Risale-i Nur’un Risale-i Nurlarla Şerhi-8: Hakikatler Arası Bağlantılar ve Kompleks Hakikatler

Erdem AKÇA

İnsanlık dünyasının tefekkür yolculuğunda bir durak hakikatler arası ilişkiler ve bağlantılar noktasıdır. Kâinatın organize ve kompleks yapısı, bir nesnenin varlığının asgari noktada kudret, ilim ve irade hakikatlerine dayanması, yaratılışın devamlılığı noktasında hıfz, muhafaza, himaye, dakik bir yöneticilik, ihtiyaçları gidericilik gibi hakikatlerin de aklen zaruri olması, canlılık gibi kompleks yapılarda cansızlarda olmayan özelliklerin de o canlıda bir ve beraber olarak görünmeleri aklın hakikat ve hikmet yolculuğunda şu tespiti yaptırıyor: “Kâinat çok sayıda hakikatlerin organizasyonu ve işbirliği içinde kurulmuş, işleyen ve devam eden tek bir yapıdır. İçindeki cansız her bir nesne ve canlı her bir yapı da aynı mahiyettedirler. Birlik içinde çokluk ve çokluk içinde birlik yaratılış ve varlık âleminin mevcut halinin özetidir.”

Aklın tefekkür yolculuğundaki bu zaruri yükseliş, nihayetinde Cenab-ı Hakk’ın vâhidiyet ve ehadiyet tecellilerini akla keşfettirir. Vâhidiyeti, kâinattaki sünnetullahta ve evrensel yaratma ve idare sisteminde, ehadiyeti bireysel yaratma, yaşatma ve idarede gösterir ve okutturur. Bu okuyuş sürecinde, hakikatler arası bağlantıların kurulması, bir birine güneşin yedi renginde olduğu gibi eklenmesi ve nihayetinde “beyaz renk” sembolü olan hayat hakikatine ve canlılığa aklın ulaşması, kompleks ve kapsamlı bir tefekkürün zirve noktasıdır.

Üstad Bediüzzaman 1921 yılında kaleme aldığı Mesnevi-i Nuriye isimli kitabının giriş kısmını teşkil eden Katre Risalesi’nde meşhur 55 Lisan bahsinde bu organize, kompleks ilişkileri ve hakikatler arası bağlantıları Kur’an’ın derinliklerinden şöyle istihraç etmiştir:

“Hem mecmu-u kâinatta gerek ecza ve gerek külliyatında bir kasd ve şuur, irade ve ihtiyarı tazammun eden bir hikmet-i ammenin tezahürü görünüyor. Bu ise, bir Hakîm-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü fâilsiz bir fiil muhal ve mümteni’ olduğu gibi, yapılmış ve münfail camid bir cüz’ün fâil ve işleyici olup, şu şuurî ve âmm fiile fâil olmasına da imkân ve ihtimal yoktur.

Hem kâinatın simasında parlayan bir inayet-i tamme vardır. O inayet ise, hikmet, lütuf ve tahsin hakikatlarını da tazammun etmektedir. Bu ise bizzarure bir Hallâk-ı Kerim’in vücub- u vücuduna delâlet ediyor. Çünkü ihsan elbette bir muhsini iktiza eder. Bunun aksi ise muhal ve mümteni’dir.

Hem kâinatın yüzüne serpilen ve üstünde yayılan bir Rahmet-i vasia vardır. O ise, hikmeti, inayeti, ihsanı, in’amı, ikramı; hem lütuflandırılmakı, sevdirilmeki ve tanıttırılmayı tazammun ediyor. Bu ise, bir Rahman-ı Rahim’in vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü sıfat, mevsufsuz olması muhal ve mümteni’ olduğu gibi; semavat ve yerin genişliğinde olan şu hulleyi ona giydirmek, Allahu Teâlâ ve Tekaddes’den başka hiç kimsenin haddi olması da mümteni’ ve muhaldir. Evet camid, ölü, nâkıs, hakir esbabın kameti, te’siri, gücü nerede? Ve kâinata giydirilen şu gayr-ı mahdud hulle-i rahmetin kıymet ve pahası nerede? Eynesserâ minessüreyya!

