DÖRDÜNCÜ REMİZ: Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in'ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in'ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.
Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.
Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden “Lâ ilâhe illallah” kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.
Bu bölümde ruh fabrikasını işlettirmek, onu bir Gül Fabrikası ve bir Nur Fabrikası haline getirmek hedeftir.
Bu bölümde Üstad bizdeki zaman algısını işliyor. Biz ne geçmişteyiz, ne gelecekte… Biz şu “an”dayız. Fiziksel olarak şimdiki zamanda ve andayız. Madde zaten, an’da vardır. Madde için dün ve yarın, geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed yoktur. Madde için ve maddeci insanın nefsi için varlık sadece içinde bulunulan andır. O yüzden nefis, heva, heves, hisler işin ne öncesini ne de sonrasını görebilir. Bu manada onlar akıbete kördürler. Yapılacak bir işin kötü âkıbetini ne düşünmek, ne de gösterilirse görmek isterler. Çünkü alınacak o pis lezzete kilitlenip kalmışlardır.
Nefsani ve cismani hayat boyutuyla bizim için geçmiş ve gelecek algısının, onların farkında olmanın hiçbir anlamı yoktur. Fakat insanda akıl, kalb, ruh olduğu için geçmiş ve gelecek zamanları insan görüyor. Akıl, bu iki âlemin kapılarını açıyor. Kalb, ta ezele kadar uzanan bir el ile bütün geçmiş zamana yayılır. Hasretlerini, hüzünlerini gidermek ister. O günleri tekrar tekrar yaşamak ister. Duygu bazında iç dünyasında da yaşar. Ruh ise, tâ ebede uzanan bir el le bütün gelecek zamanı aydınlatmaya, kendisi hakkında güvenilir hale getirmeye, her şeyi kontrolü altına almaya çalışır. Bu şekilde korku ve endişelerden kurtulmak ister. Geçmişi ne olursa olsun geleceğini daha iyi kılmak ister. Duygu bazında iç dünyasında bu mutluluğu yaşar.
Kur’anda 20 âyet “la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn”[1] (Onlara gelecek korkusu ve geçmişin nükseden üzüntüleri yoktur) cümlesiyle ruhun korkularını, kalbin hüzünlerini işler. Bunlardan ancak “evliyaullah” kurtulur der. Onlar da bunu tahkiki iman ve takva ile elde ederler diye Yunus suresi 62-64. Âyetler bildiriyor. O kadar bu korku ve hüzünler insan fıtratında hâkimdir ki, çoğu insan geçmişin içinde yaşar. Hatıralarında kaybolur gider. Melankoli budur. Birçoğu da geleceğe dair endişeler altında ezilir, ruhunu hasta eder. Depresyon budur. Bu algı o kadar güçlü ve gerçekçidir ki, insan bu ânın önemini unutur. Geleceği bu ândaki faaliyetlerin şekillendirdiği hakikatini kaybeder. Bu algının neticesinde birçok kişi aklının gördüğü o binlerce yıllık gelecek zamanı bizzat yaşayacakmış zannına kapılıp kendisini, algıladığıyla özdeş görür. O yüzden 1000 yıl dünyada yaşayacakmışçasına planlar yapar.[2] Tam dünyaperest bir hale gelir. Bu geçmiş ve gelecek zaman algısının kalbe ve ruha verdiği tadın lezzeti ve ferahı, nefsin işine gelir. Onu bulunulan ânın sorumluluklarından kaçan, erteleyici, miskin bir hale sokar. İşte bu noktada Üstad der:
“Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in'ikâs edip (yansıyıp), göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür.” İki aynayı karşı karşıya koyarsak, bir birlerinde binlerce kez yansırlar. Baktığımızda çok geniş bir meydan gibi görünür. Oysa hakikatte sadece 2 ayna vardır. Bu yansımalar bâtınî derinliği anlatması noktasında çok önemli! Üstad bu iç içe yansımaları insanda oluşturan hususu açıyor:
“Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum (yok edilmiş) ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in'ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.”
