Risale-i Nur, mekteb-i irfandır. Mesleği “tefekkür” dür. Akıl ile Hakikat’e ve Hakikatü’l-Hakaik’a muhatap olma yoludur. Bu cihetten insan fıtratının en mühim cihazı olan aklın meyvesi bulunan marifetullah ve irfân bahsi, Risale-i Nur’da merkez konumdadır. Marifetullah ve irfan ise keşf-i esrardır. İlahi hakikatlerin perdelerini açmak, kâinat ve insanın yaratılışının hikmetlerini ortaya koymaktır.
Üstad Bediüzzaman derin ve külli tefekkürleri neticesinde hakiki bir ârif-i billah olarak, yaratılışın özünün en derin temelinde “kudret ve ilim” sıfatlarına dayandığını hakkalyakin ile kavramış, kudret ve ilmi cem eden sırrın ve “İlâhî İrade” yi tecelliye sevk eden şuunatın “rahmet” olduğunu keşfetmiştir. Bu temel konuyu “Kader Kalemi” ve “Kudret Kalemi” teşbihleriyle ifade eder. Kader Kalemi, çekirdekleri yazar; Kudret Kalemi ise, ağacı yazar. Bu çerçevede bilkuvve ve bilfiil[1] haldeki hiçbir şey Kader Kalemi’nin ilmî yazısı dışında olamayacağı gibi “haricî vücud” sahibi olan hiçbir şey de Kudret Kalemi’nin icâdî yazısı dışında olamaz. Çekirdeğin ağaç olmasını isteyen sır ise, çekirdekteki bilkuvve ağaca karşı “rahmet-i İlahiye” dir. Rahmet-i İlahiye, gelişebilecek ve kemale erebilecek şeylere fırsat vermek ister. Bu çerçevede;
*Bilkuvve halde olana merhamet, onu bilfiil hale geçirmek,
*Gelişmemişe merhamet ona gelişme fırsatları sunmak,
*Gelişmeye başlayana merhamet onu “lezzet” ve “zevk” lerle motive etmek,
*Kemale ermişe ise merhamet onu kemal seviyede tutmak ve onu kemalin bekasına ve daha da ötede bekanın kemaline erdirmek, böylece ona “hakiki varlığı” hediye etmektir.
Muhyiddin-i Arabî Hz.leri (KS), çekirdekteki bilkuvve ağacı ilim ve emr-i İlahi ile yapmaya “feyz-i akdes”, çekirdekteki bilkuvve ağacı bilfiil ağaç haline getirmeye ise “feyz-i mukaddes” adını verir. Füsusu’l-Hikem kitabının Hz. Süleyman Fassı’nda bu iki feyz ve tecelliye sırasıyla “rahmet-i zâtiye” ve “rahmet-i esmaiye” adını verir.
Kudret Kalemi aynı zamanda Kaza Kalemi de olduğundan Bediüzzaman zaman zaman Kader-Kaza ilişkisini “Kader pergeli”, “Kaza cetveli” olarak da ayırarak, farklı tefekkür pencereleri açar. Mesela:
“Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata göre biçilmiş şekiller, bir kazânın düsturuyla ve kaderin pergâriyle tanzim edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhîti gösteriyor.”[2]
Pergâr, pergel demektir. Bediüzzaman pergel tabiriyle, yaratılış âlemlerinin dairesel yapısını zihne getirir. Pergel, daireler çizdiği için… Daire ise, sembolizmde, rüya ve maneviyat ilminde sonsuzluğun, pürüzsüzlüğün, Allah ile sonsuz barışıklığın ve teslimiyetin sembolü ve tecelliyatın da en üst seviyelerinin şeklidir. Güneş ve ay gibi…
İlim ve Kudret, Kader ve Kaza yaratılışın temel sırları olduğundan Bediüzzaman Lem’alar ve Mesnevi-i Nuriye kitaplarında, “Allahu Ekber” cümlesinin mertebelerini anlattığı kısımda bu cümleyi orijinal bir şekilde şöyle şerh eder: “Allâhu Ekber min külli şey’in kudreten ve ilmen.”[3] (Allah, kudret ve ilmiyle her şeyden büyüktür.) Allahu Ekber’in mertebelerinden beşincisini ise doğrudan doğruya kudret, ilim, irade bahsine tahsis edip yaratılış mekanizmasının dayandığı onlarca sırrı Kur’andan ifşa eder. 20. Mektub’un 2. Makamı’nın 9 ve 10. kelimeleri ile Zeyl kısmında kudret-ilim-irade sırlarını delilleriyle izah eder.
