Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
Son Şahitler’den Erdoğan Utangaç Bediüzzaman Said Nursi ile görüşmesini, Risale-i Nur’la tanışmasını Risale Haber’e anlattı
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ KİMDİR DİYE SORDUM
Sizi tanıyabilir miyiz?
1939 senesinde Bursa merkezde doğdum. On iki yaşındayken köye gittik. Annem Aksu’lu zaten, babam Bursa’nın yerlisi… Altı sene kadar köyde kaldık. 1948’de tekrar Bursa’ya döndük.1951 senesinde İlkokulu bitirdim. İlkokuldan sonra okumadım. Babamın yanında ona yardım etmeye başladım. Babam meyve alıp satıyordu. Toptancıydı. Hallere gönderiyorduk. Bütün ömrüm böyle geçti. Kendi bahçelerimiz de var. Kendimiz üretip, satıyoruz hala.
Daha sonraki senelerde Bursa’da kaldınız mı?
1948’den 1984 senesine kadar Bursa’da kaldım. Sonra tekrar köye gittim. O zamandan beri hala köydeyim.
Çocuğunuz var mı?
Bir kız evladım vardı. 1993 senesinde vefat etti. Yirmi bir yaşındaydı henüz…
Allah rahmet eylesin…
Amin.
Risale-i Nurları nasıl tanıdınız?
Risale-i Nurlarla da 1951- 52 senesinde Mehmet Fırıncı ağabey vasıtasıyla tanıştım. Fırıncı ağabey devamlı bizim köye gelip gidiyordu. Ben küçüktüm. İlkokulu yeni bitirmiştim. Camiye Kur’an okumaya da gidiyordum. Ara sıra görüyordum. Köyde Yaşar ağabeyimiz vardı (Allah Rahmet eylesin) sık sık ona gelip giderdi. Ona Risale-i Nurlardan getirirdi.
Bir gün Yaşar ağabeye, “Senle beraber gezen bu ağabey kim?” diye sordum. O da, “Bu ağabey Bediüzzaman Hazretlerinin talebesidir” dedi. “Bediüzzaman Hazretleri kimdir?” diye sordum bu defa. “Bediüzzaman Hazretleri bu zamanda Peygamberimizin (asm) vekilidir” dedi. Çok müdakkik bir ağabeydi. Benim anlayacağım bir lisanla anlattı Üstadı. 1994 senesinde vefat etti. (Allah rahmet eylesin.) “Peki, bu ağabeyin vasıtasıyla Bediüzzaman Hazretlerini nasıl tanıyabilirim?” diye sordum. “İnşallah görüştürürüz seni. Ben görmedim ama seninle beraber görürüz inşallah” diye cevap verdi bana.
Bu arada Risale-i Nur okumaya başladınız mı?
Evet. Fırıncı ağabey bize Küçük Sözler’i getirdi. Mu’cizatı Ahmediye, İkinci Şua gibi eserler geldi. İkinci Şuayı o anda anlamam mümkün değildi ama bu eserleri okuyorduk. Teksir makinesiyle basılmışlardı. Okumaya başladık. Fakat sürekli benim içimde Bediüzzaman Hazretlerini görme, tanışma, konuşma isteği vardı. Anlasam da anlamasam da Kur’anı da, Nurları da okuyordum. Çünkü manevi bir zevk veriyordu elhamdülillah.
Aradan biraz zaman geçti. 1956 senesinde, Ahmet isminde Urfalı bir ağabey vardı hala hayattadır Allah selamet versin. Ahmet Urfalı ağabey Üstadın hizmetinde bulunmuş Emirdağlı bir ağabeyimizdi. Soyadı Urfalıydı. Ecdadı oradan Emirdağ’a gelmiş. O ağabey köye geldi. “Bize biraz meyve lazım” dedi. “Nerelisin?” diye sorunca, “Emirdağlıyım” diye cevap verdi. “Orada çok büyük bir zat varmış. Bediüzzaman Hazretleri. Onu tanıyor musun?” diye sordum. “Ben onun talebesiyim” dedi. “Beni onunla tanıştırabilir misin?” diye ricada bulundum. “Şimdi Bediüzzaman Hazretleri Isparta, Emirdağ arasında gelip, gidiyor. Emirdağ’a geldiği zaman inşallah seni oraya çağırırım. Seni Üstad hazretleriyle görüştüreceğim” dedi. “Peki ağabey” dedim. Aradan iki üç sene kadar geçti.