Bu temsil biraz sembol ve rüya dili öğretiyor: Sağ taraf, geçmiş zaman… Sol taraf, gelecek zaman… Kabir, şu an… Kabre ise, cesed konulur. Yani diyor Üstad, sen zahiren diri, hakikaten ölüsün. Gerçek dirilik, kesilmeyen bir süreçtir. Senin canlılığın bu an ile sınırlı. “Allah ve Resulü sizi ihya edip diriltecek işlere çağırdığında Ona icabet edin”[3] âyetinin de Risale-i Nurdaki tefsiri burası… Kalb ve ruh ölü ise, nefis diridir. Nefis ölmeye başladıkça, kalb ve ruh dirilir. Kanun bu… “Kalb ve ruhu diriltecek şey nedir?” sorusu akla gelirse Üstad aşağıda cevabını verecek. Fakat insanın bu hayalî zaman algısını hakiki bir geçmiş-gelecek algısına, Ezeliyet ve Ebediyet şuuruna yükseltmek için İlahî sistem şöyle işliyor:
“senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır.” Zamanın da evveli-ahiri-zâhiri-bâtını var… Evvel, mazi ve ezeliyet… Âhir, müstakbel ve ebediyet… Zâhir ve bâtını, bu an ve şimdiki zaman… Zâhiri, maddenin hareketine dayanır. Bâtını ise, maddenin hareketini düzenleyen mana ve hakikate dayanır. Yani aslında zaman dediğimiz şey, İlahî ilmin, İlâhî kudretle birleşme yolculuğunun uzunluğudur. Biz bu yolculuğun an’daki halini görüyoruz. Fakat akıl, tamamını görebiliyor. “Geçmiş çıktı gitti, bakalım yarın neler getirecek?” diye akıl net görüyor. Kalb ise, elden çıkıp giden güzelliklerin ardından hasretle bakıyor. Ruh ise, gelecek zamanın neler getireceği, zarar getirip getirmeyeceği hakkında endişeyle dolu ve en ufak bir sese kulak kabartıyor. Nefis için zaman tek bir andır. İnsan nefsine uysa, gittikçe tembelleşir. Tembellikte zirve, tam manasıyla hareketsiz kalmaktır. Mutlak manada duran bir şey için zaman da biter. Sadece madde algısı kalır. Hareket, maddeyi eriten bir şeydir. Bu açıdan hareketsiz duran dağların ömrü ile, nisbeten hareketli ağaçların ve tam hareketli hayvanların ömürleri kıyaslansa mesele görünür. İnsandan ise Allah maddi ve manevi faaliyet ve hareket istiyor. Bu hareketle insan cismini ve maddesini eritip nurlandırıyor. Bu 17. Lem’anın başındaki ifadede geçen: “inâyet-i Rabbâniye ile, marifet-i İlâhiyede bir hareket-i fikriye ve bir seyahat-i kalbiye ve bir inkişâfât-ı ruhiyede tezahür eden…” cümlesindeki üç fiile erişir. Fikir, hareket etmeye başlarsa, kalb de manevi âlemlerde seyahat etmeye başlar. Bu ikisi hareket ederse ruhta da inkişaflar meydana gelir. “Ruh fabrikası” kurulmaya başlar. Fakat ilk adım fikre aittir. Bunları insana nasip eden ise “inâyet-i Rabbâniye” dir. İnâyet ise, âcizlere odaklanan bir sıfat… Aczini hissedenlere Allah Rububiyeti gereği bu gelişme yolculuğunu ilham ve ikram eder.
İnsan, gaflet, vehim ve hayalinin etkisi altına girdiği ve onların esiri olduğunda Cenab-ı Hakk bir lütuf olarak o kişiye musibet verir. Ta ki uykuları kaçsın, keyfini kaçırsın. Bu şekilde kendi vazifelerini hatırlasın. Aksi takdirde “geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.” Rahatlık içinde bir ömür o kadar bereketsiz, kıymetsiz, ürün vermeden geçiyor ki, Müminun suresindeki bir âyet bunu şöyle ifade eder: “
