İnsanın mahiyetini meydana getiren üç ana merkezden birisi beyni ve beyninin en temel fonksiyonu olan aklıdır. İnsan zihni okumak, incelemek, tanımak, tanımlamak, tanıtmak için yaratılmıştır. Herhangi bir insan beynini incelediğimizde ve bir ömür boyu onu gözlemlediğimizde bu fonksiyonları rahatlıkla görebiliyoruz. Bu noktada insan zihni, eğer bir üstad-ı hakikat ve rehber-i kemalatın eşliğinde bir bilgi yolculuğu yapmazsa zâhirde hapsolur, bildikleri de sadece duyu organlarının görebildiği ve algılayabildiği saha ile sınırlı kalır. Bu çerçevede elde ettiği zâhire dayalı bilgiler “fen” veya “mârifet” (nesneleri tanıma) olarak isimlendirilir.
Fakat insan aklı eğer bir üstad-ı müdakkik ve bir muallim-i muhakkikin eşliğinde, vahyin rehberliği altında tedkik ve tahkik yolculuğuna çıkar, madde ve mana, mülk ve melekut, zahir ve bâtın, gayb ve şehadet[1] bütünlüğü içinde bir düşünce, bilgi ve algı seyr-i fikrî ve sülük-u aklîsinde hak ve hakikate doğru ilerlemeye başlarsa bu durumda şiirden şaire, resimden ressama, camiden mimara, ziyafetten mihmandara şeklinde bir zihnî teâli yaşar. Bu teali neticesinde “kesret-i mahlukat” tan, “Vahdet-i Halık” a yükselir. Hakikati bulur. Hakikatin bekasında sonsuzluğu soluklar. Akabinde mahlukatı, Hallak-ı âlem’in bir eser-i sanatı, nakş-ı hikmeti, nimet-i rahmeti ve bir ihsan-ı keremi kılacak şekilde, onları sünnetullah kanunları ipliğine dizilmiş tesbih taneleri gibi gören bir şuura terakki eder.
Tevhid şuuru ve mana-yı harfî nazarıyla şiiri şairin kalbinin güzelliklerinin, resmi ressamın ruhunun kemalinin, camiyi mimarın aklının ihtişamının, ziyafeti mihmandarın nefsinin kudsî merhametinin aynası ve göründüğü yer olarakgözlemleyebilecek seviyeye ilerler. Bu noktada hakikatli bir akıl, şiiri bütün yönleriyle inceleyip “şiirin ârifi” olduğu gibi, şiir aynasında yansıyan cemaliyle, şiirin şairini de şiiriyle tanıyacak bir metafizik hassasiyeti ve zihnî keskinliği de elde eder, “Şâirin ârifi” de olur. Ne eseri inkâr edip “kör” olur, ne eserde boğulup Eser Sahibine “nankör” olur. Bu çerçevede marifet, aklın ibadetidir. Varlık gayesidir. Tevhid dersidir. Hakikat arayışı ve Hakka yürüyüşüdür.
İnsanda zihin zâtî bir özellik olduğundan her insanda zihin fonksiyonerdir. Bu tanıma, tanımlama ve tanıtma yolculuğunu her zihin mutlaka yaşar.[2] Bundan dolayı bütün insanlık dünyası bir marifet yolcusudur. Ve aklın kemal seviyesi ise “marifet-i Sâni’” dir. Üstad Bediüzzaman bütün insanlık tarihini inceleyerek bu konuyu şöyle özetler:
“Mârifet-i Sâni denilen kemâlât arşına uzanan mi’racların usulü dörttür.
Birincisi: Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin (sûfî muhakkiklerin) minhacıdır.
İkincisi: İmkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn (kelam âlimlerinin) tarîkidir.
Bu iki asıl, çendan (her ne kadar) Kur'ân'dan teşâub etmişlerdir (şubelenmişlerdir). Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği (boşalttığı) için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. Evhamdan masun kalmamışlar.
Üçüncüsü: Şübehat-âlûd (şüphelerle bulaşık) hükemâ mesleğidir.
Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur'âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh (açıklık) cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli (şümullüsü) olan mirac-ı Kur'ânîdir.
Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.[3]
[Dikkat edilirse, muhakkıkîn-i sûfiyenin kemalat arşına urûcu için vesile, “tasfiye-i kalbî” dir. Mütekellimînin vasıtası, “nazar-ı fikrî” dir. Hükemânın vesilesi, “ta’lim” dir. Kur’anın minhacının vasıtası ve vesilesi ise, “ilhâm” dır. Bediüzzaman, Ta’likat isimli mantık ilmine dair eserinde ilhâm yolunun umuma teşmil edilemeyeceğinden dolayı en şâmil yolun mütekellimînin kullandıkları “nazar-ı fikrî” olduğunu ifade eder.[4] Sonraki süreçte kelâm ve tasavvuf yollarının çetrefilli oluşuna ve aslen Kur’anî olsa da sonra birebir Kur’ânî olmaktan uzaklaştıklarına dair yukarıdaki tespitleri Nokta Risalesi’nde yapar. Kur’anı Sahib-i Kur’anın kasdettiği manada hakkıyla anlamanın, murad-ı İlâhiyeye vasıl bir tefsir ve hakikat yolu açmanın tek çaresinin ilhama mazhar olmak olduğunu görerek kendisi bu cihete yönelir.]
Risale-i Nur, vahyin gölgesinde bir tefekkür yolculuğudur. Kâinat denilen “İlâhî tasviri” okur, bu tasvirden tahkik ile Halık-ı Zü’l-Celal’e, tedkik ile Bâri-i Musavvir’e muhatabını intikal ettirir. Okuyucusunu “tasvirin ve Musavvirin ârifi” kılacak şekilde terakki ettiren bir marifet hazinesidir. Kur’anın sırlarını kudret kitabı olan kâinat kitabıyla, kâinat kitabının sırlarını kelam kitabı olan Kur’anla keşfeden bir keşşaf-ı zîkmet olduğu gibi, her iki kitabın sırlarını “şuurlu insan risalesi” nde okuyan, okutturan ve gösteren manevi bir nur ve gözdür.
Bir kenz-i marifetullah olan Risale-i Nur’da satır aralarında Üstad Bediüzzaman’ın tartıştığı, farklı yönlerini ele alıp açtığı, yeni ufuklar kattığı ve kazandırdığı kavramlar bulunuyor. Bunlardan iki tanesi doğrudan doğruya zihnin mahsulü ve ibadeti olan “marifet” ve “irfan” dır. Bu iki kavramın farkı kavranılmadığında ciddi problemler ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Üstad, Risale-i Nur Külliyatında “marifet” ile “marifet-i kudsiye” şeklinde bir ayrım daha işler. Bu zengin yapının detaylarına nüfuz edilirse Risale-i Nur’un “İsbat-ı Vâcib” ve “Marifet-i Sâni’” denilen Allah’ı bulma, tanıma ve tanıtma yolculuğunda geniş bir perspektife sahip olduğu belirecektir. Bediüzzaman bu kavramları ele alırken öncelikle bir mantık âlimi olarak, ilmin mertebeleri ve zihinde yerleşim seviyelerine göre meseleye yaklaşır ve tanım getirir. Şöyle:
"Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukàbil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve burhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz'an ve kabuldür ki, herbir şeyle Rabbini bulabilir. Ve herşeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir.” (Şualar, 7. Şua, 2. Bab, 4. Hakikat, Birincisi)
Üstad Bediüzzaman Lemeat isimli eserinde ise “Dimağda Meratib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise” bahsinde bu konuya dair şöyle der:
“Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.
Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.
İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet.[5] Salâbet itikaddan, Taassup iltizamdan, imtisal iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda,
Tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.”
