Soru: Mektubat Kitabı’nın 29. Mektub’un 6. Kısmı’nın 5. Desise-i Şeytaniye olan “Enaniyet Bahsi”ni açabilir misiniz?[1]
Cevap: Bu kısım Enâniyet hakkındadır. Yani benlik. Her bir insanda nefs-i emmare ve enaniyet bulunuyor. Her ikisinin arzularının, hedeflerinin neler olduğu, bazı hastalıkları ve kurtuluş çarelerini İhlas Risalesi’nde Üstad Bediüzzaman yazmıştır.
Enaniyet, özellikle ilim ehlinde olur. Olunca da çok tehlikelidir. Çünkü kendi fikirlerini beğenir, tek doğru veya en doğru fikir onunki olduğunu iddia eder ve buna inanır. Bu tarz kişiler içinde en tehlikelisi ilmi, sırf başkalarını ezmek için elde eden tiplerdir. Bazıları ilmi alır fakat amel etmek için. Belli derecede amel de eder. Fakat yine kendi bildiğinden şaşmaz. Bu biraz daha masumdur çünkü derdi ameldir. Çok az bir kısım ise kulaklarını yeni fikirlere açar, kendinin yanlış olabileceğini de göz önünde tutar. Eğer muhatabı delillerle doğruyu veya en doğruyu ispat ederse hemen o fikri kabul eder. Bu kişiler benliği merkeze koymayan, Hakikati merkezleştiren dengeli kişilerdir. Öncekilerin derdi kendilerini duyurmak ve kendilerine dair övgüleri duymak iken, bu kişinin derdi Hakkı ve Hakikati duymak ve duyurmaktır. Bu kişi Rabbi ile, O’nun mucize ilmi ve Kur’an’ı ile iftihar eder. Bundan ciddi bir zevk alır.
İnsan benliği, karakter olarak kedi gibidir. Okşanmak ve yumuşak söz ister. Tembeldir. Yük almak istemez. Rahatına düşkündür, sobanın altında veya yanında yatan bir kedi gibi… Süt ile beslenmeyi sever. Yani ilimle… Ufak bir iş yapsa büyük bir iş yaptım havasına girer. Fareyle oynayan kedi gibi… 40 yılda bir büyük iş yapsa ömür boyu unutmaz ve bunu ha bire söyler. Ağzıyla kuş yakalayan kedi gibi… Oyalanmayı ve oyunu sever. Yumakla oynayan kedi gibi… Devamlı kendini aklar, hiçbir eleştiriyi kabul etmez. Kendini yalayıp duran kedi gibi… Nefs-i emmare ise, buna mukabil tam bir köpek gibidir.
Enaniyet bu manada övgüyü, takdiri ve okşanmayı sevdiği için ilim adamlarından özellikle karakteri içe dönük yapılı kişiler açısından enâniyet çok tehlikelidir. Üstad bu noktada şöyle der: “Hakikaten, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler.”
Üstad bu noktada uyarır: “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar.” Tabir-i caizse, dine hizmet eden kişi Hak ve Hakikate tabi olduğunda yırtıcı bir aslan iken ve gardını almışken, iltifatlar ve övgülerle karşılaşınca anında yavru bir kedi gibi olur. İşte o anda onu ehl-i dalâlet avlar. İşte ihlas, övgülere sağır olmak ve ezelden ebede bütün övgüleri Allah’ın hakkı ve malı bilmektir. Ki Mutlak Tevhid’in de gereği budur. Bu ihlaslı tavır olursa aslan aslanlığını asla kaybetmez. Hz. Hamza’nın (RA) lakabı “Esedullah” (Allah’ın Aslanı) olarak bu çerçevede vurgulanır.