Risale-i Nur Külliyatı’nda marifetullah bürhanlarına dair birçok kısa bölüm olsa da doğrudan bu konuya tahsis edilen özel bir bahis bulunmaktadır. İlgili bahis aslen Mesnevi-i Nuriye kitabının bir parçası olan Zühre Risalesi’nin, müellifinin bizzat kendisinin Arapça aslından tercüme ederek Lem’alar kitabına dercettiği 17. Lem’a’nın 10. Notası’dır. Bediüzzaman marifetullah bürhanlarını manevi birer teşbihe dayanarak şöyle izah eder:
ONUNCU NOTA
Bil, ey gafil, müşevveş Said! Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, burhanları üç çeşittir:
Bir kısmı “su” gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
İkinci kısım, “hava” gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla “o rahmet nesîmi” ne karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.
Üçüncü kısım ise, “nur” gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak “basiret nuru” yla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.”[4]
[Risale-i Nur’un bahisleri bir birini açacak şekildedir. Tilavet denilen iz sürerek okuma hakikati gereği Bediüzzaman aynı konuyu farklı yerlerde farklı derinliği ve kapsamı, yönleri ve boyutları ile ele alır. Bazen bir yerde kapalı bıraktığı bir bahsi, diğer bir yerde detaylıca açar. 10. Nota’daki bu hayatî meseledeki “su, hava ve nur” a benzetilen marifetullah çeşitlerinin hangi hakikatlerle ilgili olduğunu daha detaylı şekilde Lemeat Risalesi’nde ele almıştır. Fakat Üstad Bediüzzaman Lemeat Risalesi’nin tamamını Osmanlıca Sözler kitabının sonuna dercetmesine rağmen, latinize edilen Sözler kitabının sonuna Lemeat’tan seçtiği kısımları sadece dercettirmiştir. İlgili bahsin anahtarları ise yalnızca Osmanlıca Sözler kitabının içindeki Lemeat bölümünde bulunmaktadır. Anahtar bahis de yine marifetullaha dair olup marifet sırrı ile Allah’a kurbiyetle yakınlaşma veya Onun kuluna akrebiyetle yakınlığının idrakini ifade etme hakkındadır. Şöyle: ]
Mahbûb-u Hakiki En Akreb Hem En Ab’addir
Ey esbabperest arkadaş! Rahmet ve ilm ve kudret denizinde daima müsebbihane yüzen kâinat timsalini,
Görmek eğer istersen; benimle beraber gel, hayâlî bir seyahat... İşte bahr-i ummanın (fakat suyu tatlıdır) en derin bir yerini
Kendine makarr etmiş, yüzlerce menzillere havi olan bir cisim, tahtaları pek ince, tahtelbahrin[5] içine, sen karınca cismini, ben arı libasını
Giyeriz de gireriz. İstersen gel de otur, kanadımın üstüne, beraber de uçarız, muhit-i havaînin denizinde yüzeriz. Onun orada var bir balonu[6].
Bu müthiş bir balondur, binlerle bölmeleri var, mürettep muntazamdır. Biz de girdik içine, ben kondum pencereye, sen istedin altını.
Ey karınca kardeşim! Tahtelbahirde isterdik, suyun yüzünü görmek. Burada istiyoruz, ziya ile yıkanmak, ben bilirim yolunu.
İkisinde ikişer yolumuz var. Bir basar, nazar yolu. Basar surete bakar, bölmelerde dolaşır, dama ulaşır ya ulaşmaz. İşte tarik-i fenni.
