Hemen kuzeyinde biten sert coğrafyanın ve sert iklimin aksine Gaziantep, Arap coğrafyasına hakim düzlüklerin başlangıcında ve bereketli platolar üzerine yerleşmiş tarihî bir şehirdir. İklimi, nem oranı düşük bir Akdeniz iklimidir; su kaynakları zengindir ve geniş tarım arazileri bulunmaktadır. Önemli ticarî yolların geçtiği bir noktada bulunması gibi sebeplerin de etkisiyle bu bölge, tarihinin bilinen ilk dönemlerinden beri sürekli elde edilmeye ya da elde tutulmaya çalışılmış bir bölge olmuştur hep.
Bölgenin, insan yaşamına katkı sağlayan kendine has avantajlarındaki bu çeşitlilik; tarih boyunca demografik yapısındaki çeşitliliğe de etki etmiştir adeta. Bilinen bölge halklarının hemen hepsinin Dülük'le, Teba'yla, Ayıntâb'la ya da bildiğimiz adıyla Gaziantep'le, tarihlerinin bir bölümünde bir hemşehrilikleri olmuştur. Tarihöncesi kavimlerinden tutun da Hattîlere, Asurîlere, Hitit, Ermeni, Kürt, Yahudi, Arap, Türk gibi halklara ve daha küçük etnik unsurlara kadar birçok kültüre, kısacası ‘Yetmiş iki millete' memleketlik yapmıştır bu topraklar...
Yakın tarihimize kadar da bu özelliğini ikiden fazla halkın bir arada yaşadığı bir kent olarak korumuştur bu kent. Öyle ki, örneğin dönemin yetkililerinden gazi A.Nadi Ünler, “Antep Müdafaası” isimli kıymetli eserinde; Birinci Dünya Savaşı zamanında, gayr-ı Müslim ahalinin 83 bin dolaylarında olan şehir nüfusuna oranının 5/2 civarında olduğu bilgisini verir. Şehrin Ermeni semti ya da Yahudi mahallesi, yetişkin kişilerin bugün dahi bildikleri bölgeleridir. O dönemde şehirdeki gayr-ı Müslim unsurların ‘yerliliği' öylesine benimsenmiş bir haldir ki, örneğin 1800'lü yılların sonunda inşa edilen st.Mary Ermeni kilisesi (Eski hapishane ya da Kurtuluş Camii), çok rahat bir şekilde tüm Antebin, camiler de dahil, en büyük mabedi olarak inşa edilebilmiştir.
İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti)'nin toplum mühendisliğine soyunarak giriştiği ve ilerdeki cumhuriyet kadrolarının politikalarına da bir çok konuda yön verecek olan faaliyetleri malum.. İşte Antebin binlerce yılda örülen ve binlerce yıldır da korunan, isteyen her 'insan' kavmine vatan olabilmiş o ‘Anne-vâri' yapısına verilen en büyük zararlardan biri de; İTC'nin bu türden faaliyetleridir. Yani bu zihniyetin uygulamaya koymuş olduğu, ‘elde kalan toprakları Türkleştirme, bu mümkün değilse de en azından-mecburen İslamlaştırma’ kabilinden politikalarıdır!... Böylece Yahudiler ve Ermeniler bilhassa "Büyük Tehcirin" fikrî etkisiyle ve o, elde kalan toprakları "Arındırma" projesinin getirdiği bir sonuç olarak, meşhur ‘Antep Harbi'nin akabinde binlerce yıllık vatanlarını bırakarak ansızın yollara salıverilmişlerdir.
Peki ‘hırsızın' hiç mi suçu yoktur bunda?
Milliyetçilik akımına kapılmakla, Antebin yukarda bahsedilen o yapısına zarar veren bir diğer unsur da Ermenilerdir elbette. Bölgedeki Batılı ve özellikle de Amerikan misyonerlerinin uzun süre yürüttükleri propagandalarının ve önce İngiliz, daha sonra da Fransız işgalcilerinin kışkırtmalarının da etkisiyle bağımsızlık rüyasına kapılan Ermeni gençleri; Müslüman hemşehrilerinin en kara günlerinde, en zalimce metodlarla yüzlerce yıllık kader ortaklarına karşı hak arayışına girişmişlerdir.
Diğer ırkdaşları gibi, milliyetçilik akımından geç de olsa zehirlenen Antep Ermenileri; yerel meclislerince -yaşlı üyelerinin muhalefetine rağmen- alınmış çoğunluk kararına göre, (ata yadigarı Müslüman komşularına karşı savaşarak da olsa) yaşadıkları bölgede bağımsızlık için mücadeleyi tercih ettiler. Bunu yaparken de savaşı çirkinleştirdiler...