7. Şua’daki tevhid-i hakikiye bakan kısımla Lemeat’taki bu bahis beraber okunulduğunda, dimağda ilmin kazandığı ikinci mertebeye “tasavvur” yani “marifet” adı verildiği belirmektedir. Dördüncü mertebeye ise “tasdik” yani “ilim” adı verilmektedir. Tasdik safhasındaki ilim, “hakiki ilim” seviyesidir ki sabit hakikate dayanır ve nettir. İz’an safhası ise, ilmin beşinci mertebesi olup 9. Mektub’da “iman” olarak ifade edilir.[6] Bu açıdan tasdik, ilmelyakin seviyesinde aklî boyutta bir tevhid-i hakiki ve tahkiki imandır; iz’an ise ayne’l-yakîn seviyesinde kalbî boyutta bir tevhid-i hakikî ve iman-ı tahkikidir. Bu noktada Risale-i Nur, tahkiki iman yolu olduğu için Kur’ana “marifet ve tasavvur” seviyesinde yaklaşarak okuyucularına tevhid hakikatini, zahiri ve sathî seviyede veremez. Bu noktayı Bediüzzaman şöyle ifade eder:
“Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.” (Barla Lahikası, 7. Risale Olan 7. Mesele, Mahrem Bir Suale Cevaptır)
Bununla beraber Külliyatta marifetullah konusuna dair ezber bozucu mahiyette bulunan veyahut dikkatsiz okuyucu açısından zorlayıcı boyutta olan ifadeler de söz konusudur. Mesela:
“Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.
Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez.
Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o mârifet-i imaniyenin burhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur'ân'ın mu'cizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakaik-i imaniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte, Risale-i Nur bu cami ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur'ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur'ân ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor.” (Emirdağ Lahikası-1, 63. Mektub)
[Dikkat edilirse Bediüzzaman burada “marifet-i tasavvuriye” demiyor, “mârifet-i kudsiye” diyor. Marifetin kudsî olması için ârifin nefs-i emmaresinden kurtulmuş, iç dünyasını ve bilhassa kalbini meleklerin “Nahnu nüsebbihu ve nukaddisu lek”[7] dedikleri gibi manevi kirlerinden arındırmış olması ve bir çeşit melekiyet kesbetmiş olması şarttır. Bu ise hakikati arama yolu ve yolculuğu olan “tasavvur” seviyesinde olamaz. Çünkü o safhada kişi nefs-i emmaresiyle de boğuşma içindedir. Net olarak Bediüzzaman “marifet-i kudsiye” ile marifetullahın tasavvur seviyesini kasdetmiş olamaz, diyebiliyoruz. Bunun bir delili metin içinde şöyle ifade edilir: “Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur'ân'ın mu'cizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakaik-i imaniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.” Ehl-i hakikatin marifet-i imaniye seviyesinden daha öte bir marifetullah seviyesi, ancak “ehl-i hakk” ın marifetullah seviyesi olabilir. Ki Kur’an bu seviyeden bir marifet dersi verdiğini Bediüzzaman delilleriyle görmüş ve göstermiştir. “Marifet ile hakk” arasındaki köklü ve kopmaz ilişkiyi Kur’an-ı Kerîm şöyle ifade eder:
“İnsanların, iman edenlere düşmanlık bakımından, en şiddetlisi, andolsun ki, Yahudilerle Allah’a eş koşanları bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgisi bakımından, daha yakınını da, andolsun, "Biz Nasranileriz" diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler, rahibler vardır. Şübhe yok ki onlar (hakkı i'tiraf hususunda o derecede) büyüklenmek istemezler. Peygambere indirilen (Kur'an-ı kerim) i dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolub taşdığını görürsün onların. (Şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, iman etdik. Artık bizi (hakka) şahid olanlarla beraber yaz". (Maide suresi, 82-83)
İkinci âyetin Arapçası şöyledir: “ Ve izâ semiu mâ ünzile ile’r-resûli terâ a’yunehum tefîdu mine’d-dem’i mimma arafu mine’l-hakki yekulûne Rabbenâ amenna fektübna mea’ş-şâhidîn.” Âyetin net bildirdiği üzere, marifet ile hakk arasında doğrudan bir ilişki vardır. Arapça lügatlarda benzer ilişki “ilim ile hakikat” arasında da bulunmaktadır. İlim, hakikati bilmek; marifet ise, hakkı tanımaktır. Âyetin içinde “şuhud” bahsine dair vurgu da olması gösterir ki, hakiki marifet şuhud seviyesindedir. Arama yolculuğu değil, bulduğunu görme yolculuğudur. Bu sırlı cihetten dolayı Bediüzzaman Mahrem Bir Suale Cevap’ta “Risale-i Nur marifet değil, şehadettir, şuhuddur” der.
Ehl-i tasavvuf bu süreci “zâhir-tarikat-hakikat-marifet” olarak şifreler. Bu şifrelemeyi bazen sehven “şeriat-tarikat-hakikat-marifet” diye yapar. İmam-ı Rabbani (RA) gibi hakiki ârif-i billah olan zatlar bu sehvi düzeltmişlerdir. Bu silsile doğru haliyle şöyle de düzenlenebilir:
“Zâhir-Tarikat-Bâtın (Hakikat)-Şeriat (Hakk, Marifet, Hikmet)”
Tarikat safhası, Hakikate erişme yolculuğu olduğundan” tasavvur” seviyesi bir marifet bu safhadadır. Bundan dolayı hakk seviyesine ait marifetullahın, tasavvur seviyesi marifet olarak isimlendirilmesi teknik olarak mümkün değildir. Bediüzzaman bu ayrımı belirtmek için “marifet-i kudsiye” şeklinde bir terkip yapıyor. Marifet-i kudsiye seviyesinde bir marifet, muhatabının kalbini tasfiye, nefsini tezkiye edecek bir feyzi de içerir. Fakat marifet-i tasavvuriyede böyle bir etki söz konusu değildir. Bu etkileyici, muhatabının potansiyellerini de yeşertici bu marifet seviyesine “marifet-i tahakkukiye” adı da verilebilir. Veya “ilm-i hakikat” ten ötesini kasdetme manasında “marifet-i hakk” da denilebilir. Mantık ilminde tarif bahsinde “münekker” tabirinin zıddı olarak “muarraf” kullanılır. Ki muarraf, tarif edilendir. Tarif ise, marifet ehli ve konuya hakikaten her cihetiyle vakıf bir kişi tarafından hakkıyla yapılabilir. Münekker lafzının kökü olan inkâr, görüneni görünmez yapma, belireni belirsiz kılma anlamındadır. Kur’andaki bir çok kelimede bulunan tenvinler tenkirî boyutuyla aynı vazifeyi görürler. Bu çerçevede diyebiliriz ki marifet, görüneni belirleme, sınırlarını çizme, muhatabına onu müşahede edecek bir perspektif verme demektir. Mesela bir elmaya, “nimet” gözüyle bakmayı; daha ötede onu bir “ikram ve ihsan” olarak görmeyi, daha ötede ona bir “rahmet cilvesi” ve “sanat tecellisi” olarak yönelmeyi, daha ötede onu bir “kudret mucizesi” ve “ilim harikası” olarak algılamayı ve benzeri yönlerle odaklanmayı göstermek gibi… Marifet-i hak, elmada yaratılışı itibariyle zarureten var olan bu yönleri görünür hale getirmek gayelidir. Bu çerçevede ârif-i hakk, bir göz hekimi ve aynı zamanda bir gözlükçüdür. Nur-u iman olan tevhid ile kâinata ve insana bakmayı öğretir. Bu sayede gözlerdeki küfran-ı nimet kataraktını kaldırır ve gaflet hipermetrobunu iyileştirir.
“Kudsiyet ile hakk” ın bağlantısı kurulur ve ilişki ağları gösterilirse “marifet-i kudsiye” terkibi daha net anlaşılabilir. Kur’anda Esmaü’l-Hüsna’dan “Selam” ismi tek bir yerde geçer. Haşir suresi, 22. âyet… Bu isim “Kuddus ve Mümin” isimlerinin ortasındadır. Bu çerçevede diyebiliriz ki, Selam ismi Kuddus ve Mümin isminden, selamet hakikati ve manası da kudsiyet ve iman hakikatlerinden ayrı düşünülemez. Kudsiyet-selamet bağını kurduktan sonra selâmet ve hak bağlantısını kurarsak marifet-i kudsiye terkibinin marifet-i hak olduğuna ulaşabiliriz. Üstad Bediüzzaman Lemeat isimli eserinin diğer bir bahsinde “hakk ile selamet” ilişkisini şöyle açar:
“Şeriattaki rahmet, semâ-i Kur'ân'dandır. Medeniyet-i Kur'ân esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çarh-ı saadet.
Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe'nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekavet.” (Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i hazıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer'î muvazeneleri)
Bu çerçevede diyebiliriz ki “ehl-i hakk” seviyesinde olan bir ârif-i billahın marifeti, “marifet-i kudsiye” ve “marifet-i hakk” dır; “ehl-i tarikat” seviyesinde birinin marifeti ise, “marifet-i tasavvuriye” dir.
Marifet-i kudsiye konusunda ve arş-ı kemâlâta yükselme yolunda rehber alınacak model Hz. Peygamber’dir (SAV). A’râf-ı hâkiki olan Hz. Peygamber’in (SAV) Cevşenü’l-Kebir duası, bu hakikatin bizzat delilidir. Hiçbir ârif, Cevşenü’l-Kebir’deki marifet-i Rabbaniye’den öteye geçememiştir ve geçemiyor.[8] Hz. Peygamber’in (SAV) marifetullah konusundaki üsve-i hasene oluşunu Üstad Bediüzzaman şöyle ifade eder:
“Mârifetullah denilen kâbe-i kemâlâta giden minhacların en müstakim ve en metini, Sahib-i Medine-i Münevvere Aleyhisselâtü Vesselâm yaptığı tarik-i hadid-i beyzâsıdır ki, ruh-u hidayet hükmünde olan Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm, avâlim-i gaybın mişkât ve zücacesi hükmünde olan kalbinin mâkes ve tercümanı makamında olan lisan-ı sâdıkı, berahin-i Sâniin en sadık bir delil-i zîhayat ve bir hüccet-i nâtıka ve bir burhan-ı fasihtir.” (Muhakemat, Üçüncü Makale, Unsûru’l-Akide, Mukaddeme)
Hz. Peygamber’in (SAV) marifet ufkuna dair küçük bir numune olarak bir hadisi gösterebiliriz:
“İnnallâhe cemîlun, yuhibbu’l-cemal”[9] (Allah güzeldir, güzelliği sever.)
Bu hadisteki “Cemîlun” lafzındaki tenvin, tenkir yaparak Allah’ın cemalinin sınırsız, mutlak ve sonsuz olduğunu ifade eder. Baştaki “inne-i tahkikiye” ise, cemal hakikatinin kâinatta enfüs ve âfâk âlemlerde gözlemlenecek kadar zâhir ve bâriz, sürekli müşahede edilecek kadar daimi ve sabit olduğunu ifade ettiği gibi, “güzellik bilimi” şeklinde bir bilim teşekkülüne sebep olabilecek bir mahiyete sahip olduğuna da işaret eder. Lafza-i celalin hadiste kullanılması ise, Zât-ı Uluhiyetin varlık ve zâtının, en köklü hakikat olduğunu, bütün hakikatlerin Ondan feyz ve nur aldığını ima eder. Hz. Peygamber’in (SAV) bu hadisin devamında “Yuhibbu’l-cemâl” (Allah cemali sever) deyip “yuhibbu’l-cemîl” (Allah güzeli sever) dememesi muazzam bir tevhid-i cemal dersidir: “Tek Güzel Vardır ve Var Olabilir, O da Allah’tır.” Bütün mahlukat ve yaratılan âlemler, Zât-ı Cemîl-i Mutlak’ın cemâl-i küllîsinin bir tecelli aynası olması için vardır. Bütün görünen cemaller, gündüz vakti şeffaf şeylerde görünen güneş görüntülerinin Hakiki Güneş’ten birer cilve olması gibi, maddi ve manevi bütün âlemlerde görünen bütün güzellik çeşitleri Şems-i Cemâl olan Zât-ı Akdes’in birer cemal tecellisinden ibarettir. Bu çerçevede bu hadis en azametli bir seviyede mana-yı harfî ve tevhid-i hakiki ufkunu gösteren yüksek bir marifetullah dersidir. “Ezelden ebede bu âlemde ve bütün âlemlerde sevilen ve sevilebilen sadece Odur. Çünkü cemâl, mutlak ve zâtî olarak Ona hastır” diyor.