İkincisi: Hidayet, basiret tarikidir. Hidayet hakka bakar, basiret hakikate. Hak ve hakikat öyle, birer keskin âlettir, ki tahtelbahir balonu.
Neresini istersen, onlar ile delersin, mâ ve ziyâ alırsın. Bu pencerede görürüm; zaten pek çoktur pencereler. Sen zulmette oturdun, görmezsin hiçbirini.
Bizim gibi küçücük hayvanlara kâfidir, mesamatta tereşşuh[7], menâfizde şuâat[8]. Sen sözümü tutmadın, bölmelerde dolaştın, bir şey bulmadın, ayaklar ezdi seni.
İşte âlemde olan sebepler, vasıtalar; benzer o bölmelerde mürettep ve muntazam perdelere. Duvarlar, her birinin altında, hem dahi pek yakını.
Melekûtiyet vechinde, ma-i kudret işliyor, ziya-ı ilim okşuyor. Nesim-i Rahmet yelpezler, yüzünü hem gözünü, cânını cânânını.[9]
[İki metne beraber dikkat edilirse her iki metinde “rahmet nesîmi” tabiri ortaktır. Her iki bahiste de üç farklı hakikat ve sıfat ele alınması ve konu birliğinin olması, iki metni bir birinin izahı olarak ele almamıza imkan tanımaktadır. Evet, hakiki ilmin ve ilm-i hakikatin aydınlatıcı mahiyeti onun “nur” ile sembolize edilmesini gayet makul kılmaktadır. Ki meşhur Nur âyeti, “ve hüve bikülli şey’in alîm” (Allah her bir şeyi ve onun alakadar olduğu her şeyi de bilen Alîmdir) diye biterek bu tespitimizi desteklemektedir.[10] Nesîm, hafif rüzgar demektir. Rüzgâr ise, havanın hareketidir. Bu cihetten “hava” ile rahmet hakikati arasında bir örtüşme bulunmaktadır.[11] Kudret ile su ilişkisi bahsine şöyle girebiliriz:
Bir kudret ve kuvvet yöneticiliği ve iktidarı manasında olan mülk ve mâlikiyet hakikati bahsinde Bediüzzaman şöyle der:
“Bil ki, Malik-i Hakikî’den (C.C.) gaflet etmek, nefsin firavunlaşmasına sebep olup, kendi nefsini kendine malik tevehhüm eder. Böylece, vehm ü hayalinde nefsi için bir daire-i hâkimiyet teşekkül eder. Sonra da sair insanları, hattâ esbabı da kendi nefsine kıyas ederek, Allah’ın malını onlara taksim etmeğe başlar. Git gide ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza etmeye; Ve Hâlıkının mukadderatıyla mübareze etmeye kalkışır. Halbuki nefse, enaniyetin hikmet-i i’tası ise, sıfât-ı Uluhiyeti fethetmek için bir vâhid-i kıyasî olmak içindir. Fakat o ise, su-i ihtiyariyle ene’nin hikmet-i hilkatine mugayir şeylerde sarfeder.