Ben tabi hala camiye gidip namazlarımı kılıyordum. Nurları okumaya devam ediyordum. O sırada Bursa’da yavaş yavaş hizmetler başladı. Ali Çakmak ağabey evlerde ders yapıyordu.
O ara ben haldeyken bir telefon geldi. Ahmet ağabeyden, “Kardeşim acele gel” dedi. 17 Kasım 1958 Salı günü arabaya bindim. Önce Eskişehir’e geldim on bir gibi. Ardından son arabaya binerek ikindi vakti Emirdağ’a ulaştım. Hava soğuktu. Gece bir gibi belediyenin bir oteli vardı. Hemen kapısını çaldım. Otelci kapıyı açtı. O gece orada kaldım.
ÜSTAD UFAK ÇOCUKLARI SEVMEDEN GEÇMEZ
Heyecandan beni uyku tutmadı. Sabahı zor ettim. Ezan okunurken kalktım camiye gittim. Sabah namazını kıldım. O zaman tam 17 yaşındaydım. İmam benim yabancı olduğumu anladı. Ona selam verince selamımı aldı ve, “Kardeşim Üstadı mı ziyarete geldin?” diye sordu. O imamın adı da Mustafa Acet idi. Risaleleri yazan, hattat Mustafa Acet… Üstadımızla beraber Afyon’da hapis yatmış, çok mübarek bir insandı.
“Kime geldin?” diye sordu. “Ahmet Urfalı ağabey’e geldim” dedim. “Seni önce Ceylan ağabeyin dükkânına götüreceğim. Oradakilerle tanıştıracağım” dedi. Beraberce gittik. Ceylan ağabeyi görünce, “Bu kardeşimiz Bursa’dan Üstadımızı ziyarete gelmiş” dedi. Dükkânda bana çay ikram ettiler. Ceylan ağabey, “Doğru Ahmet Urfalının evine git. Oradan Üstad geçerken, ben seni onunla görüştürüp, el öptüreceğim ve duasını aldıracağım inşallah. Sen merak etme. Üstad oradan geçerken ufak çocuklar var, onları sevmeden geçmez” dedi.
Saat sekizi on geçince Üstadın arabası göründü. Biz de kapıda çocuklarla beraber bekliyorduk zaten. Ahmet ağabeyin çocuklarıydı bunlar. Araba kapının önünde gelip, durdu. Arkadan Zübeyir ağabey indi. Üstadımızı kolundan tuttu. Şoförlüğünü Ceylan ağabey yapıyordu. Yan koltukta da Bayram ağabey oturmuştu.
Çocuklar gelmeden ben hemen koştum. Eline yapıştım Üstadın. Çekmek istedi fakat ben bırakmadım. Yüzüne bile bakamıyordum. Bir ışık vardı sanki yüzünde. Böyle insanı yakıp kavuruyor. İçime ılık bir rüzgâr esti sanki.
“Kardeşim, sen nereden geldin?” dedi. “Bursa’dan size çok selamlar getirdim” dedim. “Bak kardeşim. Ben Bursa’yı çok seviyorum. Orası Osmanlı’nın başkentiydi. Çok büyük hizmetler oradan çıktı. Fakat ben oraya hiç gidemedim. Hiç nasip olmadı” dedi. Sonra da, “Sen Risale-i Nurları okuyor musun?” diye sordu. “Evet okuyorum” dedim. “Bu Risaleleri çok okuyun, okutun. Başkalarına da tanıtın evladım” dedi. Bir taraftan da sırtımı sıvazlıyordu. Ben öbür elini hiç bırakmıyordum. Bu şekilde yedi sekiz dakika kadar konuştuk. Sonunda “Oradaki kardeşlerime çok selamlar” dedi. “Senin ismin nedir?” dedi. “Erdoğan’dır efendim” dedim. “ Senin ismini ben değiştirdim. Senin adın Rıdvan olacak bundan sonra” dedi. “Bu ağabeyleri görüyor musun?” diye sordu. “Görüyorum” dedim. “Seni bunlar gibi talebeliğe kabul ettim” dedi. Bu şekilde Üstad’la sohbet ettik. O günden beri Elhamdülillah bu hizmetlerin içinde bulunuyoruz. Sonra ben o gece de orada kaldım. Ertesi gün tekrar Bursa’ya döndüm.