Hem zevilhayatın çeşitli enva-i hacetlerine göre tevzi’ edilen ve hikmet ve inayet, rahmet ve himayet, muhafaza ve taahhüd ve amd ve teveddüd ve taarrüfü tazammun eden rızk-ı âmm ise, bizzarure bir Rezzak-ı Rahîm’in vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü fâilsiz bir fiil muhal olduğu gibi, mef’ul ve yapılmış bir cüz’ dahi, şu amm olan fiile fâil olması da muhaldir, mümteni’dir.

Hem kâinatta intişar eden ve yüzüne serpilen ve hikmet, inayet, rahmet, rızık ve ince san’at ve nakş-ı rakik ve ittikan ve ihtimamı tazammun eden bir dirilik, canlılık ve hayat görünüyor. Bunlar ise, bunlara hükmeden bir kasd ve şuur ve ilim ve irade-i tammeden tereşşuh edebilirler. Ve şu keyfiyet-i hayatiye ise, bir Kadir-i Kayyum’un, Muhyi ve Mümît’in vücub-u vücuduna delâlet eder.”[1]

Metne dikkat edilirse, hakikatler arası bağlantılar merkezi müttehit daireler gibi gösterilmektedir. Aynı zamanda bir hakikatin içerdiği hakikatler belirtiliyor. Bu durum gösteriyor ki, bazı hakikatler kompleks yapılıdır. Ana renk gibi değil, ara renk gibidirler. Bu çerçevede baktığımızda liste şeklinde hakikatleri şöyle formülize edebiliriz:

HİKMET = Kasd + Şuur + İrade + İhtiyar…

Teknik olarak hikmet, “hayr” netice verecek şekilde bir bilginin doğru zamanda ve mekanda kullanılması olduğundan “İlimsiz hikmet olamaz” diyebiliriz. Bu çerçevede formülü şu şekilde genişletebiliriz:

HİKMET = Kasd + Şuur + İrade + İhtiyar + İlim…[2]

İnâyet sıfatı, metindeki “Halık-ı Kerîm” terkibinin bildirdiği üzere Kerîm isminin cilvesidir. Kerîm isminin iki tarz tecellisi bulunmaktadır: Kerem ve İnâyet

Kerem sıfatı, ihtiyaç ve “fakr” içinde olanlara tecelli ederek onları mutmain eder.

İnâyet sıfatı ise ise, “acz” ve çaresizlik içinde olanlara tecelli ederek onları teskîn eder.

İnsanın fakrı daha çok, mal ve servet ile tatmin edildiğinden, kerem sıfatı maddiyat ile tecelli eder, kullarına ikramda bulunur. İnayet ise, çaresizliklerin çoğunun temeli cehalet olduğundan kulların dünyasında daha çok ilim ve hikmetle tecelli eder. Bu çerçevede inayet de kompleks bir hakikattir. Şu şekilde formülize edebiliriz:

İNÂYET: Hikmet + Lütuf + Tahsin…

Eğer formüldeki hikmet yerine ilk formüldeki 5 maddeyi koyarsak formül şu şekle dönüşür:

İNÂYET: Kasd + Şuur + İrade + İhtiyar + İlim + Lütuf + Tahsin…

İnâyet sıfatı, birebir tarzda bir ilgi ve ilgilenme ve yaratılanlara bir odaklanma olduğundan cemâlî bir tecellidir. Cemâlî tecellilerin kemal hâli, eksiksiz şekilde bütün detayları içermesi ve cem etmesidir. Bu sırdan dolayı inâyetin zirve seviye noktası “inâyet-i tâmme” dir. Ki Bediüzzaman da bu metinde “inâyet-i tâmme” lafzını kullanmaktadır.