Ey bu kitaba[12] nazar eden zat! Bil ki; şu ince, nâzik hakikat, bütün çıplaklığıyla benim meşhudum oldu. Evet, gördüm ki, gaflet suyu ile yeşeren nefisdeki ‘Ene’ siyah bir noktadır. Fakat o ene; mülkünde, Uluhiyetinde, Rububiyetinde[13] şeriki olmayan kendi Hâlıkının muhit sıfâtını fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görür. Zira insanların eşya hakkındaki bilgileri, evvelâ nisbî ve kıyasîdir. (Yani evvelâ kendi bildikleri ve anladıkları bir şeye kıyaslayıp nisbet ederek takdir ederler.) Sonra da haddi ve hududu olmayan muhit sıfatların fehmi için bir haddin (hududun) tevehhümüyle hasıl olur. İşte enaniyet, bu işi yapar. Haddinden tecavüz ederek sıfat-ı mutlaka-yı Uluhiyete bir hadd-i mevhum çizer. Sonra mukayese eder, işi anlar ve haddine döner. O mevhum hudud dahi zâil olur. Yani ene evvelâ balık, sonra kabarcık olur. (Yani mevhum varlığı erir, gider. Fakat tükenmez bir varlık deryasını bulur.)”[14]
[Balıklık makamı, enaniyetin denizin dışında da var olabilme yani Allah’ın kudretine ve Allah’a rağmen varlık bulabilme, yani “bizzat mevcudiyet” iddiasıdır.[15] Kudret-i İlahiyenin icadının mahiyetini bilmeyen bir enaniyet, kendini okyanus dışında da var olabilen bir “balık” olarak vehmeder. Fakat kudret-i İlâhiyetinin zâtiyyeti, zâtiyyetinin sırları ve sonucu olan ıtlak ve istilasını, sınırsızlık ve sonsuzluğunu idrak eden bir enâniyet kendisinin denizden bir an dahi ayrı var olamayan ve olması da mümkün olmayan bir “habab” (kabarcık) olduğunu idrak eder; “hababiyet makamı” na yükselir. Bu şekilde Malikiyet hakikatini bütün derinliğiyle kendi üzerinde müşahede eder. Bediüzzaman bu bahiste kudret-i İlahiyeyi bu köklü ilişkiden dolayı, “su” ya benzetir.
Ene’ye dair başka bir bahiste Bediüzzaman yine bu semek-habab (balık-kabarcık) meselesini şöyle ele alır:
“ İşte vakta ki sen ene’ye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı âfâkiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır.[16] Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, ene’nin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten (balıklıktan) hababiyete (kabarcıklığa) rücu’ edecektir.” (Mesnevi-i Nuriye, Badıllı Tercümesi, Şemme’nin İkinci Parçası)
Su-kabarcık, kudret-i İlahiye ile mevcudat ilişkisini ve ayrılmazlığını Bediüzzaman başka bir bahiste şöyle izah eder:
“Halbuki her masnuun yanında ve beraberinde ve üstünde ve içinde ve altında ve önünde ve arkasında bir şey vardır. Hem o masnua lâzım olacak vücud ve beka gibi her şeyi de, o şeyle beraberdir. İşte o şey ise hazineleri kâf u nûn arasında bulunan bir zatın envar-ı kudretinin lemeat-ı tecelliyatından ancak bir parıltıdır.” (Mesnevi-i Nuriye, Badıllı Tercümesi, Şu’le) Bediüzzaman diğer bir bahiste ise meseleyi tam bir vuzuha şöyle kavuşturur:
“Ey insan bil ki; sen hikmetle yoğrulmuş sırf şuurî bir san’atsın. Hattâ sen, sani’in sıfatına vuzuh-u delâletinden dolayı, âdeta bir hikmet-i nakkaşenin mücessemi ve bir muhtarın ilminin mütecessidi ve liyakatına göre ihtiyacatını gören bir kudret-i basirenin müncemidisin. Hem senin nida-yı hacetlerini işiten semi’ bir rahmetin semeresi; ve istidadının istediği şeyleri verebilen Mürid bir zatın fiilinin mutasallibi; ve bütün metalibini bilen bir Zat-ı Alim’in in’amının mütekâsifi; ve bina-yı vücuduna tam münasebetli olarak bir Mühendis-i Habir’in tersim ettiği plân ve krokisinin bir suretisin.