Daha sonra 1959 senesinde askere gittim. Orada ağabeylerimiz vardı. Başçavuş Şerafettin Kartal vardı Kütahyalı. Askerde onunla beraber akşamları ders yapıyorduk. Amasya’ya gidip ders yapıyorduk. Bir de Nedim Orhan vardı. Öğretmendi. Yedek Subay olarak kalıyordu. Bana Hür Adam gazetesini getiriyordu o zaman askerdeyken. Zaten başka neşir organı yoktu. Bir Sinan Omur bahsediyordu Risale-i Nurlardan, bir de Sebilürreşad vardı. Bunlar bahsediyorlardı Üstaddan. Bir gün gene gazete geldi. Üstünde, “İslam’ın büyük kaybı” diye manşet atılmıştı. Bediüzzaman Hazretlerinin vefatını yazmışlardı. 23 Mart 1960 yılı… O gazeteyi saklıyordum.
BAYRAM ABİ BİR NEVİ KERAMET GÖSTERMİŞTİ…
Gazeteyi askeriyeye nasıl getiriyorlardı?
Nedim Orhan getiriyordu. O zaman kantinde duruyordum. Askerlere özel hizmet veriyordum. Gelen gazeteleri gizliden okuyordum. Nedim Orhan hala hayatta… Geçen sene onu bir TV kanalında gördüm. Yine hizmetlerden bahsediyordu.
Yine orada Cahit adında bir binbaşı vardı. Risale-i Nurlarla ilgiliydi. Onunla da tanıştık orada. Okuma yazma taburunda… 27 Mayıs’ta terhisim vardı. Bana, “Kardeşim, ben buradaki Kurmay Albay’a söyleyeyim, birkaç gün evvel git. Anne, babanı özlemişsindir şimdi” dedi. 25 Mayıs’ta beni saldılar. Gece Ankara’ya geldim. Bayram ağabeyle görüştüm. 27 numarada. O gece orada kaldım.
BEKİR BERK’İN DERSİNİ KAYDA ALDIM AMA…
O zaman Bursa’da dersler nerede oluyordu?
Dersler evlerde oluyordu. Çok semtlerde Ali Çakmak ağabey vasıtasıyla dersler oluyordu. Sungur ağabey, Birinci ağabey ve Fırıncı ağabeyler sürekli derslere gelip giderlerdi Bursa’ya. Ali ağabeyin evinde olurdu dersler. Çarşamba günleri bizim evde olurdu. Her akşam ders olurdu. Ama tabi muhtelif yerlerde olurdu. Hizmetler şimdiki gibi değildi. Şimdi Elhamdülillah yüz binler okuyor. Bizim okuduğumuz zaman kırk kişi, elli kişi olurduk. Yetmiş, seksen kişi, o da hafta sonu olduğu için çok nadir oluyordu. Şimdi çok şükür bir çok guruplar var. Çok güzel dersler oluyor her tarafta.
Bursa’da açılan ilk dershaneyi hatırlıyor musunuz?
İlk dershane Sami Pana’nın orda açıldı. Sami ağabey evini de vakfetmiş, hala orada dersler yapılıyor. Rahmetli Bekir Berk ağabey gelirdi. Bir defasında Hutbe-i Şamiye’ yi okudu. Onu kayda aldım. Ama kaybettim. Daha doğrusu kaybettim değil de, birkaç defa götürüp getirirken kırıldı, bozuldu. Bekir ağabeyin çok güzel bir şiiri vardı içinde. Hitabeti çok güzeldi zaten.
Bekir ağabeyle ilgili hatıralarınız var mı?
Tabii ki. Çok var. Bir defasında yemekteyiz. Hacı Hayri ağabey vardı. Ankara Otelinin üzerinde Bursa lokantası diye bir yerdi. Oraya cemaatle yemek yemeğe gittik. 1964 yılı falandı. Hep beraber yemek yiyorduk. Bekir ağabeyin sağındaydım. Yemekte pilav da vardı. Tabağımda yedi sekiz tane pirinç tanesi kalmıştı. Sırtımı sıvazlayarak, “Bak kardeşim, bu pirinç taneleri berekettir. Böyle bırakma. Güzelce bitir. Bu Peygamberin (s.a.v.)’in sünnetidir” dedi. Şimdi ne zaman pilav yesem o aklıma geliyor ve Bekir ağabeye dua ediyorum. Çok hizmet erbabı bir kişiydi. Veli bir insandı. Çok mübarekti ve çok cevvaldi. Hizmetleri bambaşkaydı.
