüzzaman mantık üzerine kaleme aldığı Kızıl İcaz kitabında, “fikir” konusunu bütün derinliğiyle tahlil ettiği gibi, Ta’likat isimli diğer mantık eserinde de “nazar” konusunu bütün derinliği ve kuşatıcılığı ile ele almış, tanımlamıştır.

[7] Sözler, 10. Söz, 10. Hakikat.

[8] Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Fârisî Münâcât.

[9] Sözler, 1. Söz.

[10] Dua, Rububiyete yapılır. “Kul ma ya’beu bikum Rabbî levlâ duaukum” ( Duanız olmazsa Rabbimin katında ne ehemmiyetiniz var!) (Furkan suresi, 77) âyetinde vurgulandığı üzere.

[11] Hannan ve Mennan isimleri, ikisi bir paket oluşturarak ism-i a’zam etkisi taşırlar. Bir isim, insanın hem acz hem fakrını aynı anda giderebilecek mahiyette ise tek başına ism-i a’zam tesirini taşıyan “kemal” bir isim olur. Fakat Hannan ve Mennan gibi isimler, ikisi acz ve fakrı giderecek mahiyetiyle beraber bir ism-i a’zam tesirini vermektedirler. Bu cihetten daima beraber kullanılırlar. Biri aczin ilacı, diğeri fakrın ilacıdır. İnsanın bu iki derin ve köklü manevi yarasını tedavi edip onu korku ve hüzünlerden kurtarabilen ona ancak Mabud olabilir, manasını Kureyş suresi ders verir. Hannan ismiyle ism-i a’zam bağına dair bir rivayet şu şekildedir: Bir sahâbi namazda tahiyattan sonra; "Allah'ım! Her türlü övgü Sana'dır. Senden başka ilâh yoktur. (Sen) Hannân'sın, yeri ve gökleri vâr edensin, celâl ve ikram sahibisin niyazı ile Senden istiyorum. Ey diri olan (Hayy), ey sürekli vâr olan, varlıkları yöneten (Kayyûm) Senden istiyorum" diye dua edince, bu duayı duyan Peygamberimiz (SAV):

-“Bu kişinin ne ile dua ettiğini biliyor musunuz?” diye sorunca sahabeler:

-“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” der. Peygamberimiz (SAV):

-“Nefsim kudretinde olana yemin ederim ki bu zat, ism-i a’zam ile dua etmiştir ki, bununla dua edildiği zaman Allah bu duayı kabul eder, bu isimle bir şey istendiği zaman Allah o isteği verir" buyurur (Ahmed, III, 158).

[12] 17. Lem’a, 1934-1935 yıllarında yazıldığından bu rabıta-yı mevtin ilk ve asıl hali, 1922-1923 yıllarına tekabül etmektedir. O esnada Bediüzzaman takriben 45-46 yaşlarında bulunmaktadır.

[13] Mesnevi-i Nuriye’deki aslî Arapçası’nda Üstad kabir için “Beyti’l-vahdeti ve’l-infirâdi” (yalnızlık ve tek başınalık evi) der.

[14] bk. Tirmizî, Zühd 5; İbni Mâce, Zühd 32; Müsned 1:63.

[15] Hz. Yakub (AS) gibi…

[16] Üstad rabıta-yı mevtin tesirini bulunduğu anda hissettiği için ve yaşadığı sarsıcı hastalıklardan dolayı 40’lı senelerden fazla yaşayacağını zannetmediğinden dolayı burada “40 yaş” vurgusu yapıyor. Üstad Bediüzzaman Habbe Risalesi’nin Zeylini kaleme aldığında çok şiddetli bir rahatsızlık geçirmiştir. Bundan dolayı Zeyl’in sonuna “Elveda” notunu düşmüştür. Yıllar sonra kendisi bu nota şu dipnotu düşer: “ Ben o vakit hastalığın şiddetinden, ecelin yakınlaştığını zannetmiştim. Onun için “Elveda” deyip, kabir kapısından sefer ile, ahbabım olan üstadlarım ve arkadaşlarım medrese talebeleri ve Nur şakirdlerinin mecmaı olan diyara gidiyorum diye düşünmüştüm) (Bkz. Mesnevi-i Nuriye, Abdülkadir Badıllı Tercümesi.) Bu not ve dipnottan da anlaşıldığı üzere hastalıklar ve özellikle şiddetli ve ağır hastalıklar (Covid-19 gibi) bir rabıta-yı mevt fonksiyonu görüyor, kişiyi uhrevileştiriyor. Bu cihetten Hz. Peygamber’e (SAV) bir sahabe,