Rahmet sıfatı ise,

*Yaratıcılığı isteyen,

*Yaratılanlara

** “Vücud” (varlık) hakikatinin “hayr-ı mahz”[3];

** “Hayat” (canlılık) hakikatinin “hayr-ı ebedî” ve “hayr-ı küllî”[4];

** “Saadet-i ebediye” (sonsuz mululuk) hakikatinin “hayr-ı mutlak”[5];

** “Rü’yetullah” (Sonsuz Merhamet Sahibini Görmek) hakikatinin “hayr-ı nâmütenâhî”[6] olduğunu göstermek, yaşatmak, zevk ettirmek isteyen,

*** Mutlak bir ikram ve keremi,

***Namütenahi bir inayet ve lütfu içerdiği ve

*Akıllar, bu kudsiyet sırlarını, “egosantrik yapıları” ndan ötürü kavrayamadığından “merhamet-i mukaddese-i İlâhiye” küçük akıl terazisinin kuşatıp tartamadığı vâsi bir hakikattir. Ziya Paşa aklın bu muazzam hakikatleri tartma konusunda aczini ve küçüklüğünü şöyle ifade eder:

İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.[7]

Bediüzzaman’ın verdiği sistematik noktasında rahmet hakikatini şöyle formülize edebiliriz:

RAHMET: Hikmet + İnâyet + İhsan + İn’am + İkram + Taltîf + Tahabbüb + Taarrüf…

Eğer formüldeki hikmet yerine ilk formüldeki 5 maddeyi ve inâyet yerine formüldeki ek 2 maddeyi de koyarsak formül şu şekle dönüşür:

RAHMET: Kasd + Şuur + İrade + İhtiyar + İlim + Lütuf + Tahsin + İhsan + İn’am + İkram + Taltîf + Tahabbüb + Taarrüf…

İnâyet ve rahmet hakikatleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda bir konuda beraber kullanıldığında, inâyet aczin ilacı, rahmet fakrın devası olarak kullanılır. Mesela: “ Ta, Senin inâyetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem, ta Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.”[8] Bu çerçevede bakıldığında rahmet, manevi ve maddi bütün fakrı ve ihtiyaçları giderecek şekilde tecelli ediyor, denilebilir.

Rızık hakikati ise, Râzık ismi boyutuyla bir sünnetullah kanunu olarak her canlı türünde tecelli eder. Rezzak ismi şeklinde hem çeşitlilik, hem zenginlik, hem devamlılık, hem manevi ve maddi bütün âlemleri içine alacak şekilde şiddetli ve güçlü bir şekilde tezahür ve tebarüz eder. Bu külli ve daimi tecellisi, tezahür ve tebarüzü de çok sayıda sıfatların kompleks bir halidir. Bu çerçevede rızık hakikatini şu şekilde formülize edebiliriz:

RIZIK: Hikmet + İnâyet + Rahmet + Himayet + Muhafaza + Taahhüd + Amd + Teveddüd + Taarrüf…

Eğer formüldeki hikmet yerine ilk formüldeki 5 maddeyi, inâyet yerine formüldeki ek 2 maddeyi ve rahmet yerine formüldeki ek 6 maddeyi de koyarsak formül şu şekle dönüşür:

RIZIK: Kasd + Şuur + İrade + İhtiyar + İlim + Lütuf + Tahsin + İhsan + İn’am + İkram + Taltîf + Tahabbüb + Taarrüf + Himayet + Muhafaza + Taahhüd + Amd + Teveddüd + Taarrüf…

Bediüzzaman’ın tespit ettiği üzere Vedûd ismi, Habîb ve Ma’ruf isimlerinin bileşimidir.[9] Tanıyarak sevme demektir. Habîb ismi, “tahabbüb”; Ma’ruf ise “taarrüf” olarak tecelli eder. Bu çerçevede Vedûd isminin tecellisi olan “teveddüd = tahabbüb + taarrüf” tür tespitini yapabiliyoruz. Rahmet bahsindeki “tahabbüb ve taarrüf” yerine teveddüd yazılırsa formül şöyle olur:

RIZIK: Kasd + Şuur + İrade + İhtiyar + İlim + Lütuf + Tahsin + İhsan + İn’am + İkram + Taltîf + Teveddüd + Himayet + Muhafaza + Taahhüd + Amd + Teveddüd + Taarrüf…

Bu durumda Rızık hakikatinde iki defa teveddüd tekrar etmiş olur. Bu noktada denilebilir ki, ilki teveddüd-ü rahmettir; ikincisi teveddüd-ü terzîktir, diye bir tespit yapılabilir. Fakat ikisi aynı olarak da kabul edilebilir. Bu durumda formül şöyle olur:

RIZIK: Kasd + Şuur + İrade + İhtiyar + İlim + Lütuf + Tahsin + İhsan + İn’am + İkram + Taltîf + Teveddüd + Himayet + Muhafaza + Taahhüd + Amd + Taarrüf…

Fakat her halükarda “taarrüf” tekrar ediyor. Bu durumda Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kendini tanıtması noktasında bir Ma’rufiyeti, rezzakiyetinin umumiyeti noktasında başka bir Ma’rufiyeti var olduğu görünüyor diyebiliriz. Evet Cenab-ı Hakk, rahmet-i vâsiasıyla Rahmaniyeti ve Rahîmiyeti ile tanındığı gibi, rızk-ı umumi icraatıyla da Râzık ve Rezzak olarak da tanınır.

Rızık hakikati, canlılar dünyasıyla sınırlı olarak göründüğünden Bediüzzaman “rızk-ı âmm” yani umumi rızık olarak meseleyi kemal seviye olarak ifade eder. Oysa yaratıcılık, canlı ve cansız bütün varlık âlemini içine aldığından, bu ise vüs’at hakikati ile mevcut kâinatta tecelli ettiğinden “rahmet-i vâsia” olarak rahmeti tavsif eder.[10] Fakat ilim, mazi-hal-istikbali içine aldığından ve mevcut anda da göründüğünden, Kur’an ilmi “ihata” (kuşatıcılık)[11] sıfatıyla tavsif eder. İlmi, Muhît isminin tecellisi, Muhît ismini ise, Evvel + Ahir + Zâhir + Bâtın isimlerinden feyz alan bir havuza benzetir.[12]

(Devam edecek)

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Abdülkadir Badıllı Tercümesi, Katre Risalesi, 55 Lisan Bahsi.

[2] Şuur, ilmin nurunun hislerin kuvvetiyle birleşmiş haline verilen isim olduğundan formülün ilk hali de doğru olarak ele alınabilir. Fakat şuur, Habîr isminin; ilim, Alîm isminin tecellisi olduğundan aralarındaki ince farkı göstermek için 5’li formülle hikmeti tanımlamak daha doğrudur, diyebiliriz.

[3] Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve.

[4]Hayatı (canlılığı) sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete… seni çıkarmış.” (Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve) “En büyük bir nimet olan vücudu (varlığı), bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı (canlılığı) verdi. Ve o hayatla o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.” (Şualar, 4. Şua, 3. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye)

[5] Mektubat, 19. Mektub, 19. Nükteli İşaret, 1. Esas.

[6] Sözler, 31. Söz, 4. Esas, 4. Meyve

[7] bk. Ziya Paşa, Terkîb-i Bend.

[8] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Fârisî Münâcât.

[9] “Ve ism-i Vedûdun cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü'l-Âlemîn ile netice verir, mukabele görür.” (Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 30. Lem’a, 3. Nükte (İsm-i Hakem Bahsi), 5. Nokta, 2. Mesele)

[10] Mü’min surei, 7 ve diğerleri…

[11] Talak suresi, 12.

[12] Hadid suresi, 3.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.