HÂKİM “EVLADIM! BİZ BUNLARI BİLİYORUZ AMA NE YAPALIM? ÖYLE İSTİYORLAR” DEDİ
İhtilal olduğunda hapis veya gözaltı olaylarınız oldu mu?
İki sefer oldu. Askere arkadaşıma mektup yazdım. Mehdi Yürüten vardı. Eskişehir’de Üstadın evinde kaldığı, Abdulvahid Tabakçı ağabeyin dışında onun evinde de kaldığı Şükrü Yürüten ağabeyin oğluydu. 2005’de Hacca gittiğimiz zaman, Üstadımız iki kişiyi göndermiş hacca. Bir tanesi vefat etmiş. Diğer Abdurrahman ağabey hala şu an Medine’de. 1960 ihtilalinden sonra Mehdi Yürüten’e mektup yazmıştım. O mektup takibata uğramış. Burada Sulh ceza Reisi çağırdı, “Sen Atatürk aleyhinde mektup yazmışsın” dedi.
Yazmıştım ama aleyhinde değildi. Ama hâkim “onun hakkında yazmışsın” diye ısrar ediyordu. O zaman benim cebimde mecmua var. Hazırlıklı gitmiştim. Cebimde de Forum mecmuası vardı. Orada Behçet Kemal’in, “Kâbe Arabın olsun, Çankaya bize yeter” dediği yazısı vardı. Celal Bayar’ın bir yazısı var, “Seni sevmek bir ibadettir” diye yazıyor. Atatürk’ün resimleri de var falan. Hâkime, “Biz Müslümanız... Ehl-i imanız. Kimseye küfretmeyiz Hâkim Bey. Ama ben mecbur değilim sevmeye. Severim veya sevmem, o benim bileceğim bir şey. Ama küfür de etmem. Bir hizmet yapmışsa artık Mahkeme-i Kübra’da Cenab-ı Hak onun mükâfatını verecek” dedim. Hâkim de 55-60 yaşlarında falandı, “Evladım! Biz bunları biliyoruz ama ne yapalım? Öyle istiyorlar” dedi. Beni serbest bıraktılar. Ama kitaplarımı, levhalarımı aldılar. El yazısı orijinal vecize yazılı levhalar vardı. Onları aldılar.
Eve baskın mı yapmışlardı?
Evet. Baskın yaptılar. Jiple gelmişlerdi. O zaman kadın bir muhtarımız vardı. Onunla beraber geldiler akşam baskına. Biz o sırada ders yapıyorduk. İki polis, jandarma ve muhtar geldi. Hiç unutmam derste Ali ağabey “Bülbül” bahsini okuyordu. Bende de bir kanarya kuşu vardı. O bahsi okurken, o kuş şakır şakır ötüyordu. O esnada zil çaldı. Aşağı indik, baktık polis.
Allah rahmet eylesin benim amcaoğlu vardı. Önceleri her akşam içki içen biriydi. Ama bizim derslere devam edince içkiyi bırakmıştı. Namaz kılmaya başlamıştı. Polis arkadaşı onu tanıyordu. Amcaoğlu polise, “Bak ben burada ıslah oldum. Sen benim eski halimi biliyordun. Siz de gelin, siz de dinleyin. Bir şey yapmıyorlar. Namaz kılıyorlar, Kur’an okuyorlar, çay içiyorlar, kitap okuyorlar. Güzel sözler söyleniyor. Başka bir şey yapmıyorlar” dedi. Sonra bizi götürdüler, fakat tutuklamadan serbest bıraktılar. Kitaplarımızı da biraz geç verdiler. Birkaç defa gidip geldik yani.
Başka hangi ağabeyleri tanıyorsunuz?
Sungur ağabey geldi onu misafir ettim bir hafta kadar. Said ağabeyle, diğer ağabeylerle de tanışıklığımız var. Kutlular ağabey Bursa’ya geldiği zaman bir hafta bende misafir kalmıştı. O bir hafta içinde dağları, bayırları, köyleri gezdirdim ona. Bekir ağabey’in yazıhanesinde onunla beraber kalıyorduk gittiğimiz zaman. Matbaa işlerinde yazıhaneye gidip geliyorduk. Bekir ağabey, çok hassas bir insandı.
