Üstad Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası’nda belirttiği üzere Kızıl Îcaz kitabını Risale-i Nur Külliyatı’na dâhil etmiştir. Kızıl Îcaz kitabında şerhin ne manaya geldiğini “kavl-i şârih” lafzına dair yazdığı ta’likte kendisi şöyle ifade eder:
“Kavl-i şârih: Kavl-i şârih denilen ta'rif, bir müfettiş gibi, ta'rif edilenin menşe'inde nasıl neşv ü nemâ bulduğu ve tekâmül basamaklarında kemâle doğru nasıl yol aldığını istikrâî olarak inceler. Bununla beraber, bir muhallil olarak da, ilgili şeyi aslına irca' eder.” (N. Beki terc. s. 66)
Metinden de anlaşılacağı üzere şerh, bir konunun ta’rifidir. Ta’rif ise, mantık ilmi kitaplarında belirtildiği üzere ya hadd veya resm ile yapılır. Hadd ve resm o konunun evvelini ve âhirini, zâhirini ve bâtınını çerçeveleyecek şekilde ta’rifini yapabilecek ve konuyu ihata edecek şekilde beyanda bulunmaktır. Hadd, bir şeyi cins-i karîbi (yakın küllî zâtî özellik) ve faslı (ayırıcı zâtî özellik) ile tarif etmektir ki cins-i karîbi, onun menşeini, faslı ise onun meyvesini ve kemalini ifade eder. Cins-i karîbi, "Nereden geliyorsunuz?" ve faslı, "Nereye gidiyorsunuz?" sorularına cevap olmasıyla hadd, o şeyin hakikati noktasında iki sınırını belirler.
Resm, bir şeyi cinsi ve hassâsı ile yapılan ta'riftir. İnsan için, "gülen bir canlıdır" denilmesi gibi… Üstad Kızıl Îcaz’da hadd için, “Bürhan-ı limmîye[1] benzer; meselenin ‘Nereden gelip nereye varacağını beyan eder’ ” der. Yani meselenin evveli (kökü) ve âhiri (meyvesi), hadd ile bürhan-ı limmî tarzda beyan edilir. Resm için de “Bürhan-ı innîye benzer; meselenin ‘Neci olduğu ve vazifesinin ne olduğunu beyan eder’ ” der.[2] Yani meselenin zâhiri (dışı ve görünür hali) ve bâtını (iç dinamikleri ve hakikati), resm ile bürhan-ı innî tarzda beyan edilir. Hadd, işin hikmetini ve hak boyutunu teşhis eder; resm ise, işin ilmini ve hakikatini tayin eder. Mesela hadd, ruhların dünyaya gelişinin hikmetini, bu sürecin başını ve süreç sonunda ortaya çıkan meyvelerini belirterek izah eder. Resm ise, dünyaya gelişin hikmetine ruhları eriştirecek vazifeleri, insanın zâhir ve bâtın boyutları eşliğinde açıklar, tarif eder.
Bu çerçevede hakikatli bir şerh, hem bir tahlildir, işin hakikatine kadar mesele onda tahlil edilir, çözümlenir; hem bir teftiştir; işin terkip ve terekküp aşamaları onda gözlemlenebilir. Bu çerçevede şerh meselesi “kabiliyet-i ilim” denilen tahlili yapıp işin hakikatine, kanununa kişiyi zihnen ulaştırabilmeli ve okuyucunun aklını gaybî köklere eriştirmeli; akabinde “kabiliyet-i sanat” denilen terkib ile, İlâhî hakikatin şehadet âlemini inşası, sünnetullah çerçevesinde tahakkuku, hikmet dairesinde zaman ve mekan içinde belirişini göstererek şehadet âleminde İlâhî ilim ve iradeyi, hikmet ve muvazeneyi gösterebilmeli ve hakkı izhar edebilmelidir. Bu boyutuyla şârih hem “ehl-i hakikat “olmalı, muhatabını zâhirden hakikate geçirebilmeli; hem “ehl-i hak” olmalı, okuyucusuna zâhir âlemdeki hikmetler ve muvazeneler içinde hakkı izhar ve işhad edebilmelidir. Bu pencereden bakıldığında Risale-i Nur dairesinde Kızıl Îcaz kitabı üzerine 6 tane şerh çalışması olduğunu görüyoruz.
Bilindiği üzere Kızıl Îcaz kitabı te’lif dili olarak Arapça’dır. Kitap, öncelikle Bediüzzaman’ın öz kardeşi ve talebesi Abdülmecîd Nursi tarafından 1965 yılında şerh edilmiştir. Sonraki süreçte ise Şeyh Safvetullah, Molla Musa Celâlî ve Sadreddin Yüksel taraflarından Arapça olarak tekrar şerh edilmiştir. Kıymetli akademisyen nur talebeleri olan Ahmed Akgündüz ve Niyazi Beki Hocalar tarafından da Türkçe’ye hem şerh hem tercüme edilmişlerdir. Niyazi Beki Hoca kendisi bir medrese mantık hocası da olduğundan ilmî müktesebâtı ile ve Risale-i Nur’dan ilgili bölümler eşliğinde Kızıl Îcaz’ı şerh ederken, Ahmed Akgündüz Hoca Abdülmecid Nursi şerhini baz almakla beraber Şeyh Safvetullah, Molla Musa Celalî ve Sadreddin Yüksel’in şerhlerinden ve Risale-i Nur Külliyatı’ndaki ilgili yerlerden de istifade ederek kapsamlı bir şerh ve tercüme çalışması yapmıştır.