1915 olaylarında Suriye'ye ulaşabilenler arasından, Fransızlarla birlikte tekrar Anadolu'ya dönen bazı Ermenilerin de dolduruşuna gelerek, adeta ‘fırsat bu fırsat' psikolojisine büründüler. O döneme ait yazılı ve sözlü hemen tüm hatıralarda, Antep Ermenilerinin Müslüman hemşehrilerine karşı girişmiş oldukları tahkir, işkence ve zulüm olayları, (hem de birbirlerini tanıdıklarından dolayı bu türden hareketleri yapan çoğu Ermeni’nin isimleri de zikredilerek aktarılan) inkar edilemez nâhoş vukuattandır...
Ancak şuna kâniyim ki, bu eski hemşehrilerimiz tıpkı Araplar gibi, Türkler gibi, Sırplar, Kürtler, Arnavutlar, ya da Boşnaklar vs. gibi; devrin hemen tüm halklarının sarıldığı milliyetçilik garazına saplanmalarının bedelini, bu kadar ağır bedellerle ödetmemeli ve de ödememelilerdi...
Çünkü Ermeniler’i biraz da, tarihin alışılagelmiş "Galipler" yorumuna göre suçlu görüyoruz bence bu konuda...
Yani suçları, Kilikyadan (Çukurova) Kayseri'ye, Maraş'a, Antebe ve Urfa’ya dek uzanan bölgelerde bir çeşit Ermeni hakimiyeti kuramamalarıdır galiba. Yoksa girişmiş oldukları cinayetler, vahşetler değil!.. Zira Sırpların, Yunanlıların, Arnavut, Boşnak, Bulgar ya da kimi Arapların ‘bize’ karşı sonuca giden isyanları, onlarla bugün dost olmamızı engellememiştir. Aksine, denk-bağımsız devletler olarak resmî ilişkilerimiz, -olması da gerektiği gibi- sürdürülmektedir. Ermeniler, yani millet-i sâdıka ise kanımca, ya isyan için bu kadar geç kalmamalı (!), veya bu hareketlerinde başarılı olmalıydılar demek ki...
Ya da en doğrusu, bir hak arayışına muhtaç olduklarına inandıklarında; bunu ‘eloğluna' kanarak, yüzlerce yıllık komşularına karşı savaşla değil, elbette ki başka ama makul metotlarla yapmalı idiler.
Ve Ermeniler cana, mala, dokunmuş olsalar da; bir müddet önce arkadaşları olan Müslüman hemşehrilerinin maneviyatını kırmak için, bu arkadaşlarına Fransız cephelerinden "Hepinizi kesip, kadınlarınızı alacağız" türü, ırza dair tehditlerde bulunmayı bir görev addetmiş olsalar da; bunların cezası bu topraklardan, atalarının mezarlarından koparılmak olmamalıydı...
St. Mary Kilisesine karşı gördükleri hoşgörünün aksine, ele geçirdikleri camileri yakıp yıksalar da, minareleri keskin nişancılık kulesi olarak kullansalar da; ve yokluk içinde tarihin en onurlu savaşlarından birini veren Müslüman komşularının ve çocukluk arkadaşlarının mukaddesatlarını tahkire her fırsatta yeltenseler de, bunların bedeli kuşaklar boyunca sürecek bir sürgün ve memleket hasreti olmamalıydı.
Ve sonraki on yıllar boyunca da, bütün Türkiye'yi ‘Büyük Tehcirden' sorumlu gören genellemeci bir kolaylıkla Türk düşmanlığı yapsalar da, keşke bu düşmanlık ‘Ermeni Dölü' gibi ibâreleri dilimize bir aşağılama ve küfür aracı olarak yerleştirmemizle karşılık bulmasaydı...
Neredeyse bin yıllık bir birliktelik, böyle hazin bir sona maruz bırakılmamalıydı. Daha da önemlisi, ‘bir kısmın' hatası, kollektif bir cezalandırmayla karşılık bulmamalıydı…
Hepimizi Türk, Türk'ten gayrısını da düşman veya öteki sayan anlayışın bilinçaltıma attığı tohumların etkisiyle olacak; çocukluğumda, hikayelerini duyduğum, mabetlerini ya da evlerini gördüğüm o insanları merak ettim hep: "Nereye gittiler, hem şimdi burada olsalardı birlikte nasıl yaşayabilirdik ki, onlar Ermeni-Yahudi iken?.. ayrıca bu, o dönemler gerçekten nasıl mümkün olabilmişti ki acaba?" filan diye... Zira etrafımda kimi tanıyorsam o aslında Türk'tü, Türkiye Türklerindi ve Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu şu alemde!.. Ama o düşmanlarımız nasıl olmuştu da burada, Türk olmamalarına rağmen yaşamışlardı?... Çok şaşılacak bir durumdu bu…
Şimdi ise, yüz yıllık düşmanlık, daha doğrusu şovenizm kokan o politikaların bizi getirdiği noktayı anlamak için Antebe, şehrin en büyük mabedi olacak şekilde bir kilisenin yapılması olayını hayalimde canlandırıyorum... Aman Allahım, hayali bile ürkütüyor beni! Kilisenin kendisi değil; inşaatına temel atılması aşamasında, hatta daha proje aşamasında bile çıkacak huzursuzluklar ürkütüyor beni. (Kilise ürkütmüyor, çünkü biliyorum ki aslında benim dinim, aramızda yaşayan Ehl-i Kitabın mabetlerini inşa faliyetlerinde, sanki bir Cami yapılıyormuşçasına yardımcı olmamı emrediyor bana!. (Bkz.>Medine Vatandaşlık Sözleşmesi)
Beğenmediğimiz dedelerimizin, sahibi oldukları hoşgörüyü düşünüyorum ve torunlarının bu hoşgörüye mesafesini hesaplıyorum... 90 yılda nereden nerelere geldik?
