Yalova-Pendik feribotundaki koltuğumda bir tanıdığımla yaptığım kısık sesli sohbete, karşı koltukta oturan çift de ister istemez kulak misafiri olmuştu. Aslında onları rahatsız etme korkusuydu sesimi kısmamın nedeni. Aksine ben sesimi kıstıkça, onlar kulak kabartıyordu; göz ucuyla görebiliyordum. Çok geçmeden sohbete katıldılar. Tanıştık. Öyle naif, öyle duru, öyle soran yüzleri vardı ki. Yüzlerindeki masum şaşkınlığı görünce, çok konuşmak yerine, onları dinlemeye vakit ayırdım. O saygılı dinleyiş, o ihtimamlı sessizlik çoğu dertlerinin çaresi oldu.
Ertesi gün hatırladım yanan biletin heba olmadığını. Hemen aradım. “Dediğin gibiymiş ağabey!” dedim. “Varmış feribotu kaçırmamızın bir hikmeti.”
O sıralar, Osmangazi Köprüsü henüz tamamlanmamıştı. Bursa’dan İstanbul’a dönmenin en iyi yolu Yalova’dan arabalı feribota binmekti. Otoyolda Yalova’ya ayrılan çıkışı kaçırınca, “Bu da benden olsun!” diye internetten satın aldığı arabalı feribota yetişememiştim. Eh biraz da sohbeti uzattığım için feribotu kaçırmakta pay sahibiydim. Yolda aradım; biraz utanarak, bileti yaktığımı söyleyince, sıcacık bir gülümsemeyle “Olsun” demişti, “belki de bir sonraki feribotta senin anlatacaklarına muhtaç birileri vardır. Onların duası kabul olacaktır.”
Olan oydu işte... Bir sonraki feribottaki o çiftin duası kabul olmuştu.
Feribotu kaçırmaya katkıda bulunan ayaküstü o sohbet Birinci Söz’e dairdi. “Bismillah her hayrın başıdır” cümlesinin doğurgan anlamını, nüve tefekkürünü, ayaküstü, dar vakitte anlatırken, iş yoğunluğuna rağmen dikkatle dinlemişti beni. Üç beş dakikaya sıkıştırmaya çalıştığım açıklamamı duyunca, gözlerinin içi parlamış, bayram etmiş gibi sevinmişti. Vedalaşırken de o mizahi cümleyi aklına emanet ettim: “Üstad iyi miyavlamamızı değil, kedi gibi kedi olmamızı istiyor!”
Aradan yıllar geçti… Risale-i Nur’un birinci gündemi diye gördüğümüz için 55 aydır çıkardığımız Esma dergimize, ben talep etmeden, manevi ve maddi destek olmayı teklif etti. Kabul ettim; çünkü okunmayan ve lüzumsuz yere çıkan dergi yüzünden çok zulüm görmüş biri olarak, zoraki desteğe şiddetle karşı çıkıyordum. Ama onun yüzünde, bir dergi çıkarıyor olmanın heyecanını görmüştüm yüzünde. Birinci Söz’deki “Bismillah”ın, aslında “Bi-esma-i Allah” demek olduğunu anlatınca, yeniden heyecanlandı. En nihayeti “ağabeyim”di; emir demiri keserdi. “Hadi öyleyse!” dedi. Böylece kolları sıvadık, yeniden hecelere tutunduk. Birinci Söz yazıları başladı.
Bu yüzden, burada paylaştığım, Birinci Söz’e dair-kısmetse devam edecek- yazılarıma bir ithafla başlamak istemiştim. Makaleye ithaf yazmak pek alışılmış olmadığı için, nasip olursa kitaba saklıyorum. Ama bu makale ile kitabı kime (aslında kimlere) ithaf edeceğimi ima edeyim de dua olsun, duaları olsun.
Bilen bilir; Eyüp Otman ağabeyden bahsediyorum. O kendisinden bahsedilmesinden hoşlanmaz ama onun vesilesiyle bahsedilmesinden hoşlanacağı isimsiz kahramanlardan bahsetmek istiyorum. Eyüp ağabeyin yaşıtları olan Nur Talebesi kuşağından ve onun da “abi” dediği bir önceki kuşaktan bahis açmak istiyorum. Benim ilk gençlik yıllarıma denk gelen ve Risale-i Nur’u yeni tanıdığım 70’ler kuşağı…
Erkene aldığım ithafımın nedenini buraya kadar izah etmiş sayın. Yazıları Eyüp Otman Ağabeye ithaf ediyorum ama sadece ona değil, o yetmişler kuşağına.
Bir sonraki yazıda kısmetse o kuşağı anlatacağım. Bunun şahsi sebebi gecikmiş itirafım ve minnetim olacak. Genel gerekçesi ise, bugünlerde yaşadığımız “cemaat krizi”nin kaynağına ve çözümüne işaret etmek ve son günlerde bu kuşağın unvanı olmuş marka adına yapılanlardan onları tebrie etmek olacak.