Çocukluğum Ermeni mezâlimi ile ilgili dinlediğim hikâyelerin ruhumda meydana getirdiği dehşet içinde geçti. Zirâ dedem (annemin babası) 1914-15 Ermeni mezâlimi sebebiyle memleketi Eleşkirtten müslüman ahali ile birlikte hicret etmiş, yolda eşini, ve iki küçük çocuğunu kaybetmiş, yüzlerce tanıdığının Ermenilerin işkencesi altında şehid düşmelerine şâhid olmuş bir müderristir: Medrese hocası...
Bu muhacir zât, Adıyamanın bir dağ köyüne yerleşir, sonra orada evlenir ve etrafına ilim irfân yaymaya başlar. Son evliliğinde dünyaya gelen kız çocuklarının büyüğü annemdir. Allah selâmet versin, şu sıralar seksen küsur yaşında ve babasının yakıcı sılâ hasreti içinde zaman zaman kendisine anlattığı bütün mezâlim hikâyelerini kendisi yaşıyormuş gibi hâlâ anlatır.
1960lı yıllarda, Adıyamanın Gerger kazasının bir dağ köyünde hayata gözlerinizi açmışsınız: Televizyon yok, radyo yok, telefon yok, elektrik yok, yol yok... Neredeyse yedi ay süren upuzun kış gecelerinin tek zaman tüketicisi; hikâyeler, efsâneler, hâtıralardan ibaret... Annemin tekrar tekrar dönüp anlattığı Ermeni mezâlimine dair, babasından nakil hikâyeler çoğu zaman kalbimizi parçalar, ya dinlememek için kalkıp kaçardım; ya da Anne artık yeter, dayanamıyorum, anlatma! diye bağırırdım...
Her iki tarafın yaşadıkları da zaman zaman çok zâlimce olmuş, ama zulmün her iki tarafı da hedef almış olması, tarafları muvazi kılmaz. Kavga edenlerin her iki tarafı da yara aldı diye, eşit değiller. Suçlu, kavgayı başlatandır. Kavga başladıktan, itidâl kaybolduktan sonra bir çok zulüm ve şenaata kapı açılabilir...
Ermeni meselesinin her iki tarafa yaşattıklarının birinci suçlusu o devrin Ermenileridir. 19. asrın ikinci yarısından itibaren, Devlet-i Âliyeyi parçalayarak yutmak için salya akıtan hasımlarının dahilde kullandıkları iki unsur var: Birincisi Rumlar, diğeri Ermeniler... Haçlı ruh ve zihniyetinden hiçbir zaman kopmayan Batının teşkilâtlandırdığı Ermenilerin Osmanlı topraklarında yarım asrı aşkın bir zaman diliminde meydana getirdikleri isyan ve zulümler bugün bile ürpermeden anlatılıp yazılabilecek cinsten değil. Bırakın o zulümleri yaşamış olmak, dinlemek veya okumak da insan tâkatinin fevkindedir.
Maksadım eski bir düşmanlığı körüklemek değil... Bugünkü Ermenilere kin gütmek ise, asla... Aslâ, zirâ vebâli mucibdir. Çünkü hukukta suçun zâtîliği esas olduğu gibi, inancımızda da birinin günahının bir başkasına yüklenemeyeceği âyetle sabittir. Cemiyetin tabiî ve fıtrî münasebetleri suçun sirayetine esas teşkil etmez. Babanın suçu sebebiyle evladı veya akrabaları cezalandırılamaz. Elbet de seksen küsür yıl öncesinin suçlu ve câni Ermenileri bugünkü Ermeniler değildir...
Târihî hakikatin hulâsası mı? Batılı hasımlarımızın iğfalâtla Devlet-i Âliyenin aleyhine kışkırttığı Ermenilerin, Doğu ve Güneydoğu Anadoluda müslüman halka revâ gördükleri, çoğu zaman sadece zâlimce değil, aynı zamanda çok ahlâksızca ve haysiyet kırıcı zulümler, Rusyanın doğu bölgemizi işgâliyle zirveye çıkar. Rus ordusunun öncü kuvveti rolünü büyük bir iştah ve cânilikle oynayan Ermenilerin Erzurum, Iğdır, Van, Bitlis ve Muşta müslüman halka revâ gördüğü zulümü dünyevî hiç bir ceza temizleyemez, ancak bu dehşetli ve ahlâksız zulmü Kahhar-ı Zülcelâlin ebedî Cehennemi paklar ve o günün suçlu Ermenilerini Allaha havale ediyorum...