İşte madem öyledir; nasıl olur da sen gayet cüz’î olan ihtiyarınla ve bir kıl kadar olan şuurunla gidip küll olan ahkâmlardan kurtularak kendi başına hür ve müstakil kalabilirsin. Hem de, sonra dönüp te, küllü cüz’e kıyas edebilesin, Kellâ!. Evet, nasıl olurda sen, herşeyin maliki olan kendi malik ve sahibinden gaflet edebiliyorsun? Ve bütün bunları bildikten sonra bu ilim ile beraber nasıl olur da sen, senin enînlerini işiten ve hâcetlerini gören ve cinayetlerini bilip kaydeden Semi, Basir, Mucîb, Mugis bir Zat-ı Rakib’in senin üstünde bulunmamasını tevehhüm edebiliyorsun? Ey miskin nefsim! Ne zorun var ki, sen kendini daire harici tevehhüm ediyorsun? Tâ ki, her zîhayata karşı mümaşatlı muraatı yapmak ve herbirisine hürmet etmek; veyahutta ehemmiyetsiz addedip hepsine zulmetmek lüzumu, senin üzerine hasıl olmuş olsun. Bu yük ağırdır, kaldırılmaz. Madem öyledir, şirkli ecnebiliği bırakıp, Allah’ın daire-i mülküne mü’minane ve muvahhidane girmen lâzımdır. Tâ ki, bütün mevcudata karşı bir uhuvvet peyda ederek, istirahat edesin. Belki mevcudatın muhterem, büyük bir ağabeysi olabilesin. Bak ey nefis! Senin meselin şöyle bir adama benzer ki; o adam, bir padişahın malıyla meşhun bir gemisinde bir hizmetçidir ve o geminin çark ve dolaplarından birisinin cüz’î bir tedbiri ona bırakılmıştır. Fakat o ebleh şahıs ise tutmuş, gemi ile merbut o büyük dolabı kemal-i ihtimamla sırtına almış, muhafazasına çalışıyor. Şimdi eğer o ahmak adamın cüz’î bir aklı olmuş olsaydı; derdi ki:
“Yahu ben dahi geminin içindeyim, geminin malik-i zîşanına ait olan bendeki şu emaneti gemiye bırakayım, rahat edeyim. Ona birşey olmaz.”
İşte ey nefis! Sen de, İslâm dimağının gemisi üstünde (yani şuur ve basiret ve akıl üstüne müesses olan İslâm gemisi üstünde) desatir-i İslâmiyeyi omuzuna al, tâ ki müsterih ve mutmain olarak istifade edebilsin.”[17]
İrade sıfatı ise, rahmet sıfatının ayrılmaz bir parçasıdır. Üstad Bediüzzaman rahmet sırları bahsinde şöyle der:
“Madem (Allah) seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka bu koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.”[18]
Katre Risalesi 55 Lisan bahsinde ise Üstad, rahmet hakikatinin tazammun ettiği hikmet hakikati için şöyle bir tarif yapar: “Hem mecmu-u kâinatta gerek ecza ve gerek külliyatında bir kasd ve şuur, irade ve ihtiyarı tazammun eden bir hikmet-i ammenin tezahürü görünüyor.”[19]
Rahmet hakikati, hikmeti içerdiğinden dolayı bizzarure irade ve ihtiyarı da içerir. Bu çerçevede, yaratılış âlemi bir rahmet tecellisi olarak İrade-i İlâhiye’nin eseridir, diyebiliriz. Her nesne zaruri olarak İlahi iradeyi gösterir. Hiçbir şey, imkan ve hudûs hakikatleri çerçevesinde, İlahi irade tecelli etmeden vücuda gelemez. İmkan, bir nesnenin İlâhî ilimde, ilmî vücudu olup kudret-i İlahiye eşliğinde vücuda gelebilirliği anlamındadır. Kudret ve ilmin cem’i, imkân hakikatini doğurur. İmkan hakikati bu çerçevede, Mekîn isminin tecellisidir. Hudûs ise kudret ve ilmin İlâhî irade eşliğinde birleşerek bir nesneyi vücud-u ilmîden vücud-u haricîye getirmesidir. Çekirdekteki ilim halindeki ağacın, hakiki ağaç haline getirilmesi gibi… İmkân, bu çerçevede bağımlı varlık diye de anlaşılabilir. İmkân hakikati, “ vücûb” un (bağımsız varlık); hudûs hakikati ise “kıdem” in (öncesizliğin) zıddıdır. Bediüzzaman, Ta’likat isimli mantığa dair kitabında İrâdenin etkinliğini şöyle ifade eder: “İrade-i İlahiye, bir şeyin vücuda gelmesi için zaruri sebep olan illet-i tâmmedir.”