112. Allah (inkarcılara) "Yeryüzünde kaç sene kaldınız?" diye sorar.
113. Onlar, "Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık…”
Bu kadar boş ve değersiz bir hayat yaşamak bir kaderdir. Cenab-ı Hakk ihsanıyla bazen hastalık, bazen hıyanet, bazen hapis ve benzeri musibetlerle kişiyi o Cehennem yuvasından kurtarır. Fakat kişi aklı başında biriyse buna gerek kalmaz. O doğrudan hareket-i fikriyeye başlar. Fikrî hareket insanı anlık, cüz’î, maddeci bakıştan çeker alır. Ona sermedi, ezelî ve ebedî, külli ve manevi bir nazar kazandırır. Buna Tevhid diyoruz. Üstad bu kısmı açıyor:
“Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.” Burada Üstad’ın dünya hayatı dediği, maddi hayat manasında… Maddi hayat, diğer canlılarda olduğu gibi anlıktır. Cismânî yaşayış dediği, bitkisel hayattır. Bizim cismimizi beslemek, korumak şeklindeki hayat tarzımız. Hayvanî hayat dediği ise, hayvanî duygularımızın esiri bir hayat demektir. Kin, hırs, nefret, hased, inat gibi kişiyi anda boğan ve kilitleyen duygular… Dünya hayatının zıddı, ukba ve Âhiret hayatıdır. Cismânî yaşayışın zıddı, ruhani hayattır. Hayvanî hayat tabirinin zıddı ise, kalbî hayattır. Burayı Üstad “kalb ve ruhun derece-i hayatı” diye ifade eder. Bu hayat tabakalarına yükselmenin yeme-içmeye bakan yönünü Üstad 19. Lem’ada şöyle ifade eder: “Aklı, midesine; kalbi, nefsine; ruhu, cesedine hâkim olmak…”
Bu kısımda ise, aklın hareket-i fikriyesini, kalb ve ruhun zikirleriyle desteklemek vurgulanıyor. Bu zikir kişiye hakikatte anlık, vehim gözüyle ebedî ve ezelî gözüken bir sanal hayattan; gerçekten var olan, hakikatli ve ruhlu bir hayatı kazandırır. Üstad’ın tabiriyle “geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.” Kalb için, daire-i hayat; ruh için, âlem-i nurdur. Kalb ve ruhu aynı anda işleten geliştiren zikri ise Üstad açıyor:
“İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden ‘ Lâ ilâhe İlallah ’ kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.”
Marifetullah, Allah’ı tanıma yolculuğunda elde edilen tasavvur seviyesinde bilgilerdir. Normal aklımızdan ötede duygusal bir zekâmız bulunuyor. Kelime-i Tevhid zikri, kalbimizin bu yönünü de işletiyor. Vahdâniyet ise, vahidiyet ve ehadiyeti cem eden, celal ve cemali iç içe görebilen, kemal seviyedir. Ki ruhun aradığı ve istediğidir. Bu manada Kelime-i Tevhid, Vahidiyet ve Ehadiyet sırlarını, bunların iç içe görünüşlerinin yolunu, yöntemini öğretiyor.
Kalbin işlemesi onu “ârif” yapar. “Ârifin fikri neyse zikri odur” sözü kalb için fikir-zikir birlikteliğini anlatıyor. Ruh, bir nur fabrikası olarak işler. Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet sırlarını, kemalinin sırlarını içinde işler. Kâinata manevi elektrik üretir. Bu hakiki ilimle olur. Hakiki ilim, nurludur. Huzur verir. İnsanı şuhuda eriştirir. Baktığı zaman her şeyin derinliklerine inen bir nüfuz-u maneviye kavuşturur. Ve ona meseleleri kuşattırır. Yakin, itminan ve emniyet verir. Her bildiği iman haline gelir. Bu imanı başkalarına da etkili şekilde anlatabilir. Üstad kelime-i Tevhidi, 7. Şua’nın Arapçasında detaylıca tefsir etmiş; Onun Arapçasını vird olarak okuyabiliyoruz. Gayet güzeldir. Onun özetini ise Büyük Cevşen’deki Hülasatü’l-Hülasa yapmış, okuyabiliriz.
Ruh Fabrikasının işleyebilmesi için temel bir şart, İhlas, Uhuvvet ve Hakikatin sırlarını yaşamaktır. Bunun yaşanması için Üstad, İhlas Risalesini yazmış.
Remiz kısmını şöyle anlayabiliriz: Bütün insanlığın uğrunda emek sarfettiği şeylerin özüne inersek bunları güç ve bilgi şeklinde temellenmiş olarak buluyoruz. Yani kudret ve ilim… Nefis ve enaniyetine tabi olanlar kudret peşinde ömür harcarlar. Geriye miras olarak da para, ev, araba, arazi gibi dünya hayatı ile bağlı, fani şeyler bırakırlar. Fakat nefis ve benliğini aşanlar ilim ve daha ötede hikmet peşinde ömürlerini harcarlar. Geriye miras olarak da ilim ve hikmet, güzel ahlak, kitap, kaliteli talebeler bırakırlar. “Biz peygamberler altın ve gümüş miras bırakmayız. Peygamberlerin varisçileri âlimlerdir, bizim mirasımız ilimdir”[4] hadisi Peygamberler gibi deha-yı azam şahsiyetlerin ömürlerini ne uğurda harcadıklarını gösterir.