Risale-i Nur’da marifetullah boyutuyla ilgili diğer bir kavram “irfan” dır. Risale-i Nur’un bir marifet-i kudsiye hazinesi olduğuna dair yukarıdaki izahlar irfan kavramının anlaşılmasında bir anahtar rolü oynar. Üstad Bediüzzaman tefekkür mesleği olan Risale-i Nur’un mahiyeti hakkında şöyle der:
“Âdil kadere de derim ki:
Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kudreti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır…” (Tarihçe-i Hayat, Konuşan Yalnız Hakikattir)
[Mekteb-i irfan, irfan okulu ve irfan ekolü demektir. Eğer buradaki irfan, “marifet-i tasavvuriye” olarak algılanılırsa, Küliyattaki birçok bahisle çelişen bir husus oluşturacaktır. Fakat irfanı, “marifet-i kudsiye” şeklinde algılar ve “ehl-i hakk” ufku bir marifetullah olarak mesele telakki edilirse Külliyattaki iç bütünlük belirmiş olacaktır. Bu çerçevede diyebiliriz ki Risale-i Nur mekteb-i marifet-i kudsiye olan bir mekteb-i irfandır.
Ayrıca marifet-i tasavvuriye hakikat nuruna erişmediği için, marifet-i kudsiyeden ayrılır. Marifet-i kudsiye ehli, nefs-i emmarenin etkisinden kurtulduğu için Kur’anın sırlarına âşina olabilecek bir kalbî taharete eriştiğinden Üstad Bediüzzaman’nın İhlas Risalesi’nde verdiği şu müjdeye erişir: “Risale-i Nur yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.” Bu mazhariyetin sırrı, sırr-ı ihlas ile huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd, dünyevilik ve zahirperestlik kurtularak zâhirden hakikate geçiştir. Bu çerçevede bir arif-i hak, hadis-i sahihteki ifadeyle, nur-u İlahi olan “feraset”[10] ile her şeye bakabilecek enfüsî kaliteyi elde ettiği ve her an Allah ile olma akrebiyetine eriştiği için bu tarz ehl-i marifete teknik olarak “ârif-i billah” adı verilir. Üstad Bediüzzaman, yaratılışın zaruri bir neticesi, mâsivâiyyetin zaruri bir lazımı olan acz ve fakr hakikatlerinden acz hakikatini algılama ve kabullenme boyutunda bir ârif-i billahın ufkunu Sözler kitabındaki 7. Söz’de şöyle ifade eder: “ Evet, ârif-i billâh aczden, mehâfetullahtan telezzüz eder.”
Üstad Bediüzzaman marifet-i kudsiye sahibi “ârif-i billah” yanında marifet-i tasavvuriye sahibi “ârif” i ayırmak için bazen de marifet-i kudsiye ehline “hakikî ârif” adını verir: Mesela: “Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor.” (Sözler, 24. Söz, 2. Dal)]
Buraya kadar ki izahlardan sonra bir irfan-ı hak ve marifet-i kudsiye hazinesi olan Risale-i Nur’un tarikat, hakikat ve hak ehillerinin “dünya hakikati” ne karşı nazarlarını mukayese ettiren şu bahsinin içine girmek kolaylaşacaktır:
“Birinci nokta: Ehl-i dalâletin vekili der ki: "Ehâdisinizde dünya tel'in edilmiş[11], cîfe ismiyle yad edilmiş.[12] Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat dünyayı tahkir ediyor, 'Fenadır, pistir' diyorlar. Halbuki, sen bütün kemâlât-ı İlâhiyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane[13] ondan bahsediyorsun."
Elcevap: Dünyanın üç yüzü var.
Birinci yüzü Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder.[14] Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir.[15] Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.
İkinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir.[16] Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır.[17]
İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.