Diğer bir hususu Bediüzzaman şöyle ifade eder: “Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene'ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, ene’yi terk etmekle hakka hizmet edebilir.” Enaniyet, insana gurur ve kibir verirse ene’nin sembolü, “fil” olur. Fil nasıl hortumunu havaya kaldırırsa, enaniyetli kişiler de gururla burunlarını havaya diker, “Benim sana ihtiyacım yok” diye burun kıvırır. Fakat öfkeli bir fil çok tehlikelidir. Bu manada dinsizlerin oyuncağı olan ilim ehli de Kâbe’ye saldıran “Ebrehe’nin fili” gibi olur. Kalem suresinde müşriklerden olup bilgisiyle Efendimiz’e (ASM) muhalefet eden Nadr bin Haris için şöyle denilir: “Senesimuhu ale’l-hurtum”[2] (Onun hortumunun üzerini damgalayacağız). Bu âyet Hakk katında Nadr bin Haris’in Kâbe’ye saldıran bir fil gibi göründüğünü ifade eder. Fillere patika yollarda binilir. Ana caddede file ihtiyaç yoktur. Dalalet, hakikat yolundan sapmak, patika yollarda kaybolmak demektir. Dalalet ehlini patika yollara sevk eden onların enâniyetleridir. Bu noktada Üstad “şu asırda ehl-i dalâlet ene'ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor” diyor ve “Ehl-i hak, bilmecburiye, ene’yi terk etmekle hakka hizmet edebilir.” diye ekliyor. Bu cümleye dikkat etmek gerekir: “Üstad ehl-i hakk diyor; ehl-i hakikat demiyor.” Çünkü ehl-i hakk, hakikati hem bilir, hem bütün ruhuyla ona iman eder, hem de hakikate göre yaşar. Yaşadığı için “ehl-i hakk” olur. Onun da imtihanı, ene’yi terk etmek, gurur ve kibre kapılmamaktır. Burada çare ise enaniyetten kurtulmanın yolu olan cemaat halinde bulunarak hizmet etmektir. Yani “Ben” yok “Biz” var, mantığı ve şuuruna erişmek…. Üstad uyarıyor:
“Ene’nin istimalinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur'âniye, ene'yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. "Ben demeyiniz, biz deyiniz" diyor. Arapça’da ene, ben demek; nahnü, biz demektir. Metne dikkat edilirse, enâniyetini kullanan kişi, farkında olmadan nefsine hizmet eder. Bu manada “nefis-perest” olur. Bir kişinin hayatında ya Hakikat hâkimdir, buna “ehl-i hakk” denilir. Veya ene, hâkimdir, buna “nefis-perest” denilir. Ene, nefse emreder. Nefs-i emmare de, akla ve kalbe emreder. Böylece ene, “derin devlet” gibi olur, iç dünyamızda… Nefsi kazdıkça, altından ene ve enaniyet çıkar. Saha mütehassıslarının ifade ettiği üzere enaniyet terbiyesi, nefs-i emmarenin ıslahına göre çok çok zordur.
Üstad bu iki paragrafla diyor ki, “Sen hak yolunda hizmette haksızsan zaten ene’yi kullanamazsın. Haklıysan bu sefer ehl-i dünya gibi görünürsün; bu ise, dine hizmete zarar verir. Hakkını Cenab-ı Hakk yolunda feda et; seni savunmayı Vekîl-i Mutlak olan Allah’a bırak.” Bu açıdan hak yolunda tam bir ihlas için ne nefis ne enaniyet olmamalı. Yoksa avlanırız. Hücumat-ı Sitte kısmında geçen hastalıklardan “Hubb-u Câh”, enaniyetin hastalığıdır. Havf da öyle… Tama’ (açgözlülük), nefs-i emmarenin hastalığıdır. Tembellik ve tenperverlik, yine enaniyetin hastalığıdır. Milliyetçilik de öyledir. Dine hizmette asıl tehlike benliktir. Üstad devam ediyor:
“Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi ene’sine hâdim yapmıyor. Belki ene’siz bir hâdim-i Kur'ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve ene’sine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş.” Risale-i Nur mesleği, kendini beğenmemek, ene’sine taraftar olmamaktır. Nasıl taraftar olunmaz?
*Eleştiriye açık olmakla…
*Hakka sağır olmamakla…
*Haklı eleştiriyi kabul etmekle…
Bu şekilde kişi “hak yolunda” mesafe kat edebilir. Yoksa kendi benliği, Ali Şeriati’nin[3] tespit ettiği üzere, insana zindan ve pranga olur. Nefs-i emmaresini aşanlara Cenab-ı Hakk, kudret tecellisi olan kerametler ihsan eder. Bunlara keramet-i kevniye denilir. Ene’sine taraftar olmayıp onu terbiye edenlere ise Cenab-ı Hakk ilim ve hikmet tecellisi olan kerametler ihsan eder. Bunlara teknik tabirle “keramet-i ilmiye” veya keramet-i maneviye” adı verilir. Bu manada o kişinin kulakları Hakka ve doğruya açık olduğu için kalb ve ruh kulakları İlâhî ilhamı duyacak hale gelir.
Devam edecek
[1] Bu şerh, madde bağımlılığından dolayı hapse düşmüş, sonrasında pürdikkat Risale-i Nur’a odaklanmış ve tutunmuş bir mahkumun bir sorusuna verilen bir cevabın genişletilmiş halidir. Mahiyeti bu şekilde olduğu için sohbet üslubu taşımaktadır. Okuyucuların bu hususa dikkat etmelerini istirham ederim.
[2] Kalem suresi, 16.
[3] Bkz. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı.