Birkaç günden beri Abant’tayım. Almanya’dan Yaz tatili vesilesiyle gelen kardeşim ve ailesiyle birlikte, tabiatla başbaşa günler geçiriyoruz: O dağ senin, bu tepe benim; şu yayla benim, öteki orman senin kabilinden akıp geçen günler. Fırsat buldukça da alevî kimliğiyle öne çıkan bir yazarımız tarafından kaleme alınan, Bediüzzaman Hazretlerini anlatan hacimli romanı neşre hazırlıyorum. Bir takım ufak tefek tashihat kabilinden müdahaleler günümün diğer vakitlerini dolduruyor...
Nihãyet zamanımızın bedbaht şehir çocukları, tesirinde kaldıkları her türlü içtimãî telkinin baskısı altında, hiç değilse bir gün de denize gitmek istediler. Zira 24 saat günah ve ahlâksızlık akıtan kanalların tatil tãrif ve anlayışı gündüz plajda başlıyor; akşam diskotek, bar ve meyhanelerde devam ediyordu. Bizimkilerin talebi masûmcaydı: Sadece suya girmek istiyorlardı. Üstelik tenha bir yer şartına bağlamışlardı taleblerini... Et ve günãh pazarı olmayan ıssız bir yer bulursak, denize girilecekti...
Akçakoca, Melen Ağzı civarlarına gittik... Gençler haklıydı; sãhil, ekranların kustuğu Ege ve Akdeniz sahillerine benzemiyordu. Issız da bir yer seçmiştik. Günün de erken bir saati olunca, kimsecikler yoktu. Bir kahvaltının akabinde delikanlılar şortları, hanımlar da haşamalarıyla Karadeniz’in mavi sullarının keyfini çıkarmaya başladılar. Sãhilde babası gibi eli kalem tutan kızımla kalmıştım.
Gün öğleye doğru kaymaya başlayınca rahatsız edici göz mesafemizin dışında kalan sağımızdaki kampın sâhili hareketlenmiş, kalabalıklaşmıştı. Derken hemen ön tarafımıza da nereden geldiklerini farketmediğimiz birkaç bayan ile küçük yaşta birkaç çocuk indi. Güneşliklerini kurduktan sonra üstlerindekileri sıyırıp attılar. Giyinik oldukları, mahkeme kararıyla zor tesbit edilebilir bir üryanlıkla bizimkilere doğru denize yürüdüler. Yüzümün kızardığını, bakışlarımı saklayacak yer aradığımı farkeden kızım mahcubiyetle,
“Bunlar da nereden çıktı?” diye söylendi.
İlk bakışın tablosunu tasvir etmeye cidden haya ederim. İnanç ve ahlâk ölçülerime göre gördüklerim, ãile yapımızı mahveden ãdi bir ahlâksızlıktan başka bir şey değildir. Elem duymadığımı, Türk ãilesi ve kadınını bu hãle düşürenlere lânet etmediğimi söyleyemem. Bizi Batılılarla kıyaslayıp onlar gibi yapmaya çalışanların hıyanet veya en azından gafletlerine de hükmettiğimi saklayacak değilim. Bu şenaatın Ankara’ya dayatılmış Batı kaynaklı, seksen küsur yıllık tahribkâr bir projenin neticesi olduğunu da bildiğimi gizleyemem...
Gençler sözlerinde durup isteksizce de olsa sudan erken çıktılar ve apar topar Abant’a geri döndük... Kaçmıştık... Sãhiller bize göre değildi, bizim değildi...
Akşam haberlerini, umumiyetle, Kanal D ekranlarından tãkib ederim. Çok beğendiğimden mi? Hayır... Aksine, bu kanalı, şer cephesinin en kirli ve karanlık menfezlerinden bilirim... Bütün gizleme gayretlerine rağmen, bu kanalın oluklarından kirin her türlüsü, bütün çıplaklığıyla akar. Haber spikerlerinin ses tonlarından mimiklerine kadar her unsur, şeni bir telkinin tesirini arttırmak için kullanılır. Kısacası bu kanalın kötüleri ile iyilerinin aksine hükmedip memleketin vaziyetini yakalamaya çalışırım.
Nitekim daha haber saatinin başından itibaren ne olduğu anlaşılmayan bulanık bir kaç karenin eşliğinde Florya Plajı için,
“Bekleyiniz!!!...” denildi...
Usandırıcı tekrarların akabinde Florya Plajı’ndan kıyıya vurmuş, patlamak üzere olan bir atom bombası veya Lozand’a memleketin nasıl satıldığını gösteren ihanet belgelerinin, bir nevi mucize eseri olarak hiç bozulmadan, galvaniz bir sandık içinde kıyıya vurmuş olmasını beklerken, çıka çıka, haber saati boyunca sisli puslu görüntüler olarak defalarca gösterilen film karelerinden plaja haşamalı giren iki bayan çıktı. Kanal D, bir taraftan “Atatürk”ün plajı diye takdim ettiği Florya Plajı’nda çekilmiş M. Kemal’e ait hareketli bir görüntü ile kız ve kadınların ön plâna çıktığı bir resim karesini gösterirken, öbür taraftan haşamalı iki bayanı defalarca göstererek “Atatürk”ün plajının içine düştüğü elem verici, dehşetli hãli ekrana taşıyarak yetmiş milyon insanı M. Kemal’in hatırasına sahib çıkmaya davet etti. Üstelik kanalın marifetli muhabirleri plajın halka kapalı olduğunu da tesbit etmiş ve ãdetã, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” demeye çalışıyorlardı. Hadi halka açtınız, bari plaja girenler üryan olsa, demek istiyorlardı... Eh, o zaman hiç değilse “M. Kemal’in kemikleri sızlamamış olacaktı!”, D’ye göre...
Bu işte bir terslik var: Fıtraten erkeğe kıyasla zayıf, her türlü taciz ve tecavüze açık, ahlâksızlaştırılmış erkeklerin bütünüyle dişi olarak, hadi kaba tabiriyle söyleyelim; kendisine hizmet etmesi gereken zevk makinası bir mahlûk olarak gördüğü kadını, bu mendebur kitlenin iştahını kabartacak kadar anadan üryan hãle getirir ve bunu medeniyet ilcaatı olarak takdim ederseniz, daha çok “kadın sığınma evleri” açar, daha çok taciz ve tecavüz vakalarını ekranlardan kusar, daha çok tecavüz cinayetlerinin menfezinden düştüğünüz kazuratın içinde ekranlarınıza aylar sürecek trajik malzemeler bulursunuz. Edepsizlik ve ahlâksızlığını medeniyet diye yutturmaya çalışan bu koyu cehl ve vahşeti bütün varlığımla reddediyorum.
Kadının anadan üryan, kendisini sadece ve sadece dişi derekesine düşüren, ırz ve nãmusunu serseri genç ve erkeklerin tasallutuna açan çıplaklığı medeniyet değil, bir nevi hayvanlığa rücu ve kabul-ü imkânsız bir ahlâksızlıktır! Garabete bakınız ki, kadına kıyasla, hiç ihtiyacı da yokken erkek, dünyanın hemen her yerinde kapalı, denize bile şortla giriyor; kadın, yaradılışı ve erkeğin tasallutu sebebiyle giyinik olmalıyken, çıplak ve neredeyse üryan olmaya zorlanıyor. Sözde medeni, gerçekte alçak ve rezil bir dünya, ilgili ilgisiz her türlü reklâmda kadının erkeğin iştahlarına açık dişiliğini kullanma ahlâksızlığı içinde boy gösterirken; kadın, bu ahlâksızlığa büyük çapta direnmeyip teslim oluyor.
Batı dünyası, uzun karanlık geçmişinde kadının insan olup olmadığını tartışıyordu... Ama son bir kaç asırdan beri kadın için verdiği hüküm oldukça muhkem: Kadın; insan değil, hayvandır!.. Yegâne vazifesi: Erkeğin iştihalarını doyurmak ve zevklerine hizmet etmektir... Kadın; genç ve teni güzel olandır; gerisinin esamesi bile okunmaz. Çirkin ve yaşlı olanların yeri yok, bu alçak ve rezil dünyada... Eskiden bu rolü kadına zorla yaptırmaya çalışan Batı, son iki asırdır ikna edici telkinlerle yapıyor. Ve yazık ki, kadın da bütün kıymet ve saãdetini sadece dişiliğinde arıyor artık... Onun için kadınların sadece genç ve güzel olanları onbeş-yirmi yıllık sözde bir saãdete mazhar, gerisi bedbahttır. Ve Batıdan bu elim tabloyu devşirmek için didinip duruyoruz... Yazıklar olsun!...
Ninesi olmayan, annesi hürmet görmeyen, bacısı hayvanlığa rücu ile çıplak bir ten ve saçtan ibaret bu deni dünyanın hiçbir değeriyle mutabık değilim. Hiçbir unsuruna kapılarımı açamam, hiçbir baskı altında varlığını kabulle ikrar edemem... İnsanlığımdan memnunum, eski çağların yarıçıplak ve vahşi hayvanlığına selâm duramam. Hiçbir, kemâline muhabbetle bağrımı açamam. Zirâ, her kemâlini, bütünüyle kemâlsiz gördüm... Eğer bu vahşet medeniyetse, şahid olunuz ki, medeniyetten istifa ediyorum... Yerin dibine batsın medeniyet adı altındaki bu deni hayvanlık!..