Kur'ân-ı Hakîmin kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârâne, istihsankârâne bahsi ise,[18] evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları evvelki iki yüzdedir.
Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır.
Birincisi: Ehl-i marifettir[19] ki, Cenâb-ı Hakkın marifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.
İkincisi: Ehl-i âhirettir ki, ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men ettiği için veyahut şuhud derecesinde imanla Cennetin kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet, Hazret-i Yusuf aleyhisselâma güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi, dünyanın ne kadar kıymettar mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nisbet edilse hiç hükmündedir.[20]
Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder, çünkü eline geçmez. Şu tahkir dünyanın nefretinden gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.
Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder; zira dünya eline geçiyor, fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder, "Pistir" der. Şu tahkir ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve marifetullahın muhabbetinden ileri gelir.
Demek, makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hak bizi onlardan yapsın. Âmin, bihurmeti Seyyidi'l-Mürselîn.”[21]
[1] Şehadet, insanın sınırlı frekanslar arasında işleyen duyularınca görünen, gözlemlenen ve gözlemlenebilen sınırlı âlem; gayb ise insan duyularının frekans aralığı dışında kalan sınırsız âlem anlamındadır. Gayb’ın içine yaratılmışlar âlemi girdiği gibi, yaratılabilecekler âlemi de girdiğinden sınırsızdır. Kur’anın, âlemleri “gayb ve şehadet” şeklinde sınıflandırması fizik bilimi açısından çok temel bir keşif, biyoloji bilimiyle destekli bir hakikat ve insanın manevi gelişim ufkunu sonsuzlaştıran ve zenginleştiren bir tespittir.
[2] Deli (mecnun) ve meczub denilen kişilerde de bu zihnî fonksiyonerlik bulunuyor. Bir kısmı çocuk seviyesinde bir zeka yaşı sergilerken bir kısmı da normal insan seviyesinde bir zeka yaşı sergiler.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Nokta Risalesi, 3. Bürhan.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Ta’likat, Niyazi Beki tercümesi, s. 21.
[5] Hâlet, ilmin insana hediye ettiği manevi atmosferdir. İlmin seviyeleri farklı sıcaklıklarda odalar gibidir. Kişi bu odalar arasında yol aldıkça odaların sıcaklıkları o insanın ruhu üzerinde farklı tesirler uyandırır. Bu tesire maneviyat terminolojisinde “hâlet-i rûhiye” adı verilir. Eğer bu halet kalıcı bir şekle dönüşürse buna teknik olarak “makam” adı verilir. Makam, bir konudaki ilmin kişideki duygulara kudsiyetle yerleşmesi, onlarla birleşmesi ve şahsın Kayyum isminden o konuda feyz alır hale gelmesi manasındadır.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 9. Mektub, Rabian. Bu bahsin devamında belirtildiği üzere dinin üç aşaması olan iman-islam-ihsan sistematiğinin ikinci seviyesi olan islam, ilmin 6. Mertebesi olan “iltizam” dır. Bu çerçevede dinin zirve seviyesi olan ihsan seviyesi ise, ilmin 7. Mertebesi olan “itikad” e tekabül etmektedir. Bu çerçevede diyebiliriz ki din, fıtrata nüfuz etmiş ve onunla bütünleşmiş “ilim” dir. Hz. Peygamber (SAV) bu meseleyi izah sadedinde “İlim müminin halilidir” der. (Câmiu’s-Sagîr, Hadis no: 2667) Halîl lafzı ve kökü olan “hıllet” hakkında Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, Füsusu’l-Hikem kitabının Hz. İbrahim Fassı’nda, suyun yüne işlemesine “hıllet” denilir, diye bir izah getirir. Bu çerçevede de diyebilirz ki ilim ile mümin ilişkisi, su ve yün arasındaki ilişki gibidir.
[7] Bakara suresi, 30. Üstad Bediüzzaman bu âyetteki meleklere ait söze şöyle meal verir: “Biz, nefislerimizi, fiillerimizi günahlardan temizlemekle beraber, kalblerimizi mâsivândan çeviriyoruz.”
