Sibel Oral’ın röportajı
Türk edebiyatında kendine has anlatımı ve duruşuyla farklı bir yerde duruyor Sadık Yalsızuçanlar. Timaş Yayınları'ndan çıkan son romanı Dem ise bizi yine hiç şaşırtmadı.
1970'lerin Anadolu kasabasında hayatı anlamaya çalışan bir öğrencinin ve dönemin toplumsal gerçeklerine mercek tutan roman, bu esnada Said-i Nursi'yi ve yaşadığı acıları da ele alıyor. Ve iki ayrı dönemle birlikte bütün acılar, arayışlar birbirine öyle bağlanıyor ki, okur kendini her iki tarihte birden buluyor.
Romanda Hrant Dink'ten Dev Genc'e, Wittgenstein'dan Adnan Menderes'e kadar birçok isme rastlamak mümkün. Yazar, geçtiğimiz yıllarda derin devlet kavramının Said-i Nursi tarafından teşhis ve ifade edildiğini yazmıştı.
Hazır yeri gelmişken Yalsızuçanlar'a bunu sorduk ve Ergenekon benzeri bir yapılanmanın Said-i Nursi tarafından teşhis edildiğini söyledi.
Dem 'i yazarken çocukluk ve ilkgençlik acılarını yeniden yaşayan Yalsızuçanlar, Türk romanının estetik öğeleri yönetme performansına evrildiğini düşünüyor ve buna itiraz ediyor.
Dem adlı romanınız Said-i Nursi'nin yanışını yakın tarih bir kuşağı da anlatıyor. İkisini birbirine kurgulamaya götüren neydi?
Eşrefoğlu Rumi, "Kendi derdim söylerem/gayrı hikayet etmezem" der. Kendi kuşağımın, kendimin hikâyesi içinden anlatmayı yeğledim. Sahici, samimi olmaktan yanayım.
Türkiye'de roman, estetik öğeleri yönetme performansına evrildi.
Buna itiraz ediyorum. Bir başka nedeni, Said-i Nursi gibi bilgelerin yaşamını anlatmak güç.
Ancak onlarla ilişkilerimizi, onlardan ne anladığımızı, yani payımıza düşeni anlatabiliriz sanırım.
O dönemin kuşağıyla, şimdiki kuşak arasında fark olduğu kesin. Ne düşünüyorsunuz bu konuda, umutsuz musunuz?
Bediüzzaman, "Osmanlı, Avrupa'ya hamiledir, bir Avrupa toplumu doğuracak" demişti.
Sanırım bu gerçekleşiyor. Geç kapitalizm... Genel olarak zaten modernleşme, kitlesel ve küresel karakteriyle önüne geleni silip süpürüyor(du). Bundan biz en patolojik yanlarıyla fazlasıyla nasiplendik. Tümüyle umutsuz, bedbin değilim. Çürüme belli düzeylerde olacaktır, bu kaçınılmaz. Aksine umutluyum. Zaten dibe vurmadan yüzeye çıkılamaz.
Daha önce sizinle Türk edebiyatının yakın tarihe olan yakın ilgisizliğinden konuşmuştuk. Dem 'de de Dev Genç'ten Hrant Dink'e kadar pek çok ize rastlamak mümkün...
Dedem, Şeyh Said'in oğlu Şeyh Ali Rıza Efendi'ye intisaplı bir dervişti. 50 yaşına kadar dağlarda çobanlık yapmıştı. Kendisi gibi ümmi bir kızla evlendi ve 107 yaşında öldü. Babam, Malatya'da sinema işletmeciliği yapan CHP delegesi, Eşref Kolçak-Ayhan Işık'a benzeyen bir adamdı. Dayım Dev-Yol'cu, ağbim Dev-Genç'liydi.
Ben, bir süre ağbimin mabedine takıldım, lise ikideyken halis bir nur talebesine yakalandım. Böylesi bir yerden geldim. Çocukluk acılarımın beni daima beslediğini gördüm. Zaten bu yüzden anlata anlata bitiremiyorum. Hepimizin tek tek öyküsünün biricikliğine hep inandım. Bu öykülerin toplamı 'bu topraklar'ın hikâyesini oluşturuyor.
Geçtiğimiz yıllarda "derin devlet'in Said-i Nursi tarafından teşhis ve ifade edildiğini yazmıştınız. Bunu biraz açabilir miyiz?
Bediüzzaman, kitaplarında pek çok yerde, "gizli ve dehşetli bir komita"dan söz eder. Bu, öteden beri ilgimi çekiyordu ama içini dolduramıyordum.
Kendisi de zaten pek ayrıntı vermiyor.
"Hükümeti, devletin kurumlarını, aktörlerini, aleyhimizde iğfal eden, kışkırtan bir yapı bu" diyor. Zorbalardan söz ediyor. Despotik bir yapılanmadan.
Bugünkü Ergenekon türü birşey bu. Bu komitanın cinayet işlediğinden, suistimaller yaptığından, kamu kaynaklarını fütursuzca kullandığından filan...
Bunu biraz didikleyince, imalarının gerisinde ne türden bir yapı olduğunu görebiliyorsunuz. Her türden hukuksuzluğun kol gezdiği, faşizan bir yapı yani.
Kitaplarınız genelde İslam ve İslam âlimleri üzerine kurulu. Türk okurunu bu açıdan yeterli buluyor musunuz?
1980 yılından beri yazıyorum.
İlk öykü kitabım Şehirleri Süsleyen Yolcu'dan itibaren uzunca bir zaman soyutlama düzeyi yüksek, alegorik öyküler yazdım. Arada daha çok anılardan oluşan oylumlu bir hikâye sayılabilecek Yakaza adlı bir anlatı deneyi olmuştu. Bu arada sinemaya, televizyona ilişkin, onların doğasını didikleyen kitaplar çalıştım. Kürt sorunu üzerine yazdım. Son yıllarda ise, daha çok okuduğum ve etkilendiğim, yaşamları her yönüyle bana çekici ve olağanüstü gelen bilgelerle ilgili yazıyorum.
İbn Arabi, Harakani, Mısri bunlar arasında idi. Son olarak Dem ile kendi acılarım ve anılarımın içinden bir Said-i Nursi portresi belirdi. Siluet biçiminde... Onun hâlâ doğru okunduğunu sanmıyorum. Şerif Mardin'in bir girişimi oldu biliyorsunuz, o da bir tür linç edildi. Bilimler Akademisi'ne alınmadı. Oysa Bediüzzaman modern zamanlara adeta bir göktaşı gibi düşmüş gerçek bir bilge. Teoloji içinden okunması zor. Ben, kendi kişisel öykümün içinden okumaya çalıştım.
Dem ile okuru gerçekten demliyorsunuz ama yazarken acı çeken ve arayış içinde olan bir kahramanınız da var. Onun ve Said-i Nursi'nin çektikleri, yazar Sadık Yalsızuçanlar'a nasıl etki etti?
Söz, söyleyenin neresinden çıkarsa okurun orasına ulaşabiliyor, Dem'e ilişkin ilk geri dönüşler bunu gösterdi. Bir çırpıda ve ıslak yünün içinden dikenli bir dalın çıkarılışı gibi çıkmıştı öykü. Yazarken anlattığım çocukluk ve ilkgençlik acılarımı yeniden yaşadım. Yazarken kelimelerin hızına gerçekten parmaklarım yetişemiyordu.
Taraf