Kirazlı mescitte de kaldım. Her gidip geldiğimde kalıyordum orada. 1962- 63 yıllarında falan. Zübeyir ağabey vardı orada. Hakkı Yavuztürk ağabey, Halil ağabey vardı. Hayattadır hala. Şule Yüksel Şenler’in ağabeyi var Üzeyir Şenler o da oradaydı. Bursa’daymış şimdi sanırım.
ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’İN İSTEDİĞİ SİPARİŞ
İstanbul’a ne için gidiyordunuz?
Meyve alıp satmak için gidiyordum. Ama gidip geldikçe orada kalıyordum.
Zübeyir ağabey sağlıklıydı o zaman değil mi?
Aslında o zaman da hastaydı… Benden bir kilo ipekböceği istemişti. “Ben ondan ilaç yapacağım kardeşim. Bana gönderir misin?” demişti. Göndermiştim, sanırım ilaç yapmış ve kullanmıştı. Hatta onun için bana bir mektup yazmıştı. Ama o mektubu bulamıyorum.
Ne ilacı yaptı onunla?
Bilemiyorum. Çok hastalıkları vardı Zübeyir ağabeyin. On kişi otururduk. On kişiye bir çorba. Artık şansına içinden bir tane çıkarsa sana. O şekilde yani, şimdiki gibi nerde? Hizmet böyleydi. Para yok, pul yok…
Zübeyir ağabey Bursa’ya geldi mi?
Hiç geldiğini bilmiyorum. Bursa’ya gelemedi. Çünkü devamlı rahatsızdı. Ama diğer ağabeyler devamlı geliyorlardı. Zübeyir ağabey bize devamlı hizmette bulunmamızı tembih ederdi. Teşvik ederdi sürekli.
Tahiri Mutlu ağabeyi gördünüz mü?
Onu görmedim. Ahmet Aytimur ağabeyle çok konuştum. Fırıncı ağabeyle devamlı görüşmemiz var.
Onunla ilgili şöyle bir hatıramız var. İstanbul’da, “Kardeşim, seni Bakırköy’e götüreceğim” dedi. Birinci ağabey, Fırıncı ağabey, bir de Galip ağabey vardı, onlarla beraber gittik Bakırköy’e. Orada Ziya abiyi ziyaret ettik. Üstadın talebelerinden... Duasını aldık. O ziyareti hiç unutmam.
Bir gün fırıncı ağabeyi Hacca gitmeden önce telefonla aradım. “Ağabey neredesin?” dedim. Sene 2003’tü. “Şu an Kâbe’deyim... Senin de buraya gelmen için ellerimi açtım şimdi dua ediyorum” dedi. Allah ondan razı olsun. Onun duasının bereketiyle 2005’de nasip oldu Hacca gittim. Ben onu aradığımda bazen Malezya’da, bazen Bosna’da buluyorum. Türlü yerleri geziyor hizmet için. Hicri yılbaşı için geçenlerde telefon açtım. “Ağabey Hicri yılbaşın mübarek olsun” dedim. Teşekkür etti ve hemen oradaki cemaate, “Hicri yılbaşınız mübarek olsun. Bak bizi ikaz ediyorlar telefondan” dedi.
ZÜBEYİR AĞABEYİN DERS YAPMA USULÜ
Zübeyir ağabey dersleri nasıl yapardı?
Sadece okurdu. Hiç açıklama yapmazdı. Ve tavsiye de ediyordu, “Kardeşlerim! Üstad bunun virgülünü değiştirmemiş. Tamamını okuyun, kitabı kapatın ondan sonra açıklama yapmaya başlayın. Ders bittikten, kitabı kapattıktan sonra açıklamaya başlayın” derdi. Hatta Zübeyir ağabeyin Ankara Üniversitesinde yapmış olduğu Konferans var. Onun arkasında söylüyor. Bu konuyu izah ediyor. “Nurları olduğu gibi okuyun” diyor. Üstadımızda öyle diyor. “Bunları ben yazmıyorum. İlhamen bana yazdırılıyor. Ben kendi yazdığım eseri en az iki yüz defa okudum” diyor.
İstanbul'a gidip gelişlerinizde oradan kitap getiriyor muydunuz?