[8] Bunun sırrı, manevi ilimlerde herkesin sıfırdan başlayarak kendi emeğiyle yol almasıdır. Bu noktada şahsın potansiyel yetenekleri de irfan ufkunu çizen enfüsî pergellerdir. Şahsın gayreti ve fiilî duası ise bu pergel-i idrak-ı marifetin bacaklarını açan unsurdur. Marifetullahta aynı zamanda bilginin duygulara sirayeti de şart olduğu, bu ise kudsiyet-i kalb ve nuraniyet-i ruha vabeste olduğundan dolayı âriflerin marifetleri, telahuk-u efkar şeklinde bir birine eklenemez. Bu sırlı yönlerden dolayı Hz. Peygamber’den (SAV) sonra gelen ârifler, Cevşenü’l-Kebîr duasını mütefekkirane, tahkik ve tedkikle okusalar dahi Hz. Peygamber’in (SAV) idrak ufkuna ulaşamamış, marifetullahta onu aşamamışlardır ve aşamazlar.
[9] .Müslim, İman 148.
[10] Tirmizî, Tefsiru Sûre 15:6; Ebu Nuaym, Hılyetü'l-Evliyâ, 4:94; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 10:268; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:42.
[11] bk. Tirmizi, Zühd: 14; İbn-i Mâce, Zühd: 3; Dârimî, Mukaddime: 32.
[12] bk. ed-Deylemî, el-Müsned 1:141-142; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ 1:492.
[13] Çünkü üstad ve sahabeler “ehl-i hakk”, nebiler ve mürselîn ise “ashab-ı hakk” seviyesinde olarak dünya hakikati ile muhataptırlar.
[14] bk. Bakara Sûresi, 2:164, 259; En'âm Sûresi, 6:141; Yunus Sûresi, 10:22, 101; Ra'd Sûresi, 13:4; Nahl Sûresi, 16:11; Yâsîn Sûresi, 36:34; Fussilet Sûresi, 41:12; Câsiye Sûresi, 45:5.
[15] Ârif-i billah, bu nihayetsiz mektupları ilk emr-i Kur’anî gereği, Rububiyet ve Hallakıyet penceresinden bakarak enfüsten başlayarak âfâka doğru, önce mekanen, sonra şimdiki zamandan başlayarak mazi ve müstakbele doğru zamanen, genişleterek okur. Bu süreç neticesinde bütün mekanın Esmaü’l-Hüsna’ya dayandığını Vâhidiyet ve Ehadiyet hakikatleri eşliğinde keşfeder. Akabinde Esmaü’l-Hüsna’nın ezelî ve ebedî oluşuna, bütün zamanların da onların tecellisine dayandığı hakikatine intikal eder. Bu şekilde tevhid hakikatinin mühürlerini bütü zaman ve mekanlarda okuduğu gibi tesirli kelamı ve beyanıyla da başkalarına da okutur ve gösterir.
[16] bk. el-Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn 4:19; es-Sehâvî, el-Makâsıdü'l-Hasene s.497; Aliyyülkârî, el-Esrâru'l-Merfûa s.205; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ 1:495.
[17] bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:185; En'âm Sûresi, 6:23; Tevbe Sûresi, 9:38; Yunus Sûresi, 10:7, 24; Kehf Sûresi, 18:28; Ankebût Sûresi, 29:64; Fatır Sûresi, 35:5; Hadîd Sûresi, 57:20; Nâziât Sûresi, 79:37.
[18] bk. Bakara Sûresi, 2:22, 164; Âl-i İmran Sûresi, 3:109, 191; A'râf Sûresi, 7:96; Hûd Sûresi, 11:44; Ra'd Sûresi, 13:13; Hicr Sûresi, 15:16, 22; İsrâ Sûresi, 17:44; Enbiyâ Sûresi, 21:79.
[19] Marifet-i kudsiye ehli…
[20] bk. Nisâ Sûresi, 4:77; Ra'd Sûresi, 13:26; Mü'min Sûresi, 40:39; A'lâ Sûresi, 87:16-17.
[21] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 3. Maksad, 5. Remiz.