[20] Yasin suresi ise icad-irade ilişkisine “emir” bağlantısını da ekleyerek şöyle der: “ İnnema emruhu izâ erâden şey’en en yekûle lehu kün ve yekün”[21] (Onun emri, bir şeyin vücuda gelmesini irade ettiği zaman “Ol!” demektir. O “Ol!” dediğinde o şey oluşmaya başlar. Daha doğrusu, o nesnenin melekûtundaki irade cilvesi faaliyete başlar.) Bu çerçevede “emir sıfatı” kudret, ilim ve iradeyi içeren câmi bir sıfattır. Bu emir-irade ilişkisini Bediüzzaman mantık üzerine alan kitabı Kızıl Îcaz’da şöyle açar: “ İrâde vâcib kılar, emir ise icad eder. Bir şey, İlahi İrade tecelli edip vâcib hale gelmeden vücuda gelemez.”[22] Bu çerçevede her vücuda gelen şey murâd-ı İlahi dairesindedir, denilebilir.
İradenin kendini gösterdiği bir yerde ise mutlaka en azından “bir” gaye, maksad, hedef ve hayır zarureten var olduğundan bu çerçevede yaratılış âleminde tesadüfîlik ve tesadüflerin olabilmesi aklen imkânsızdır. Bu net ve kesin hakikate dayanarak diyebiliriz ki, tesadüf iddiası sırf tahakkümî bir iddia ve “entelektüel bir zorbalık” tır. İradenin olduğu ve göründüğü yerde, tesadüf olamaz. Bu aklî zaruretten dolayı kâinatta zerre miktar tesadüf yoktur; tesadüfe yer de yoktur. Bilakis kâinatta ve muhtemel bütün varlık âlemlerinde zerrelerinden kürrelerine kadar mutlak bir kasıd ve tevafuk vardır. Allah, Mürîd (İrade eden); Allah’tan başka şeyler ise murâd (irade edilen) olduğundan hangi varlık çeşidi, boyutu ve âlemi olursa olsun, her şey bir kasd ve hedef dahilinde vücuda gelmeye mecburdur. Bu aklî zaruretten dolayı Kur’an bu çerçevede kâinatı, her nesnesi bir kelime veya bir risale gibi okunup anlaşılabilecek bir mektup ve kitap olarak gösterir. Ve Kur’an nâzil olduğu vakte kadar varlık ve hayat âlemi hakkıyla okunmadığı ve binnetice onlar varlık gayelerini ifa edemediği için de Kur’an ilk emrinde kâinatın okunmasını emreder. Halık ve Rabb isimleri, hilkat ve Rububiyet hakikatleri eşliğinde okunabileceğini göstererek de metodoloji öğretir. Semavi dinlerin kudsî ve külli, haklı ve hakikatli metodolojisi ve temellerine mukabil beşerî ve zahirî aklın ürünü olan bilim dünyası yüzlerce fakülteleri ile kâinata dair binlerce yıldır süren ve halen devam eden okumalar yapmaktadır. Fakat bilim dünyası İrade sıfatını görmedikleri veya daha doğrusu görmek istemedikleri için, marifet nuruna erecekleri ve aydınlanacakları yerde,
*Tabiat karanlıkları içinde kalmakta,
*Lemeat’taki temsilde geçen “bir karınca” gibi yerlerde sürünmekte,
*Zahire takılıp kalarak Hakikat’e geçememekte,
*Materyalizmin cazibesinden kurtulamamakta,
*Nihayetinde yaptığı telkin ve “zorunlu eğitim” zorbalığı[23] ile de insanların akıllarını ve ruhlarını da sebepler ve tabiat algısında boğmaktadır.