Evet, ama yasak olduğu için çantalarda değil, meyve kasalarında getiriyordum. Dağıtıyorduk kitapları. O hizmetlerde Muzaffer Aslan abi önde geliyordu. İlk defa Orhan Camisinin önünde, şöyle baktım halim selim mübarek... Yanında tahtadan yapılma bir çanta... Orada bir kitapçı var. Kitap satıyor. Risaleler daha yeni yeni satılmaya başlamış. 1956-57 yıllarında küçük küçük risaleler basılmaya başlamıştı. O da orada o küçük risalelerden satıyordu. Muzaffer ağabeyin çok büyük hizmetleri oldu. Allah rahmet eylesin…
Farklı görüştekiler sizi rahatsız ediyorlar mıydı?
Şimdi herkes kendi yoluna gittiği zaman, kimse kimseye bir şey yapmıyor. Biz onlara dokunmuyorduk. Onlar da bize hiç dokunmadılar. Biz Müslümanız diyenlerden, Müslüman geçinenlerden zahmet çektik aslında. Allah muhafaza etsin...
Nasıl zahmetler bunlar?
İşte onlar Üstadı tasvip etmiyorlar. O'nun fikirlerini kabul etmiyorlar. Bizden başka Müslüman yok gibisinden, cami cemaatinde bazı guruplar var. Hala da var ama onlarla bizim bir işimiz yok.
Fikri olarak onlarla çatıştığınız oldu mu?
Benim olmadı. Ama fikren çatışan kardeşler vardı. Aklıma gelen bir hadise var şöyle:
Bir kardeşimiz, burada hâkimdi. Amerika'da okurken, “bize İslam’dan bahset” demişler. Adam okumamış, İslam’la hiç ilgisi yok. Kur'an okumamış. Oradan buraya telefonla bir ay sonra “bize konuşma yapacaksın” diye haber yollamışlar. Orhan Karmış vardı, bir doküman hazırlayarak o kardeşimize gönderdi. O kardeşimiz üniversitede o dokümanı okumuş. Ayakta alkışlamışlar. Tabi Orhan kardeşimiz o dökümanı Risale-i Nurlardan çok güzel bir şekilde hazırlamış.
Risale-i Nurları el yazısıyla yazdınız mı?
Ben hiç yazmadım. Okurum sadece. Herkes yoluna devam ediyor çok şükür. Dünyanın her yerinde Kur'an-ı Kerim’den başka en çok okunan eser Risale-i Nur. Çok büyük bir fütuhat yaptı Elhamdülillah dünya üzerinde.
EZAN ASLINA ÇEVRİLİNCE İNSANLAR CADDELERDE SECDE EDİP AĞLIYORDU
O günden bu güne Risale-i Nur hizmetlerinde ne gibi farklar görüyorsunuz?
O günküler çekirdekti. Çekirdekler fidan oldu, fidanlar ağaç oldu. Ağaçlar bu gün milyonlarca meyve verdi. Onlarca lisana çevrildi eserler. Bugün bakıyorsunuz artık Rusya'dan bile çok güzel hizmet haberleri geliyor. Kremlinden Kâbe’ye kitabını bir gecede su gibi okudum. Ne güzel hizmetler yapılıyor. O zaman Üstad ne demişti, “İstikbalde en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır.” Çok ümitliydik. Onun her dediği çıkıyor işte. Ayet-i Kerime var. “Rabbinizin Rahmetinden ümidinizi kesmeyin” diye. Bizim o zaman okumak için kitabımız yoktu. Bize kitap diye verilenler masal kitaplarıydı. Kur'an yok. İnsanları aldatan düzmece kitaplar basılıyordu. 1951 senesiydi mesela. Bir jandarma geldi. Kur’an kursunu bastı. “Okumayın” dedi.
1950 Haziran ayında ikindi namazında Çiçekpazarı’ndaydık. Çalışıyorduk. Tezgâhlarımız vardı. O anda “Allahuekber, Allahuekber” sadaları gökyüzünde çınlamaya başladı. Aslı gibi okunmaya başladı. O arada insanların caddeye secde ettiklerini gördüm. Caddeye, caddeye... Ne demek ya? Ezan-ı Muhammedi aslı gibi okunuyordu ilk defa. Ondan evvel “Tanrı uludur, Tanrı uludur” diye bir şeyler söyleyerek ezan okunuyordu. Bunun bir zevki yok ki, aslının verdiği haz bambaşka. İnsanlar nasıl ağlıyorlardı. Bugün en ücra köşelerde ezanlar okunuyor elhamdülillah. Bazı Üniversitelerde Risale-i Nur okunuyor.