Kudret, madde olarak tecelli eder. Madde ise an’da vardır. Ne yarın ne de dün maddi olarak vardır. Bu açıdan maddeyi ve kudreti biz sadece şu anda görebiliyor ve hissedebiliyoruz. Fakat dünü ve öncesini yaşadığımız, maddi acı ve lezzetlerini hissettiğimiz de hakikatin ta kendisi… Bizdeki hafıza, şuur, zaman algısı ve akıl bizim için kişisel geçmiş ve gelecek zamanlarımızın kapısını açtığı gibi daha ötede bütün insanlığın geçmiş ve gelecek zamanını, daha da ötede bütün dünyanın ve kâinatın geçmiş ve gelecek zamanlarının kapılarını açıyor. İşte bu noktada bir yanda bütün yatırımını anda görülen, hissedilen, yarın elimizden çıkacak olan, kişinin iç dünyasına en fazla rızık olarak girebilen, kişiye en ileri boyutta anlık zevk ve lezzet verebilen kudret ve madde bir yol olarak görünüyor… Diğer yanda ise ta ezelden ebede, her zamanda ve her mekanda “varlık” olarak, canlılar dünyasında “hayat” olarak, his ve şuur sahiplerinde “duygu” olarak, akıl sahiplerinde “geçmiş-gelecek zaman algısı” olarak görünen, kişinin hakikatini teşkil ettiği için onunla tamamen bütünleşebilen, onun hakikatini ve mahiyetini anahtar gibi açıp ona ebedî saadeti, nihayetsiz ve daimi zevk ve lezzetleri hissettiren “külli ilim” ve “külli hikmet” bir yol olarak görünüyor. Peygamberlerin yolundan gidenler için yol ilimdir. İlmin odaklandığı mevzu, cüz’î ve kişisel ise, verdiği zevk ve lezzet, mutluluk ve kıymet de cüz’îdir. Fakat ilim, vücud-hayat-his-şuur-akıl gibi mutlak, külli, muhit meselelere yönelmişse kişinin aklına, kalbine, vicdanına, ruhuna, sırrına ve sayısız latifelerine muazzam genişlikte bir nur ve feyiz âlemi hediye eder. Bu ilmi, amel haline getirmek ise, kişiyi bu büyük âlemlerle bütünleştirir. İnsan ruhu, ilim ve emir sıfatlarından yaratıldığından ve ruh, evrensel bir kanun olduğundan, kâinata ve ezel-ebede dair elde ettiği ilim ile, ruhunu nurlandıran ve bu ilmi amel haline getiren bir ruh, bilgi-işlem çapına göre canlılık seviyesinde ilerler. Mutlak hakikatleri duygularına işledikçe ve yerleştirdikçe, hayat seviyesi yükselir. Anlık hayattan sıyrılır, suya atılan taşın oluşturduğu gibi ezel-ebede doğru yayılan dalgalar ve sinyaller şeklinde yıllar evveli ve sonrasına ait bir daireyi, asırlar evveli ve sonrasına yayılan bir daireyi, daha ötede bütün kâinatı her an yaşayan bir duygu zenginliğine erişir. Üstad bunlara kalbin, ruhun, sırrın hayat mertebeleri şeklinde isim veriyor. Bu mesele anlaşılırsa Kur’anın, Efendimiz (ASM) daha doğmadan meydana gelen Fil Vakası için “Elem tera keyfe feale Rabbüke bi ashabi’l-fîl” ( Görmedin mi ya Muhammed, Rabbin fil sahiplerine nasıl muamelede bulundu, onları nasıl helak etti?! ) sorusunu anlarız.
Kalb ve ruh için, zaman hakikati bütünüyle vardır. Nefis ve benlik içinse sadece bu an vardır. Bu ânı baz alarak anlık zevk ve lezzetlere takılıp kalanlar zahirperest, maddeci ve müşrikçe bir hale düşüyorlar. Fakat kalb ve ruhunu baz alanlar ta ezel ve ebede uzanan baki hakikatlere odaklanmakla kabuklarından sıyrılıp hayatlarını Hayat-ı Ezelî’ye bağlayıp fani ömrünü Sermedî Hayat-ı Akdes’e Tevhid ve Teslim ile ayna haline getirebiliyorlar. Hayatını Allah’a adamakla bu zatların canlılık seviyeleri o derece yükselir ki, etraflarına taşacak, dokundukları cansız şeyi canlandıracak, canlı şeylerin hayatını güçlendirecek ve yükseltecek bir seviye elde eder. Bu hayat seviyesine tabir olarak “Hayat-ı Sâriye” ( Etrafa bulaşan, sirayet eden canlılık ) demektir. Peygamberlerin mucizelerinde bu sır bulunuyor.