Materyalize bir algıyı empoze eden güncel eğitim müesseselerinin mahsulü ise milyarlarca “çürük elma” mahiyetindeki hedonist, kural tanımayan ve ân’a odaklı yeni nesildir. Oysa bu neslin her bir ferdi dünyaya bir Hakk ârifi ve Hakikat âşıkı olabilecek potansiyelde gelmesine veya bir evliyaullah olarak dünyadan ayrılabilecek yetenekte olmasına rağmen…
[1] Bilkuvve hal, “huzurî ilim”; bilfiil hal ise “şuhûdî ilim” dir. Şehadet âlemi, şuhûdî ilim âlemidir. Huzûrî ilim dairesinden, “rahmetin tecellisiyle” şehadet âlemine gelen nesneler, şehâdet âleminden ayrıldıklarında, huzûrî ilme rücu’ ederler. “İnna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” (Bakara suresi, 156) Rücu’, aslına geri dönmek demektir. Askerin vatanına dönüşü gibi… Huzûrî ilim, ism-i Latîf dairesidir. Şuhûdî ilim, ism-i Habîr dairesidir. “Elâ ya’lemu men halaka ve Hüve’l-Latîfü’l-Habîr” (Mülk suresi, 14) âyetinin işaret ettiği üzere…
[2] Mektubat, 20. Mektub, İkinci Makam, 9. Kelime.
[3] Lem’alar, 29. Lem’a, 3. Bab, 1-2-3-6-7. Mertebeler.
[4] Lem’alar, 17. Lem’a, 10. Nota.
[5] Temsildeki bahir (deniz), kudret-i İlahiyedir; tahtelbahir (denizaltı) ise, insanın acz-i mutlakıdır. Acz-i mutlak gözüyle ancak kudret sırları keşfedilebilir. Bu çerçevede kudret-i zâtiye sırlarına kadar insanı muhatap edebilecek derecede insanda acz-i zâtî adı verilen bir tahtelbahir bulunmaktadır.
[6] Bu temsildeki hava, rahmet-i zâtiyedir; balon (zeplin) ise, insanın fakr-ı mutlakıdır. Fakr-ı mutlak gözüyle ancak rahmet sırları keşfedilebilir, müşahede edilebilir. Bu çerçevede rahmet-i zatiye sırlarına kadar insanı muhatap edecek derecede insanda, fakr-ı zâtî adı verilen, binlerce fakr ve ihtiyaç bölmesini havi bir fakr balonu bulunmaktadır.
[7] Tereşşuh, reşha mesleği olarak, kudret-i İlahiye feyzi almaktır. Tahtelbahri delerek, sebepler perdesi arkasında kudret-i Hakka ulaşmaktır.
[8] Şuaât, doğrudan nur-u İlahi cilvesi almaktır. Balonu (zeplin) delerek, sebepler perdesini yırtıp Şems-i Hakikat’e ve Onun şualarına alıcı hale gelmektir. Şua, güneş ışını demektir. Lem’a ise, güneş ışının kırılmış ve bir nesneden yansıyan halidir. Doğrudan doğruya Güneş’i gösteren şuadır.
[9] Abdülkadir Badıllı, bu ifadeyi “cânân” diye okumuştur; oysaki “cenân” dır. Farsça’da cân, “ruh”; cenân ise “kalb” demektir. İnsan kalbi, “fakr” ıyla hakka müteveccihtir; insan ruhu ise, “acz” iyle hakikate mukabildir. Metnin akışı “cânını, cenânını” olmasını iktiza etmektedir. Ki hakikatte de öyledir. Bkz. Matbaa-i Evkaf Baskısı Lemeat, 1337-1339, Mahbûb-u Hakiki En Akreb Hem En Ab’addir bahsi.
[10] Nur suresi, 35. Âyet.
[11] Rahmet, irade sıfatının tezahürü veya tezahür sebebi olduğundan ve hava, emir ve irade arşı (Lem’alar, 28. Lem’a, 22. Nükte) olduğundan dolayı hava ile rahmet arasında başka yönlerden de ilişki bulunmaktadır.