Kızıl Îcaz kitabının Nur Külliyatı’na dâhil olduğu Üstad tarafından ifade edilmesi ve Üstad’ın ilmî icazet verdiği sayılı talebelerinden olan Abdülmecid Nursi tarafından ve sonraki süreçte kıymetli âlimler ve Nur talebeleri tarafından hem Arapça hem Türkçe’ye şerh edilmesi gösterir ki Üstad’ın Kızıl Îcaz’da belirttiği şerh tarifi çerçevesinde Risale-i Nur eserleri şerh edilebilirler.
Şerhte usûl, asıl metin kitaba alınmak ve asliyeti belirtilmek şartıyla, Kızıl Îcaz’da gördüğümüz üzere, şârih müellifin eserlerinin oluşturduğu külliyatının tamamından ve o konuya dair kıymetli ve hakikatli âlimlerin tespitlerinden, ilgili Kur’an ve kâinat âyetlerinden, hadis ve sünnetlerden istifade ederek söz konusu metinden zihnine açılan manaları delilleriyle ortaya koyar ve ispatını yapar. Şerhinin altına da kendi adını ve imzasını atar.
Yazılan kitaba mesela “Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kızıl Îcaz’ın şerhi” adını verir. Böyle bir tatbikatın İslam ilim geleneğinde yeri sabittir. Fakat şerhinin altına Üstad’a aitmiş havası verecek şekilde Üstad’ın ismini yazamaz. Külliyattaki Lahika mektuplarında, şiirlerde, takrizlerde, mahkeme müdafaalarında, Üstad tarafından Risale-i Nur Külliyatına eklenme izni verilen 8. ve 18. Lem’alardaki Nur talebelerine ait fıkralarda ve Külliyat’ta bulunan Batılı mütefekkirlerden yapılan iktibaslarda gördüğümüz üzere…
İslam ilim âleminde hemen her ilim sahasına dair on binlerce şerh çalışması yapılmıştır. Olması da gayet normaldir. Kaidelerine uyulmak kaydıyla Risale-i Nur eserlerinin de bu çerçevede şerh edilmesi ve edilebilmesi ilmî gelenek açısından gayet olağan bir haldir. Bunun en canlı örneği bizzat Nur talebeleri ve medrese uleması tarafından Kızıl Îcaz hakkında yapılan Arapça ve Türkçe şerh çalışmalarıdır. Hakkı verilmek kaydıyla yapılacak bir şerh çalışmasına itiraz etmek Üstad’a ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine muhalefettir. Çünkü bizzat Üstad Bediüzzaman kendisi şerh meselesinin Nur dairesindeki konumunu şöyle ifade eder:
“Bu durûs-u Kur'âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde,[3] yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü'l-a'mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.” (Mektubat, 29. Mektub, 6. Kısım, 5. Desise-i Şeytaniye)
Burada Üstad’ın da vurguladığı üzere şârih, müellifin eserini şerh ederken müellife itiraz edemez, onun fikirlerinden daha öte ve üstün fikir iddiasında bulunamaz. Bunu yaptığında bu, şerh ve izah dışına çıkmak demektir. Şerh, müellifin konuya dair bütün eserlerindeki fikirlerini cem ederek meselenin hakikatini göstermek, müellifin kapalı bıraktığı yerleri âyetler ve hadisler veya kâinattaki kevnî âyetlerden ve fenlerden istifade edilen delillerle açmaktan ibarettir. Aksine bir uygulama bizzat ilgili metnin geçtiği “5. Desise-i Şeytaniye” olan “Enâniyet” tuzağına düşmek demektir. Bu çerçevede Risale-i Nur eserlerini şerh edebilecek kişinin enâniyetini, Risale-i Nur’un hüviyet-i maneviyesinde ve şahsiyetini Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinde sırr-ı uhuvvet ve sırr-ı hakikat ile eritmesi şartı bulunmaktadır. Bu tefâni-i uhuvveti ve hakikatte fenâ-yı küllîyi ihlas ile yaşamayanlar veya kibir ve gururlarından dolayı yaşayamayan kişilerin, Nur dairesi içinden dahi olsa ve hatta allâme ve müçtehid seviyesinde dahi olsalar, Üstad’ın işaret ettiği üzere, Risale-i Nur’daki imânî bahisleri şerh etmeye hakları yoktur.
[1] Burhan-ı innî, ma'lulden illete, eserden müessire yapılan bir istidlal yoludur. Burhan-ı limmî ise, illetten ma'lule, müessirden esere yapılan bir istidlal yoludur. Meşhur misalle: gece görünen ateşten dumanın varlığına istidlal yapmak illetten ma'lule/müessirden esere yapılan (limmî) bir istidlaldir; gündüz görülen dumandan ateşin var olduğuna istidlal etmek ise ma'lulden illete/eserden müessire yapılan (innî) bir istidlaldir. (Kızıl Îcaz, Niyazi Beki terc.,s. 138-139)
[2] Kızıl İcaz, Niyazi Beki terc.,s. 138.
[3] Dikkat! Yalnızca “imanî ilimler” sahasında… Başka sahalarda Üstad kendisinin “fetva makamı” olduğunu iddia etmiyor. Amma “Sünnetullah çerçevesindeki binlerce vaka gösteriyor ki, imanî ilimlerde söz ve yetki bize verilmiştir” diye ima ediyor.