1915 hâdisesi denen tehcir meselesi, tahammülü imkânsız, ortadan kaldırılması için başka tedbir bulunamayan Ermeni zulmünden kurtulmanın ızdırarî bir çözümüdür. Tehcir, kesinlikle devletin kontrolünde ve bütün güçlüklerine rağmen, adâletle neticelendirilmesi gözetilmiş o günkü iktidarın icraatıdır... Mevzii ve çoğu zaman devlet güçleriyle alâkası olmayan, daha çok canı yanmış müslüman halkın zaman zaman mukabil cevabı kabilinden, Ermenilerin de elim bir takım hâdisatâ marûz kaldıkları şüphesizdir. Ama bu, hiçbir zaman Ermeni mezâlimiyle kabil-i kıyas çapta olmadığı gibi, teşkilâtlı da değildir. Devlet icraati ise hiç değildir. Belki devletin o kargaşa ve zor şartlarda elinin yetişmediği uzak bölgelerdeki câhil halkın intikam duygusunun tabiî ama asla tasvib etmediğimiz neticesidir.
Kısacası, öncelikle suçlu değiliz... Suçlu değiliz, zirâ mezâlimi başlatan Ermenilerdir... Zulümlerinin âkabinde zaman zaman yaşadıkları elim hâdiseler yaşadıklarımızın yanında hiç mesabesinde olduğu gibi, o günkü devletin icraatı da değildir, cemiyetin de bütününü mahkum edecek şümulliyette değil, mevziidir. Suçun zâtîliği, ferdîliği esas olduğuna göre, kimseden özür dilememiz elbet de gerekmez...
Kaldı ki behemehâl bir özür dilenecekse, Ermenilerin bin özür dilemesine mukabil bize gönülsüzce bir tek özür düşer. Çünkü essebeb-ü kelfail kaidesince sebeb olan fail gibidir. Yani bizim de, Ermenilerin de yaşadıkları zulmün suçluları sadece ve sadece Ermenilerdir.
Bütün bu hakikatlere rağmen, tehcir esnâsındaki mevzii hâdiseler yaşanmasaydı kötü mü olurdu? Hayır... Keşke yaşanmasaydı... Hepsi o kadar...
Bugünkü Ermenilerin, bir daüsılâ hasreti içindeki insanî yakınmalarının anlaşılabilir bir tarafı olabilir. Bence onlara kapılarımız ardına kadar açık olmalı... Bırakın Ağrı dağına da çıksınlar, Van harabelerini de dolaşsınlar. Bizimle birlikte yaşamak isteyenlerin miras dâvâları bâtıldır, zirâ o toprakların bedelini pâyimâl ettikleri nâmus, akıttıkları kan ve gözyaşlarımızla fazlasıyla ödedik. Tekrar parayla satın almaları kabil değil; satmayız, satamayız... Ödeyecekleri küçük bedelle iskanlarına rıza göstermemiz, insaniyetimizin eseri olur, paralarının değeri değil.
Sulha varız... Daha 1910larda Bediuzzaman Hazretleri Osmanlının saâdetini Ermenilerle sulha bağlar. Fırsat kaçtı, yahut kaçırıldı. Bugün ise değil eski tebamız Ermenilerle, bütün komşularımızla sulh içinde olmak kendi saâdetimiz için elzemdir. Kaldı ki çoğu komşularımız, asırlarca birlikte aynı çatı altında yaşadıklarımızdır... Evet, bugünkü Ermeniler mezâlimci Ermenilerin torunlarıdır. Ama suçlu değiller, dedelerinin suçlarıyla yaftalayıp cezalandıramayız. Suç işlemedikleri müddetçe nazarımızda mâsum oldukları gibi, hakikatte de mâsumdurlar. Irkçı ve milliyetçi hissiyatın kör şuursuzluğu ile bir yere varamayız...
Çoğunu takdirle karşıladığım meslekdaşım, özür dileyen aydınlara gelince: İyi niyetlerinden şüphem yok, ama yanılıyorlar... Gaflet, bâzen kelli felli adamları da yakalayabiliyor... Maalesef bu bir gaflettir, aydınların gafleti... Uzatıp rencide etmek istemiyorum, ancak Ermenilerden özür dilemek, aydınların gafletidir: Telâfisi güç, neticeleri ağır olabilecek vahim bir gaflet... Hatalarını tashih için gecikmemelerini temenni ediyorum... Hiç değilse maksatlarını şerhetmeleri gerekir. Aksi takdirde hem zarar verecekler, hem tarihçe müttehem kalacaklar... Niyetleri ikisini de hakettirmiyor...
yilmaz@hyilmaz.net