[12] Kitaptan kasıt, Mesnevi-i Nuriye Risalesi’dir.
[13] Mâlikiyet, Hâkimiyet, Rububiyet ve Uluhiyet, zincirleme olarak bir birine bağlı hakikatlerdir. Bir nesneye veya canlıya mâlikiyet iddiası, onun üzerinde bir hâkimiyet iddiasıdır da. Çünkü hukuk bilimi kaidesine ifade edildiği üzere mülkün mâliki mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Bu cihetten tasarruf, hâkimiyeti doğurur. Aynı zamanda Rububiyet, dilediği zaman dilediği şeyi yapabilmektir. Bu çerçevede Mâlikiyet, Rububiyeti de netice vermektedir. Aynı zamanda mülkün malikinin mülkünde yaptığı tasarruflar sonucu ortaya çıkan güzel ve mükemmel şeyler, övgü ve sevgiye, medh ü senaya da kişiyi mazhar kıldığı, aynı zamanda onun eksik ve kusurlardan tenzih ve takdisini de doğurduğundan, bunlar da Uluhiyetin icraatlarının temel hakikatleri olduğundan mâlikiyet nihayetinde Uluhiyet iddiasına da dönüşmektedir. Rububiyet ve Uluhiyet iddiasında bulunan Mısır Firavun’unun “Firavun, milletine şöyle seslendi: "Ey milletim! Mısır mülkiyeti (hükümdarlığı) ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" (Zuhruf suresi, 51) cümlesi mâlikiyet ve melikiyet iddiasının nihayetinde Rububiyet ve Uluhiyet iddiasına dayandığının numunelerinden yalnızca bir tanesidir.
[14] Mesnevi-i Nuriye, Badıllı Tercümesi, Katre Risalesi, 1. Hakikat.
[15] Sözler, 26. Söz, Zeyl, 4. Hatve.
[16] Buraya dikkat! Bediüzzaman burada insanda ilmin tahakkukun temelini vermektedir. Mülkü, mutlak manada Zât-ı Mâlik-i Melîk-i Akdes ve Zât-ı Vâhid-i Ehad-i Nur’ul-Envâr’a isnad etmeden, tevhidi mutlak manada ikrar ve tasdik etmeden kişide tevhidin en büyük delili olan ilim tahakkuk edememektedir. Çünkü Mâlik-i Mutlak’ın bir sanatı ve eseri olan insan, kendini Malik-i Mutlak’ından bağımsız ve müstakil görmekte ve yaratılış âlemi kadar büyük bir yalan söylemektedir. Oysaki iman ve bütün hakikatler gibi ilim hakikatinin de temeli “sıdk” ve “hakikati tasdik” tir. Yalan ile ilim ve hakikat bir arada duramamaktadır. Gece ve gündüz gibi…
[17] Mesnevi-i Nuriye, Badıllı Tercümesi, Zerre Risalesi’nin 1. Parçası, 5. İ’lem.
[18] Lem’alar, 14. Lem’a, 2. Makam, 3. Sır.
[19] Bkz. Mesnevi-i Nuriye, Abdülkadir Badıllı Tercümesi, Katre Risalesi, 55 Lisan.
[20] Bediüzzaman Said Nursi, Ta’likat, Niyazi Beki Tercümesi, s. 135.
[21] Yasin suresi, 82. Âyet.
[22] Bediüzzaman Said Nursi, Kızıl Îcaz, Niyazi Beki Tercümesi, s. 119.
[23] İnsana sindiremediği veya potansiyeli gereği hiçbir zaman sindiremeyeceği bilgileri yüklemek, insanı ruh hastası etmektir. Gözümle gördüğüm üzere sözel yetenekli bazı talebe akrabalarım zorunlu eğitim sistemi gereği kendisine dayatılan matematik dersi sorularını çözemediği için ağlamaktaydı. Bu çerçevede kişinin yeteneğini aşan bilgileri kişiye dayatmak bir “eğitim zorbalığı” ve talebeye de bir çeşit “ruhsal işkence” dir.