Lisedeyken, Ermeni asıllı olduğunu sanki büyük bir devlet sırrıymış gibi öğrendiğim bir arkadaşımız geliyor aklıma. Bu ‘Ermeni asıllı' olmayı, büyük bir devlet sırrı gibi saklamanın gerekliliğini ve de bu gerekliliğin ‘normalliğini' düşünüyorum...
Cumhurbaşkanının geçen yılki tarihî Ermenistan ziyaretinden sonra tv'lerde rastlayabildiğimiz Ermenistan belgesellerinden birinde; Erivandaki ‘Lahmacun Salonu' gelmişti ekranlara. Sahibi Ermeniydi ve biraz ‘Anteplice' konuşuyordu! Annesinin yaptığı Antep yemekleriyle büyüyen bu girişimci ruh, (Urfa’lı dostlarımız kızmasın), Antep Lahmacununun dayanılmaz cazibesini geçim kaynağına dönüştürebilmişti. Kendim de bir Antepli olarak, bu insanla ortak noktalarımızın külliyetli listesini sıraladım bir müddet aklımdan...
Ancak, bu kez de Ermeni Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’ye ziyaretinden sonra belki Ermeni tv’lerinde rastlanılabilecek “Antep’teki silinmiş Ermeni izleri” türünden bir belgeselin, bize ‘kazandıracaklarını’ da zihnimin bir kenarında bularak sıraladım o listedeki maddeleri…
Keşke olmasaydı. Her iki tarafın da mensupları olarak, milliyetçiliğin hakim bir fikriyat olarak dünyalarımızı yönlendirmesine izin vermeseydik de; bugün hala eski Antep'teki gibi her ırktan ya da her inançtan insanın bir arada yaşayabildiği, hoşgörülü toplumların fertleri olabilseydik...
Ekrem Akurgal, Anadolu Medeniyetleri (Tübitak yay.) isimli eserinde, Ermenilerin de Kürtler gibi M.Ö. 1700'lü yıllarda Anadolu'ya yerleşen bir halk olduğunu belirtiyor. Buna göre 3600 yıllık bir tarihin izlerinin, yüz yıl bile olmadan bugün nerdeyse tamamen silinmiş olması, düşündükçe dehşete düşürüyor insanı...
İnancında, aidiyetlerinde bunca zaman ‘ötekileştirilmiş’ bir çoğunluğa mensup ve gurbeti yaşayan birisi olarak; acı yaşanmışlıkların Ermeni hemşehrilerime getirdiği hüzünlü mirası, bazen kimi yönlerinden anlayabildiğimi sanıyorum.
Bugün gelinen noktada ise, sebebi ne olursa olsun; iki ‘ulus-devletin’ bunca acı, hüzün ve utançla birlikte bu düşmanlığın devam ettirilmemesine dair azmetmeleri sevindirici bir olay. Neden mi? Çünkü: “Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir.” diyor Üstad Hazretleri. Zira “onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.”…(Münazarat,s.68)
Sloganları kullanmaktan pek haz etmememe rağmen; bu türden yanlışlıkları ve felaketlere sebebiyet veren zulümleri gördükçe, daha kuvvetli bir şekilde: "Kurtuluş İslamdadır!" diyorum. Müslüman için de, Müslüman olmayan için de... Antepli Kirkor için de, Hamburglu Hasan için de...
Çünkü insanlık tarihinin, İslam'la hakkıyla şereflenmiş her dilimi; “her hakkın sahibine teslim edilmesi” suretiyle, bir arada huzurla yaşayan halkların o masalsı birlikteliklerinin de tarihidir aynı zamanda.
Bunun kısmen şahidi ise, yüz yıl önceki Ayıntâb’dır...