-"Ey Allah’ın Resulü, malım gitti, param bitti, vücudum hasta oldu" dedi. Hz. Peygamber (SAV) o sahabiye buyurdu ki:

-“Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta olmayanda hayır yoktur. Çünkü Allahü Teâlâ’nın sevdiği kul, belaya maruz kalır.” [Ebu Davud]

Bu hadisin verdiği perspektifle bakılırsa malın gitmesi ve paranın bitmesi de, bedene gelen bir hastalık gibi birer rabıta-yı mevt ve faniliği hatırlatma hükmündedir.

[17] Mesnevi-i Nuriye’deki Arapça bahiste Üstad “Fe ente Rabbü’l-Maksûd ve’l-Hakku’l-Ma’bûd” (Öyleyse yalnızca Sen, Rabb-i Maksûd ve Ma’bûd-u Bilhak’sın) der.

[18] Senden başka ilâh yoktur. Sen birsin. Senin hiçbir şerikin yoktur. Dünyada son, âhirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur; yine şehadet ederim ki Muhammed (a.s.m.) Allah'ın Resulüdür.

[19] İlgili âyet doğrudan Efendimiz’e (SAV) hitaben “Sen de hakikaten öleceksin, onlar da (çevrendeki insanlar da) hakikaten ölecekler” diyor. Ki âyetin bildirdiği üzere hem Hz. Peygamber (SAV) ve hem onunla hem-asır olanların hepsi fani dünyadan ayrıldılar. Âyetin kat’î hükmü ve verdiği haber hepsini buldu. Bu âyet özel manada “İnneke” (hakikaten sen) ifadesiyle “her bir insanı”; “İnnehum” (hakikaten onlar) ifadesiyle “o insanla aynı dönemde yaşayan bütün insanları ve canlıları” nazara vererek, mevtin canlılar dünyası ve insanlık âleminde küllî ve istisnasız bir kanun olduğunu tekidle vurguluyor. “İnneke”, enfüsî mevt hakikatini; “innehum” âfâkî ve kevnî mevt hakikatini ifade eder. Ki Bediüzzaman hakiki rabıta-yı mevtin uygulama sıralamasını da bu şekilde enfüsten başlatır, sonra âfâkî boyuta geçerek önce kendisiyle hem-asır olanlara, sonra da kâinata şeklinde ilerletir. Âyetten aldığı derin dersi gösterir. Demek aynı âyeti ehl-i tarikat farklı şekilde algılıyor; Bediüzzaman ise bir ehl-i hakikat ve ehl-i hakk olarak farklı algılıyor ve uyguluyor. Fakat Bediüzzaman’ın âyeti anlayışının daha köklü ve daha doğru olduğu net olarak görünüyor.

[20] Bu noktada bakara suresindeki “Fezkurûnî ezkurkum” (Beni zikredin Ben de sizi zikredeyim) (Bakara suresi,152) âyeti bekaya âşık bir kalb için baki bir müjde, beka kapısı ve ebediyet vaadidir.

[21] Kasas suresi, 88.

[22] “Yâ eyyetühe’n-nefsü’l-mutmainneh * İrcıi ilâ rabbiki radıyyeten mardiyyeh” (Ey mutmain olmuş, hakkı görmüş ve iman etmiş nefis! Sen Rabbi’nden razı olmuş, Rabbi’n de senden razı olmuş olarak Rabbi’ne rücu et!) (Fecr suresi,27-28) âyetleri ebediyeti arayan ruh için muazzam bir müjdedir: “Rıza arar ve razı olursan kesinkes razı olunursun” diyor. Ayrıca nefs-i emmâre gibi fıtratı zulmetle yoğrulmuş, fani maddeye ve lezzetlerine âşık, aklın ve kalbin zoruyla zoraki şekilde nura ermeye çalışan yapay bir yapı için rıza ve ebediyetin bu âyetlerle vaad edilmesi kesinkes gösterir ki fıtratı nurdan yoğrulmuş, İlâhî bir nefha olan, ebediyet için yaratılan ve ebediyeti daima arayan bir ruh için rıza ve mardiyyet, beka ve ebediyet kıyas-ı evlevî ile daha öncelikli olarak kesindir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (22)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.